TEKERLEKLİ SANDALYEDE BİR YİĞİT!
Ankara’nın sisli bir günü.Arabaların eksozundan çıkan dumanlar daha da karartıyordu Ankara’yı. Can sıkıntısıtı hat safhadaydı.İnsanlara karabasanlar yüklenmişcesine neşesiz, kırılgan tavırlarla sokakların,caddelerin cansızlığına ortak olmuşlardı sanki. Şehrin ekşimsi ve kokan havasında rahat bir nefes alabilmeleri imkansızdı. Şehirde neredeyse yaşamın beli kırılmıştı. İnsanlar caddelerde öylesine hızlı adımlarla yürüyorlardı ki; gidecekleri yere bir an önce varsınlar diye. Tebessümleri yüzlerinden sıyrılıp atılmıştı. Üşümüş hallerinden olsa gerek eller cepte, etraflarına bakınmadan, sanki omuzlarına yüklenmiş bir ağırlık varmışçasına bıkkın halleri yüzlerinden okunuyordu Caddelere tezgah açmış seyyar satıcılar, simitçiler umutsuz müşteri bekleyişinde ciğerlerine kadar soğuğu çekiyorlardı bir lokma ekmek için. Onlarıda gören yoktu...
Arabaların gürültüsü, gereksiz çalınan kornalar caddelere, sokaklara nefret pompalıyordu. Her yerde silik yüzler, sokak kedi ve köpeklerinin köşelerde betonların üzerine kıvrılıp, gelip geçenlerin asık suratlarına gariban duygularla bakarak yiyecek isteme hallerini görecek kimseler de yoktu. Yüreklere kederler, üzüntüler, moralsizlikler yüklenmişti. Ankara kapkaraydı canlısı, cansızı ile... Betonlaşmış duygular hakimdi Ankara’da.
Kızılay’da parkalı üç genç taksi durağına doğru ilerliyordu. Elleri pardesünün ceplerine sokuşturulmuş, tereddütlü bakışlarla sıradaki taksiciye:
-Ağam bizi Necatibey caddesine atar mısın?
-Ne demek gençler? Derhal. Atlayın, sizi uçurayım hemen!
Gençlerden uzun boylu olanı;
-Süratli gitmenize gerek yok! Şu havanın sisinde kaza falan yapmayalım! Bizim acelemiz yok. Siz bizi Ülkü Ocakları genel merkezinde indirin! dedi.
Üç genç taksiye bindiler. Uzun boylu, çekik gözlü olanı ön koltuğa diğer iki genç de arkaya geçip oturdular. Ellerinde iki koli vardı, oldukça ağırdı. Kolileri gören şoför;
-Kolileri bagaja koysaydık beyler. Rahat yolculuk edemezsiniz bu kolilerle!
Önde oturan arkadaşlarına dönerek;
-Kürşat, Hakan; arkaya mı koysaydık onları?
-İlbey başkanım siz bizi düşünmeyin, rahatız. Zaten şuradan oraya kaç dakikalık yol ki?.
-Peki o zaman, siz bilirsiniz ülküdaşlarım...
Şoför dikiz aynasından paketleri dikizliyordu heyacanlı heyacanlı. Yanında oturan İlbey’e arada gözleri kayıyor, bir şeyler sormak istediğini belli ediyordu ama cesaretini toplayıp soramıyordu. İçine bir kurt düşmüştü! Arabasına almakla iyi mi, kötü mü ettiğinin muhasebesini yapıyorken, yüzünden terler yağmur damlacıkları gibi yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Bunu gören Kürşat;
-Hayırdır şoför bey, terlemeye başladınız? Halbuki hava oldukça soğuk ve bizler üşürken senin terlemen beni biraz düşündürdü! Rahatsız mısınız yoksa? Hasta hasta işe çıkmasaydınız bari. Daha çok hasta olacaksınız bu soğukta!
Şoför gözlerini faltaşı gibi açarak titrek sesle;
-Yoo, yooo hasta falan değilim Allah’a çok şükür turp gibiyim ben... dedi demesine de, yüreğinin titrediğini, korktuğunu sezinlemişti gençler.
İlbey söze karıştı;
-Peki boncuk boncuk terleri dökmen de neyin nesi gardaş? Bizi sen eşkiya mı sandın yoksa? Halimizden nasıl insan olduklarımız belli olmuyor mu? Bizler;Allah’ın rızasına mazhar olmak için Türk İslam Ülküsünü insanlarımızın yüreklerine inkişaf ettirmenin davasındayız biz! Halimizden korkulacak bir izlenim mi var size göre? Bıyıklarımızın Hilal şeklinde olmasından mı korktunuz? İnsan hilal sembolünden korkar mı? Sen müslüman değil misin? Hilal, ’Allah’ lafzı demektir! Allah’ı sevmeyen dinsizler korksun bizden! Siz dinsiz misiniz yoksa? Tövbe tövbe!..
Şoför kendini toparlar toparlamaz, göğsünü gererek:
-Elhamdülillah müslümanım gardaşım! Nasıl bir sorudur bu? Bu vatanda yaşayan yüzde doksan sekizi müslümandır ve ben de o şerefli müslümanlardanım!
İlbey ve arkadaşları tebessümle hep birden:
-O zaman davamız aynı, bizden çekinmeyin! Bu vatanın yaşatılması, müreffeh hale getirilmesi ülkümüzdür! Biz Ülkücüyüz gardaş! Bizler Allah dostuyuz. Efendimizin, ecdadımızın yolundan giden gönül erleriyiz. Bilge Kağan’dan aldığımız Türklük sancağını İslam sancağı ile bütünleştirerek kıtaları feth ettik! Bu toprakları Allah aşkı adına kutsallaştırdık. Amma velakin; üç yüz yıldır bahtımıza çöken kabuslar nedeni ile ve ummadıklarımızın ihanetlerinden dolayı o büyük Türk İmparatorluğu çökertildi. Mustafa Kemal’in öncülüğünde ikinci Ergenekon dediğimiz bu Anadolu topraklarına sıkışıp kaldık! İblis devletlerin kahpeliklerini ancak bu kadarını kurtarabildi ecdadımız. Yeniden milli hedeflere varmamız için milletimizi aydınlatmaya geldik başbuğumuz Alparslan Türkeş’in önderliğinde! Dokuz ışık dediğimiz reçetemiz ile Türkiyemizi ve Türk dünyasını büyük hedeflere taşımak için Ülkücüyüz biz!
Hakan ve Kürşat, İlbey başkanlarının sözlerini sukutca dinlerlerken şoför hayatında hiç duymadığı bu güzel sözler karşısında dili tutulmuştu sanki. Hem arabayı kullanıyor, hem de İlbey’in konuşmalarına pür dikkat kesilmişti. Şimdiye kadar böyle bir sohbete ne kadar çok aç olduğunu, ruhunun alaboralarında geçirdiği kabusları göz önüne getirdi. İş saatlerinin sonunda evine bile uğramadan doğruca meyhaneler sokağına dalarak sabahladığını, kumar masalarından kalktığında beş parasız evinin yolunu tuttuğunu, eve vardığında hanımına suç bastırır gibi tekme tokatla giriştiği anlarını getirdi gözlerinin önüne. Mahçup bakışlarla İlbey’e dönerek;
-Gardaşım, kusuruma bakmayın! Kolilerde patlayıcı var sandım. O nedenle korktum sizlerden. Ben sizleri anarşist, kavgacı, barışı sevmeyen kişiler olarak duyardım ülkücüleri.Hatta mahallemizin kahvesinde gençlerin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum anlattıklarına. Sizler için ’faşist’ mi ne diyorlardı? Ben anlamam öyle şeylerden. Benim partim pırtım ekmek teknem olan bu arabam!.. Tanıdıklarımın çoğu nedense sizleri sevmiyor. Onlar, işçilerden, fakirlerden, eşitlikten, adaletten yana olduklarını hep söyler dururlar. Söylemleri nasırlı ellerime merhem gibi geliyor.
Gençlerin üçü de güldü şoförün dediklerine. Davalarını ve davalarına gönül vermişleri nasıl da tanıtmışlardı ona. Ülke insanlarını emperyalist kafaların, basının, aydın denen karanlık adamların nasıl da kandırdıklarını, aldattıklarını düşündüler. Nerden bilecekti ekmek kavgasının peşinde koşan birinin memleketin bütün imkanları dönmelerin elinde olduğunu... Ülkeyi yönetenlerin çoğunluğunun yüreklerimizi emperyalizmin fikirleri ile köleleştirildiğini... Önüne sunulan yalan haberlerin, düzme planları, yazılan yalan tarihin gerçeklerini nasıl bilecekti? Memleket gerçeklerini anlatanlar karşısına hiç çıkmamıştı ki!.. Ülkede ufukların karartıldığından haberi bile yoktu. Varsa yoksa, şehirde taksi direksiyonu sallayıp, arabesk şarkılar dinlemek, gecelerin koynuna şarhoş naraları bırakmak!..
Kürşat şoföre dönerek:
-Gardaşım isminizi bağışlar mısınız? Sizinle tanışmak istiyoruz.
-Elbette, adım; Mustafa. Aslen Diyarbakır’lıyım. İlk okulu bitirdikten sonra onyedi yaşıma kadar inşaatlarda amelelik yaptım. Baktım olacak gibi değil, çıktım geldim buraya. Bizim oralarda toprak ağaları, şeyhler, şıhlar var. Her şey onlardan sorulur. Bir kızı bile sevemezsin onların izni olmadan. Kimisi ağalık adına, kimisi de şeyhlik adına halkı sömürürler. Kimse cesaret edipte karşı koyamaz onlara. Oralarda barınamıyacağımı düşünerek Ankara’ya geldim. Anlayacağınız Ankara’yı mesken tuttum. Buradan evlendim. Elinizi öper bir kızım bir de oğlum var...
İlbey, şoförün sözünü balla keserek araya girdi!
-Hepimizde ayrı ayrı yerlerden geldik Ankara’ya. Ama bizler Üniversitede okuyoruz. Mezun olduğumuzda kimbilir vatanımızın hangi kasabasına, şehrine hizmet etmek için gideceğiz. Burada; halkımıza, genç arkadaşlarımıza, sizlere memleket gerçeklerini anlatmak için teşkilat kurduk. Orada her gün eğitim çalışmaları yaparak, arkadaşlarımızı geleceğe hazırlıyoruz ama bizi rahat bırakmıyorlar ki!.. Kendi öz yurdumuzda garibiz... Okul harçlığımızdan arta kalan iç-beş kuruşla davamızı tanıtmaya çalışıyoruz arkadaşlarımızla. Memleketin en fakirleri bizleriz sanırım ülkücüler olarak. Siz belki bilmezsiniz; Dursun Önkuzu arkadaşımızı hainler katlettiğinde cebinden otuzbeş kuruşu çıkmıştı. Kuru bir simit yemişti son yemeğinde. O simidi de bir gün öncesinden yemişti...
Şoför rahatlamıştı konuşmalardan. Gençlerin sohbeti baldan da tatlı gelmişti ona. Ruhuna çöken kabusu yırtarcasına ferahlık içerisinde bulmuştu kendini ama hala kolilerde olanları merak ediyordu. Sohbetin sıcaklığına güvenerek;
-Ya çok merak ettim. Bana acı terler döktürten bu kolilerinizde ne var?
- Bombaaa, dedi İlbey gülerek.
-Hadi ya? Demek ki korkularım boşuna değilmiş, dedi şaşkın şaşkın.
Hakan:
-Ya gardaşım, ne bombası? Başkanım sana şaka yaptı. Onların içinde dergimizin yeni sayısı, basımdan yeni çıktı. matbaadan onu aldık genel merkezimize götürüyoruz dağıtımını yapmak için. Bizim bombamızda, silahımızda kitaplarımız, dergilerimizdir!
-Oh be, dedi şoför derin nefes alarak. O derginizden bana da verseniz belki okurum evde, okudukdan sonra can dostum Ramazan’a veririm o da okusun, faydalansın fikirlerinizden.
-Sağolasın gardaş, Allah razı olsun senden.
’Allah razı olsun senden’ sözü yüreğine çakılıp kaldı. Yaşadığı hayatın çirkeflikleri gelip oturdu gözlerine. Kötü tanıdığı ülkücü gençlerin anlattıklarını değerlendirirken kendinden utanır gibi oldu. Yine terler içinde kaldı. Hallerden hallere giren şoförün durumuna şaşıran gençlerden Hakan;
-Yahu ne oldu yine? Karabasanların akınına mı uğradın? Ne bu hal? Allah Allahh!..
-Ya sormayın, sizlerin şu anlattıklarınız terletti beni bu sefer de... Kusuruma bakmayın, açıklayacağım nedenini!
-Neyi açıklayacaksın? dedi İlbey.
-Arkadaşlar benim yaşantım yaşantı değil. Sanıyorum ki meyhanelerde sabahlamak, kumarhanelerden meteliksiz çıkmak, hanıma olmadık kepazelikler yapmak adamlık değil! Anlattıklarınız karşısında kendimden utandım. İnanın sizleri çok sevdim. Ben boş biriymişim bu zamana kadar. kendimi toparlamam için bana Allah aşkına bir şeyler önerin, yol gösterin!
İlbey, Kürşat’tan önce davranarak söze girdi:
-Gardaşım, bu akşam evine git, iki rekat şükür namazı kıl, dua et Yaradanımıza... Tövbe et. Allah yardımcın olacaktır, bundan emin ol. Hanımına bir demet gül, çocuklarına oyuncak al sevindir onları. Evine bed-bereket, huzur geldiğini göreceksin zamanla... Biz gardaşlarından da sana Ahmet Arvasi hocamızın üç ciltlik ’Türk-İslam Ülküsü’ kitaplarını hediyemiz olarak göndeririz istersen. Ayrıca, dergimizin bir yıllık aboneliğinide yaparız. Başbuğumuz Alparslan Türkeş ve büyük Türkçülerimizden Hüseyin Nihal Atsız beyin kitaplarından da bir paket yapar yollarız... Arzu ederseniz eğitim toplantılarımıza katılabilirsiniz! dedi.
-İnşallah inşallah, dedi şoför... İçinde mutluluk kelebekleri uçuvermişti. Huzur ve sevgi dolmuştu yüreğine.
Araba hayli ilerlemişti varacakları yere. Hafiften sepeleyen karın yağışını izliyordu gençler. Şoför Mustafa, derin düşüncelere bırakmıştı kendini. Araba sanki kendi başına ilerliyordu yolda. Kafasındaki karmakarışıklıklar arasında bocalıyor, içine düştüğü ortamdan biran kurtulmanın planlarını kuruyordu hayalinde. Trafik lambasına on metre kalmıştı ki; gaz pedalından ayağını hala çekmemişti. Hızla ilerliyordu. Bu durumu fark eden Hakan şoför Mustafa’nın omzuna dokunarak
-Mustafa gardaş, trafik lambasına yaklaştık, fren yap! Ne bu dalgınlık? Yayaları ezeceğiz, aman dikkattt!
Şoför Mustafa, Hakan’ın omzuna dokunması ile irkildi. Gözleri çakmak çakmaktı. Ecel terleri dökercesine şaşkınlığını gizleyemedi:
-Afedersiniz, dalıp gittim ummanlara...
Trafik lambasında yeşilin yanmasını beklerden ara sokaklardan uğultular yükseliyordu. Bağırtılar, haykırışlar Ankara’nın semasını parçalarcasına yükseliyordu. Kalabalığın ucu görünmeye başlayınca gençler ve şoför o tarafa baktılar. Ellerinde orak çekiçli, Lenin, Marks, Stalin’in, Mao’nun resimli pankartlarıyla yürüyüş yapıyorlardı marksist öğrenciler. Çoğunun elinde sopalar vardı. Kıçlarına geçirdikleri Amerikan kotları ile yürüyor, Amerikan sigarası ellerinde haykırıyorlardı sol yumruklarını havaya kaldırarak:
-Kahrolsun Amerika, yaşasın sosyalizm! Ankara faşistlere mezar olacak. Kahrolsun Muhammed’in ..... Yaşasın devrim, yaşasın komünizm!.
-Ne der bu Allahsızlar ya? dedi şoför Mustafa şaşkın şaşkın!
-Sana bizi kötü tanıtan velet bunlar Mustafa gardaş! dedi İlbey.
İlbey, Kürşat ve Hakan; sinirli sinirli dişlerini sıkıyor, marksistlerin ettikleri aşağılık küfürleri ağızlarına tıkmak için arabadan dışarı çıkmak istiyorlardı. Bu durumu sezen Şoför Mustafa;
-Aman ha gardaşlarım!.. Bu itlere, dinsizlere uymayın! Adamların gözlerini kan bürümüş! Biran önce sizi buradan uzaklaştırayım ama polislerde yolları kapattı, nasıl çıkış yolu bulacağız?
Kendi aralarında çıkış yolunu konuşurlarken, karşı cadde de ’Hilal Fırın’ yazılı işyerine taşlar atan marksist gençler, fırının kocaman ön camını aşağı indirdiler. Ne olduğuna şaşıran fırın emekçileri dışarı fırlar fırlamaz üzerlerine saldırdı marksist geçler. Ellerindeki sopalarla kafalarını, kollarını parçaladılar. Kaldırım kan gölüne döndü. Yere düşenlere acımasızca tekme ile vurmaya devam ediyorlardı. Karşı kaldırımda toplum polisi müdehalede bile bulunmuyordu. Öldürülesiye barbarca dövülenler bu ülkenin evlatları değildi sanki? Kimseden karşı koyma müdehalesi yoktu!.. Vatan evlatları, emekçiler Türk yurdunun merkezi Ankara’nın göbeğinde katlediliyordu... Ve herkes suskunca barbarlığa bakıyorlardı!
İlbey hiddetlendi, gözleri yuvasından çıkarcasına öne fırladı:
-Lan alçak kızıl köpekler, imansızlar yetti gayri cennet ülkemizi cehenneme çevirdiğiniz!
Arabanın kapısını açar açmaz fırladı ileriye. Kürşat ve Hakan’da aynı anda çıktılar arabadan. Şoför Mustafa onların çıkıp, marksistlere doğru koştuklarına baktı kaldı.
- Bende sizleri yalnız bırakırsam namerdim! Duruuuunnnnnnnn bende geliyorum sizlerle gardaşlarım, der demez arabanın el frenini çeker çekmezbir ok gibi fırladı ileriye şoför Mustafa
Dört kişinin üzerlerine geldiğini gören marksist gençler korkak ve ürkek bakışlarla gelenleri süzüyorlardı. İçlerinden bir haykırdı:
-Gelenleri tanıyoruuummm! Bunlar Gazi’nin Faşistleriiiii!.. Saldırııııınnnnnnnn!
Üç genç ve şoför korkusuzca fırın emekçilerinin yardımına koşuyorlardı. Her tehlikeyi göze almışlardı. Öyle inaçlı koşuyorlardı ki; dört kişilik ordu, yüzlercesine karşı koyuyordu. Hazreti Muhammed’e (s.a.v), dinimize hakaret etmelerine, suçsuz eli nasırlı emekçi fırıncılara saldırmalarına artık tahammülleri yoktu. Ya hep, ya hiç olacaktı. Peygamberler yurdunu cehenneme çevirenlere bu fırsatı vermeyeceklerine and içen Ülkücü gençler ölümden korkuları yoktu! Kürşat ruhu ile atıldılar ileriye!
Fırıncı emekçileri hala tekmeleyenlerden bir tanesinin yakasından tutar tutmaz şiddetle kafa attı İlbey. Darbeyi alan marksist genç yere çakıldı kaldı. Kürşat, Hakan, Şoför Mustafa tekmelerle giriştiler yakaladıklarına. Marksist gençler, böyle bir tepki alacaklarını tahmin edememişlerdi. Geri çekilmeye başlarken marksist gençler, olaya gelen toplum polisi araya girdi. Su fışkırtan panzerler daldı kalabalık arasına ve tazyikli suyu hedef belirlemeden sıkıyordu sağa sola. Suyun şiddetine kapılanlar asfaltta sürükleniyorlardı. Meydan adı konmamış savaş gibiydi. Bağırtılar, çığlıklar Ankara’nın sessizliğine damgasını vuruyordu... Halkın korku dolu bakışlarında olaya el koymaya çalışan polislerde atılan taşlardan nasibini alıyordu. Panzerler gençler arasına dalarak onları dağıtmaya çalışsa da başarılı olmadı. Kin ve nefret duygularla yüklü marksist gençler, kan akıtmaya and içmişler gibiydi ısrarlı davranışlarında...
Elli kişilik grup, İlbey’lere saldırışa geçti. Ellerindeki sopalarla dört kişinin üzerine hücum ederlerken, kalabalık arasından peş peşe silah sesleri duyuldu. Polisler ve sinama seyircisi gibi olaylara heyecanla bakan halk endişe verici tedirginlikle silah seslerinin geldiği tarafa baktılar. Panzerler o kalabalığa doğru ilerlerken Kürşat’ın gökkubbeyi parçalarcasına çığlığı duyuldu:
-Vurulduuuummmmm! avazı ile yere serildi!.. Beyaz güvercinler can havli ile çatılardan uçup giderlerken gök kubbe titredi Kürşat’ın çığlığı ile...
DEVAM EDECEK...
Zafer Direniş
...
04 Aralık 2011 Pazar 15.00 Lahey