- 506 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
p
Sevgili ve Saygıdeğer kardeşim,
Uzun zamandır mektubumu yazmak konusunda çok derin düşüncelere girmiştim. Su-i edep olur diye, emekli muallimde olsam, gayri tasdik edilmemiş hikâyemi sana anlatmak istemiyordum. Velâkin şu faninin de bir lahzadan sonra sabrı tükendi. Kelimelerimin takati son haddesine gelmiş iken, evvelde sana yazmış bulunduğum mektupların ve seninde bana karşı göstermiş olduğun saygıdan dolayı, bir kez daha mektubumu yazıp, sana göndermeye karar verdim.
İnan şu anda yağmurlu İstanbul gününün kasvetli havası, yüreğimdeki sabır duvarlarını rutubetlendiriyor. Göğe yükselen ellerim, beyaz mendillerin nakşına kurban olacak rikkatle gözlerini ovuşturuyor. Günden güne hastalığım fevkiyle beraber, icaz durumunda yine de son bir umut, nemalandırılmış ufkun silsile-yi baharında, kışa girmeden, yazın sıcaklığını hüznümü yudumlaya yudumlaya irtikap eyliyorum.
Bana gönderdiğin son mektubunda sevgili cananına son satırlarında şunları yazmıştın:
-’Şimdi aşkı tam ortasından bölüp, veriyorlar ellerimize. Baygın düşmenin tam da sırası! Bu saçlarında olmasa kel zannederdim, bana uğrayan bütün umutları. Ah İstanbul, uzayıp giden hasretleri sarmışlar bileklerime; yazasım gelmiyor! ’
Ah deme kardeşim, ah deme ki; daha hamd edeceğimiz çok gün var önümüzde! Biz göremeyebiliriz o günleri, olsun; yine de hamd etmeliyiz daim. Hamd mevzusunu açmamın esbabı, tebdil-i mekân eylediğim Cuma günlerinden birinde yaşadığım olay. Mevzunun dâhilinde şahsım bulunduğu için, kendime çektirdiğim hazin sefaletin ardınca, bu olayın sadece içeriğine vuku olacağını ve daha fazla soruya cevap veremeyeceğimi itiraf etmek zorundayım. Ruhumun artık bu fanilikten intikal etme vaziyetini, gönülden hissedebildiğimden dolayı, zihnime sirayet etmiş ölüm fikrinden başka bir hal üzere olmadığımı da ilave etmek istiyorum. Esasında bu kadar vaziyet ve şart bildirmemin lüzumu yoktu; amma velâkin sana yazdığım zaman kalemin ucunu çok geç kırabiliyorum.
Cuma namazını kıldıktan sonra, Vefa bozacısına uğradım. Boza içmeyi sana sevdiremesem de, bilirsin ki bozayı severek içmeye devam ederim. Bozacının az ilerisinde ki kahvehanenin önünden geçerken, biraz da burada oturayım dedim. İki bardak çay içtikten sonra, yanımda Cuma’dan çıktıkları belli olan birkaç adamın sardıkları tütünü içerkenki çıkan dumanın, aşırı derecede beni rahatsız ettirdiklerine dair ciğerlerim ikaz edince, olmadı bir de Cağaloğlu’na uğrar, kâğıt kokularıyla beraber bir günü sonlandırırım ümidini taşıdım. Ah vefalı kardeşim, kalemdaşım; o ümidimin beni ne hallere, ne garipliklere maruz bıraktığını bilsen, kuşlarla beraber ah-u figan eylerdin!
Ki şimdi sana anlatacağım değerli kardeşim. Cağaloğlu’nun yokuşunu çıktıktan sonra, aklıma seninle konuştuğumuz zamanlar geldi. Bilirsin ki, yıllardır kitap çıkarma gibi bir arzum var. Şevkim kırık değil! Yine de her şeyi zamana bırakmak pek ala olur diye, hiç zahmete girip de yayınevlerinden birine uğramamıştım. Aheste aheste yürürken, bir yayınevinin reklamının cazibedarlığı dikkatim çekti. ’Kitap mı bastırmak istiyorsunuz? O zaman bize uğrayın ve 5.000 baskılık kampanyamızdan yararlanın!’ gibi bir afişi görünce aciz kardeşin, içindeki yazarlık hevesi kıpraştı ve önüne engel koyamadığı tahayyüllerin onu zor altında bıraktığının farkına vardı. Dayanamıyordum gerçekten de kardeşim. Nasıl o kapıdan içeri girdim, nasıl oldu da yayınevi sorumlusuyla sohbete başladım, bilemedim.
Karşımda otuz yaşlarında bir genç, saçı başı dağılmış bir halde; üzerimdeki takımı garipser bir halde bana bakıyordu. Çocuğa karşı ısınamadığım gibi, bana ’babalık’ diye seslenmesi sonucu çok rahatsız olmuştum. İnsanın ne hallere dönüşebileceğine dair acı gerçekleri gözlerimle şahit olmam, içime kasvetli bir nefes doldurmuştu. Kendimi biçare hissediyordum o gencin karşısında. Genç çok rahat hareketleriyle beraber, masasının üzerinde duran sigara paketinden bir dal alarak, çakmağıyla yakıverdi. Bana uzatmaya yeltenirken paketi, öksürdüğümün farkına varınca vazgeçti. Ama sigarayı söndürmeden, içmeye devam ediyordu. Sevimsiz tavırları, saç-baş dağınık, sorumsuz ifadeleri sohbetimizin başlamadan biteceğine dair bana izlenimler veriyordu.
-Babalık, herhalde burada böyle öksürmeye gelmedin. Kitap mı bastıracaksın?
-Evet, evet oğlum.
-Oğlum mu? Ayyy, ne kadar iğrenç! Siz tarihi geçmişler bu kadar sinir edici olmak zorunda mısınız?
-Pardon, adınızı bilmediğimden dolayı, şey..
-Adım Tutku babalık. Sen Tutku de, ama oğlum deme. Lanet olası babamı aklıma getiriyorsun.
-Peki Tutku, pek oğ...
-Eee, prezantabl mı?
-Preza, pre... Anlamadım oğ.., Tutku?
-Yani prezantasyon yapabilir misin babalık?
-Babalık yerine Sezai dersen...
-Tamam, tamam yani hazır mı kitabın; ya da kitapların, her neyse işte? Buraya kadar boşuna gelmedin herhalde, böyle sohbete katlanmak istemezsin, değil mi Sezai Babalık?
Yayınevinin genç sorumlusuyla bir türlü anlaşamıyorduk kardeşim. Adı Tutku’ydu. Kitaplar konusunda büyük arzusu ve şevki vardı, yalnız babasına olan hıncından dolayı büyüklerine saygı göstermeyi sevmiyordu. Ne yapamayacağımı bilemez haldeydim, anlayamıyordum da kendisini.
-Evet, ah evet evladım! Sizin afişe rast geldim ve çok önceden beri içimde biriken bu isteğin nihayet bulması düşüncesiyle içeri girdim.
-Hazır mı bastıracağım kitap? Yoksa öylesine kafa şişirmeye mi geldin?
-Kitap, kitap hazır Tutku evladım.
-İyimiş! Bu masum numaralarını ne de güzel yapıyorsun Sezai babalık?
-Numara derken, benim normal halim bu evladım.
-Kes evladım demeyi! Neyse şimdi konumuza gelelim. Ama öncesinde şu prezervatifi beyninden çıkarmak lazım senin. Çok gerilerden geliyormuşçasına çağrışımların var. Tanzimat edebiyatının, modern edebiyata tabi olan yanı gibi. ’Sisler ardınca mazide bir duman/gariptir, her şey yine de nümayan’ bilir misin?
-Bilir misin derken Tutku ev..?
-Neyse, seni imtihan edecek değilim. Elbet bir yetin var ki yanımıza kadar gelmişsin, kapımızdan içeri girmişsin. Çay içer misin babalık?
-Olur olur...
-Mükri...kısa kes; iki çay.
-Tamam ağbi, iki saniyeye ordayım.
Çaylar gelmişti değerli kardeşim. Afiyetle çay içme zevkimizi sinirli bir konuşmaya girizgah da tükettiğimiz için, bendeniz fani Sezai Tutku’nun hareketlerini inceliyordum. Sigara yanında bir sigara daha yakmıştı. İçim daralıyordu, fenalık geçirecek gibi hissediyordum.
-Peki, maharetin nedir Seza babalık? Hadi göster de bizde ona göre iş konuşuruz olmazsa!
-Evla..mm ...Evla bir iş şu yaptığın. Fevkalade bir mesleğe sahip olduğunu unutmazsın nşallah Tutku evlad... mm.. Öhööö öhöö...
-Yok yok farkındayım babalık. Eee, not filan; hiçbir şey yok mu?
-Aslında yazdıklarım bir bütün olarak deneme tarzı, velâkin sıfatlarının hükmü nedeniyle dini izahatlar içeriyor.
-Dini derken, ders mi veriyorsun yazdıklarında?
-Nefsimize dersler, ama başkaları da yararlansa iyi olur; evladır!
-Babalık, bak! Sezai ismini severim, iyi bir arkadaşım vardı; şimdi Polonya’da. Neyse, biz senin o kitabı basarsak eğer, bize getirisi olur mu?
-Parasıyla değil mi evlat... Tutku?
-Parasıyla babalık, parasıyla! Ya sen bana evladım de. Ben de sana babalık. Zorlamaya gelmiyoruz.
-Tamam evladım. Ben eğer bastırırsam diye bir kitap, küçük bir arsam var; onu satmayı düşünüyorum.
-İyimiş, karar vermişsin yani babalık?
-Verdim, verdim evladım...
-Terliyor musun babalık? Dur şu klimayı açalım, iyi gelir.
-Sağol evladım, sağol.
- Ey Aşkın içinde aşklar kanatan bahtı makber olan dilşen-i rüya /dil-hun oldum da, çeşn-i vuslatına çağırmaz mısın hâlâ?
-Divan edebiyatına ilgin var galiba evladım?
-Ah babalık, şu ülkede özgürlüğüne limit getirilmiş her şeye karşı ilgim var. Kimi zaman balık gibi korkarım, ama yine de vazgeçmem davamdan.
-Davandan mı?
-Evet, dava babalık! Bu dünyada davasız adam hayvan gibidir. Belki kimine göre yanlış, kimine göre önemsiz, kimine göre de çok büyük bir şey bizimkisi. Ne olursa olsun, davama sahip çıkarım!
-Ne peki davan?
-Bir kere yapılan haksızlığa dayanamam. Torpil ve de benzeri şerefsizlikler onurumu zedeler. Özgürlüğü kısıtlanan insanlar için toplumun kendini yetiştirmesini talep ederim; savaşların durmasına, bir yandan paralardan nemalanan gorillerin tertemiz hayatlara kene gibi yapışmalarından nefret ederim. Belki duvarları boyama devri kapandı, ama bastığım kitaplarda bu dirayeti bol yazarların olmasını isterim. Kavgamı böyle devam ettiririm. Zaten bu yayınevini açmak için çok uğraştım, bir bilsen babalık, bir bilsen!
Tutku, gözüme artık bambaşka biri olarak gelmeye başlamıştı kardeşim. Sanki o asi genç gitmiş de, yerine amaçları uğruna didinen bir adam gelmişti. İçtiği sigaradan artık rahatsızda olmuyordum, ama bu sefer ruhumu sıkıştıran bir azabım vardı. Ben ne yapmıştım şimdiye kadar? Ben nelerle uğraşmıştım, ne için bu ömrümü tüketmiştim? Hak yolundayım diye diye, kapımı kimselere dahi açmadım. Bir garibin elinden tutup, ’nasılsın’ diye bile sormadım. Birkaç kez camiye gelen çocuklara nasihat verdim. Velâkin bu kadar! Ömrüm boyunca bir insanın kolundan girip de, yardım etmedim. Birkaç kez Cuma’larda yardım etmişliğim oldu, ama bu kadar! Bu kadar hepsi, yalnızca bu kadar!
Çok defa seninle muhabbetlerimizde de iman mevzusundan bahsetmiştik. Bilmiyorum, Tutku’nun nasıl bir inancı vardı; ama son derece dürüst, hakperest ve de kadirşinas biriydi. Sevmiştim, bana tavırlarından dolayı yadırgadığım genci sevmiştim. O sohbetimiz zaten fazla sürmedi. Tutku’nun bir eyleme katılması gerekiyormuş. Tam olarak yanlış hatırlamıyorsam, ’Doğu’da ve de Güneydoğu’da kadınların intihar etmelerine sebep olan düzene’ isyan ediyorlarmış. Bu eylem İstanbul’un önemli semtlerinden birinde olacakmış ve bir sürü kanalda canlı yayınla televizyonlara aktaracakmış. Çok emek vermişler bu eylem için. Benden izin istedi, bir nevi ’Babalık, hadi gidelim; sonra devam ederiz senle muhabbet, olmaz mı?’ gibilerinden garip bir yakınlıkla beraber sorusunu yöneltince, üzerime daha fazla sigara kokusu sinmesin diye beraber dışarı çıkıverdik. Elimi sıktığı an, yüzündeki gülümsemeyle beraber mesrur olmuştum. Sonra kendimi düşündüm. Onca zaman insanlara ’namaz kılın, oruç tutun’ diye nasihat ederken, aslında ne kadarda yanlış bir yola giriştiğimi fark ettim. Güzel işlerle meşgul oluyorduk elbette, varlığımızın sebebine karşı şükür ediyorduk, ibad olmanın vazifesini yerine getiriyorduk. Ama lisan-ı halimiz ile muamelede bulunmuyorduk. İnsanların içine girip de, sıkıntısı nedir, ne değildir sormuyorduk! Hemen ’namaz kılın, oruç tutun, sadaka verin’ diye insanlara nasihatvari yaklaşınca, birbirimizden kopuyorduk. Haşa kendimizi büyük görürken, ibadet yapmayan insanları yok sayıyorduk. Tabi ki, son nefes de kimin kazançlı olacağını, kimin kaybedeceğini yine Allah’tan başkası bilmiyordu! Biz dışarıdaki insanları kötülerken, aslında hep dışarıda biz kalıyorduk. Sonrada çocuklarımız batıdan örnek alıyor diye ’ah ile figan’ eyliyorduk.
Şimdi sana da soruyorum kardeşim. Biz gerçekten ne yaptık Allah adına? Hangi yarattığı varlığa yardım ettik? Sadece kendi zevklerimiz için yaşamadık mı? İbadet ettik, ettik ama sadece kendimiz içindi o. Elbette Allah’ın sözünü tuttuk, fakat bize verilen görevi yapıp, başka bir şeye ilişmedik. Sonrada ’Dünya neden böyle olduk?’ dedik. ’Küçük kızlar neden tecavüz ediliyor, Allah belalarını versin!’ diye diye bir ömür çürüttük. Amerika’ya, Batı’ya, Mason’lara kızdık, ama hiç sorunu kendimizde aramadık! Soruyorum sana kardeşim; şimdi biz pişman olmayalım da, kim olsun?
-Bitti mi öykü Or. ?
-Ece, sabah sabah bu ne şıklık?
-Küstahlık etme, gözlerin güzellik görsün dedim.
-Ne de güzel ettin canım, ne de güzel! Öykü pırasa çorbası gibi oldu. Pijama giyip, önemli bir gösteriyi sunmak ne kadar akılsızcaysa, öyle bir öykü oldu.
-Biliyor musun, insanların çoğu edebiyat piçi oldu son zamanlarda. Öykünün bitmesine sevindim, bir şey dikkatimi çekti de, sana döküleyim dedim az.
-Ne oldu hayırdır?
-Kızgınlığım için kusura bakma, ama her yerde piç, pezevenk dolaşıyor. ’Edebiyat piçi’, gariban olmakla beraber, Edebiyatın e’sinden anlamıyor. ’Edebiyat pezevenkleri’ ise, eline aldıkları kitabı okumadan, sırf bir heyecan ve tutkuyla ilgi çekmeye çalışıyor. Ne garip, ne ahmakça bir şey ya!
-Canın sıkılmasın canım ya, sabah sabah nereden aklına getiriyorsun böyle şeyler?
-Hadi gel bana öykünü oku bakalım. Pelesenk olmaya başlayacak bu küfürler dilimde, kız kız ortada ayıplanacağım sonra.
-Şu klasörde bak yazı, adı...
-Adı ’p’ tabi ki! Biliyorum canım. Dur bakayım; ’Sevgili ve Saygıdeğer kardeşim’ diye başlayan mı?
-Evet!
-Sevgili ve Saygıdeğer kardeşim,
Uzun zamandır mektubumu yazmak...
YORUMLAR
-Kızgınlığım için kusura bakma, ama her yerde piç, pezevenk dolaşıyor. ’Edebiyat piçi’, gariban olmakla beraber, Edebiyatın e’sinden anlamıyor. ’Edebiyat pezevenkleri’ ise, eline aldıkları kitabı okumadan, sırf bir heyecan ve tutkuyla ilgi çekmeye çalışıyor. Ne garip, ne ahmakça bir şey ya!
-Canın sıkılmasın canım ya, sabah sabah nereden aklına getiriyorsun böyle şeyler?
-----------------------------------------------------------------------------
Zorlu ama zekice yazılmış bir yazı okudum. Ustayı ve ustalığı kutladım.
Selamlar.
Sevgiler.
Çoooooooook alamlı derin ve güzel bi yazıydı.İyi ki paylaştınız bzimle.Açıkcası başlarken böle bir yazı beklemiyordum ve çok uzun diye okumayacaktım ama okudukça okuttu kendini yazınız.... Başka da ne diyim bilemedim.Kaleminiz daim olsun.Mektuplarınızdan mahrum etmeyin bizi...!