- 615 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AKBABALAR GELİNCE
AKBABALAR GELİNCE
– Kalk Selim, kalk!
Uykumun arasında duyduğum sesin rüya mı, gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken, ayağımın altına yediğim tekme ve arkasından;
− Kalk ulan kalk, koyunlar yok! sesiyle birlikte yerimden fırladım.
Koyunların yattığı yere baktım, hakikaten sürü yoktu. Ağabeyime baktım, o da yoktu.
− Şimdi buradaydı, nereye kayboldu?
Gözlerimi ovuşturarak etrafa bakındım. Neler olduğunu, ne yapacağımı düşünürken, iki el silah sesi, gecenin sessizliği içinde dağlarda yankılanıverdi. Bu ses, ağabeyimin toplu tabancasının sesiydi. Arada sırada ben de kullandığım için silahın sesine aşinaydım.
Paltomu akşamdan kesip yediğimiz koçtan kalan etin üzerine örterek, silah sesinin geldiği yöne doğru hareket ettim. Uyumadan önce Güneş’e meydan okurcasına parlayan Ay batmış, çarşaf gibi süt beyaz olan hava bulutlanmış, ışık seli ile olan yıldızlardan eser kalmamıştı. Alaca karanlıkta çevredeki hiçbir şey net olarak seçilemiyordu. Çayırın üst tarafındaki çalılık bölgeye geldiğimde, ahlât ağaçlarının dibinde iki karartı beni olduğum yere mıhlayıverdi.
“Bunlar da ne böyle? Kurt mu, ayı mı?”diye irkildim.
Etrafta derin bir sessizlik hâkimdi. Sessizlik ve karşısında duran iki karartı. Birden bire tepemden aşağı boşalan soğuk ter, tırnak uçlarıma kadar indi. Kalp atışlarımın sesini rahatlıkla duyabiliyordum. Yanımda dayaktan başka silah yoktu. Geri dönüp gitmek istedim ama gidemedim. Hipnotizma olmuş gibi o meçhul hayaletlere odaklanmıştım. Onlara bakarken üç gün önce karşılaştığım kurt geldi aklıma.
“Bu kurt, o kurt olmasın? ”
Sabaha karşı yaylaların üzerine çöken duman, kuşluk vaktinin yaklaşmasıyla birlikte yükselmeye başlamıştı. Örtünün kalkmasıyla birlikte tabiatın muhteşem güzelliği gözler önüne serilmişti. Bir kayanın üzerine çıkarak, etrafı seyr-ü sefa ederken, bir koyun ve arkasında ne olduğunu kestiremediğim bir hayvan, Bağlama Deresi’ndeki yolun kenarında gidiyorlardı. Olayı çözmek için onlara doğru koşmaya başladım. Aramızda 500-600 metre kadar bir mesafe vardı. Ben daha yolu yarı etmemiştim ki, koyun ve arkasındaki yoldan çıkıp, dereye yöneldiler. Daha bi hızlı koşmaya başladım. Ayaklarımın şapırtısı, sessizliğin en belirgin sesiydi. Nefes nefese onların yolu terk ettikleri yere geldiğimde yönü aşağıya inmeye hazır, kafası yukarıya dönük bir mahlûkla karşı karşıya geldim. Aramızda sadece üç – dört metre mesafe vardı. Kitaplarda gördüğüm resimlerden bunun ne olduğunu anlamakta zorlanmadım. Pırıl pırıl beyaz tüyleriyle genç bir kurttu bu. Koyun aşağıya indiği halde, kurt kayalığın başında kalmıştı. Belli ki, benim ayak seslerini duymuş, olaya göre tavır almak için orada kalmıştı. Ergenekon Destanı’ndaki kurt gibi gerili vaziyette, öylece duruyordu. Tam hedefine ulaşacakken;
“ Bu da nereden çıktı.” diyordu, belki de aklından.
Elimde dayaktan başka bir şey yoktu. Bu yaşıma kadar bir kurtla karşılaşmamıştım. Ne yapacağımı bilemediğim için ben de gerilmiş bir vaziyette kurda bakıyordum.
Kurt, olası bir tehlike anında kaçmak için dere yönünü kontrol etti, aşağısı uçurum. Yukarı baktı, kaçacak yerde ben varım. Kurt bunları düşünürken, ben de kurdun bana saldırması esnasında ne yapabileceğimi düşünüyordum. İkimiz de birbirimizin yapacağı ilk hamleye odaklanmıştık. İkimiz de çaresiz bir vaziyette birbirimize bakıyorduk. Bir süre böyle bakıştık. Saldırıya hazırlıklı olmak için yerden taş almaya eğilmişken, kurt bana doğru bir hamle yaptı. Korku içerisinde kendimi geri çektim. Kurt, o boşluktan faydalanarak düzlüğe çıkıp koşmaya başladı. Kurdun hamlesinin bana değil de kaçmak için olduğunu anlayınca rahatlamıştım. Yerden almış olduğum taşları kurdun arkasından peş peşe fırlattım. Taşlardan birisi isabet etmişti. Canı yanmış olacak ki, çemkirerek dere yolunu tutup, gözden kayboldu.
Kurdu uğurladıktan sonra deredeki koyuna baktım, göremedim. Aşağı inmek için yol aradım. Birkaç denemeden sonra ancak dereye inebildim. Koyun, kayanın dibinde korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Kayanın dibinden yukarı baktım.
“ Allah, Allah! Bu koyun buraya nasıl inmiş olabilir?
Yeniden koyuna baktım, kayalığa baktım. Yedi sekiz metre yükseklikte dik bir uçurum.
“Vahşi kurt bile cesaret edip aşağı atlayamadığı halde, koyun bunu nasıl başarmış olabilir? diye fikir yürüttüm ama makul bir cevap bulamadım.
“Kurt, dumanlı havayı severmiş.”dedikleri doğruymuş. Dumandan faydalanarak sürüden ayırdığı koyunu gözlerden uzakta bir yere getirmişti. Bir yanda et, bir yanda su. Mükemmel bir ziyafet çekecekti kendine ama olmadı işte. Nasip. “ dedim, kurdun adına üzüldüm
Koyunun yanına vardım Arkasına geçip kış’ladım. Koyun hareket etti, yürüyordu. Koyunu tuttum, sağına soluna baktım, hiçbir yerinde yara bere yoktu. Yeniden uçuruma baktım.
“ Hayret edilecek bir durum, bu koyun buraya nasıl inmiş olabilir?”
Koyunu önüme katıp, müsait bir yer bulup, dereden çıkardım. Koyun düzlüğe çıkar çıkmaz sağa sola koşmaya başladı. Biraz önce emre itaat eden asker gibi kurdun önünde yürüyen koyun, şimdi beni takmıyordu. Koyunu önüme katmak için epey çaba harcadım. Koşmaktan yorulmuş ve terlemiştim. Mücadeleyi bırakıp bir taşın üzerine oturdum. Koyun, meleyerek sağa sola koşmaya devam ediyordu. Dinlenmek üzere oturduğum taşın üzerinden koyunun kurt önündeki haliyle, şu anki halini düşündüm
“ Demek ki, kurdun önünde giderken, ensesine silah dayalı adam gibiydi. Korkudan kıpırdamadan gidiyordu. Şimdi korkuyu atlamış, hürriyetine kavuşmuştu. Onun için böyle davranıyor olmalı.” dedim.
Ben bunları düşünürken bize ait olan sürü sırtı dönmüş, düzlüğe doğru salınmıştı. Koyun sürüyü görünce meleyerek koşup sürünün içine karıştı. Sürünün içinden bazıları gelip onu kokladı. Belki de “ Hoş geldin.” demişlerdi. İçlerinden birisi dikleşerek tos vurmak istedi. Karşısındakinden karşılık alamayınca vazgeçti.
Olay, film şeridi gibi geçti, gözlerimin önünden.
“ O kurt, bu kurt olmasın. Üstelik yanında bir de arkadaşı var.”
Bu düşünceyle korkum bir kat daha arttı. Yönümü başka tarafa çeviremiyordum. Arkamı döndüğüm anda karşımdakilerin üzerime atlayacağından korkuyordum. Bu yüzden hep onlara bakıyor, dayak elde, tetikte bekliyordum. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Beklemekten usanmış ve yorulmuştum. Gözümün birisini onların üzerinde bırakarak öbürüyle etrafı kolaçan ettim.
“Sürü ekin tarlasını basmış olsa buralarda olurdu, demek ki sürüye kurt vurdu. Eğer öyleyse yandık. Vay namussuz köpek, sen kancık peşinde koş, koyunu kurt kırsın.”
Alaca karanlıkta sadece karşımdakiler değil, çevredeki her şey başka türlü görünüyordu. Etrafı bırakıp yeniden o esrarengiz nesnelere odaklandım. Karartılarda hiçbir hareketlilik yoktu. Heykel gibi hiç hareketsiz öylece duruyorlardı.
“ Bunlar kurtsa, niye bir harekette bulunmuyorlar? Ne olacaksa olsun.” dedim.
Gözlerimi cisimlerden ayırmadan yavaşça yere eğildim. El yordamıyla yerden iki taş aldım. Eğilip doğrulduğum halde karşımdakilerde hala bir kıpırdama yoktu. Taşlardan birisini hafifçe onlara doğru attım. Taşla birlikte karartılar yavaştan hareket etti. Bu hareketlenme ile birlikte yüreğimdeki korku, bir nebze olsun dağıldı.
“ Bunlar koyun be” dedim ama yinede temkini elden bırakmadan, bir elimde saldırıya hazır halde tutmuş olduğum dayak, öbüründe taş, yavaştan üzerlerine doğru yürüdüm. Karartılarda hala olağanüstü bir hareketlilik yoktu. Yanlarına vardığımda iki koç, umutsuzca bana bakıyordu.
− Ulan yüreğimi ağzıma getirdiniz. Ne koyun oğlu koyunsunuz, dedim.
Onların hemen arkasındaki çalıların dibinde, üç koç daha gördüm. Onları da öbürlerinin yanına getirdim. Yakın çalıların diplerine baktım, başka göremedim. Korkum tamamen dağılmıştı. Koyun da olsa yanımda bir şenlik vardı. Ne yapacağımı, ne tarafa gideceğimi kestiremedim. Ağabeyimden haber alabilmek için birkaç kez bağırıp, haremi ıslığı çaldım. Islığa ıslıkla cevap geldi. Bu sayede ağabeyimin yerini tespit etmiş oldum. Koyunları önüme katarak ıslığın geldiği istikamete doğru hareket ettim.
Ağabeyime yetişebilmek için alaca karanlıkta dağ taş, dere tepe, demeden düşe kalka ilerliyordum. Ayaklarım bazen bir çukura düşüyor, bazen bir taşa, tümseğe çarpıyordu. Çarpmış olduğum bir taş, ayağımı acıtmıştı. Topallamaya başladım. Bir zaman aksayarak yürüdüm. Havada hafiften bir serinleme oldu. Belli ki çiğ yağıyordu. Derelerden tepelerden kurtulup düzlüğe çıkınca bir süre bekleyip sessizliği dinledim. Etrafta ne bir ses, ne bir nefes vardı. Çubuk Tepesi eteğine gelmiştim. Yorulmuştum; çimenlerin üzerine uzanıverdim. Öyle tatlı bir uyku bastırmıştı ki...
“Uyumamalıyım, nereye kayboldu bunlar?”
Uyumamak için direniyordum. Canım iyice sıkılmıştı. Çubuk Tepesi’ndeki çalılara baktıkça onları da başka türlü görmeye başladım. Tepenin yamaçlarında seyrek olarak yemişen, tavşan elması çalıları ile tek tük çam ağaçları vardı. Bunların ne olduğunu biliyordum ama geceleyin her şey başka türlü algılanıyordu. Uykusuzluğa daha fazla dayanamadım. Kendimi çiğden ıslanmış çimenlerin üzerine bırakıverdim. Tam uykuya dalmak üzereyken uzaklardan çan sesleri gelir gibi oldu. Başımı kaldırıp sesi dinledim. Çan sesleri, Çubuk Tepesi’nin arka yüzünden geliyordu. Zorla da olsa yerimden kalkıp önümdeki küçük sürü ile birlikte Çubuk Tepesi’ne doğru yöneldim. Tepeye doğru tırmanırken ağabeyimin sesi gecenin içinde yankılandı.
− Selimmm! Selim!
Ses, Tenemeke Pınarı civarından geliyordu. Sese cevap verdim. Ağabeyim, pınarın başına gelmemi söyledi.
Önümdeki koyunların yönünü pınar istikametine çevirdim. Koyunlar, yorgunluktan mı, korkudan mı, o kadar uysal hareket ediyorlardı ki, ne tarafa çevirsem önümde dağılmadan gidiyorlardı. Tepenin yüzünü dönünce sürünün karartısını görmüştüm. Pınarın başındaki düzlükte karşılaştık Getirdiğim beş koyunla birlikte sürüyü üç defa saydık, üç koyun eksikti. Birbirimize bir şey demeden bir süre sürüyü seyrettik
Ağabeyim, morali bozuk ses tonuyla;
− Hadi topla da gidelim, dedi.
Sürüyü önümüze katarak, gece kaldığımız Karabayır Arkası istikametine doğru hareket ettik. Uykum dağılmıştı ama aklım karmakarışıktı.
– Sürü buraya nasıl geldi, öbürleri sürüden nasıl ayrıldı? diye sordum.
Ağabeyim soruyu duymamış gibi yaptı. Sonra canı sıkkın bir ifadeyle;
– Sürüye kurt vurmuş. Yatarken mi, yoksa yayılıma kalkınca mı, orasını bilmiyorum, dedi.
Sürünün şaşkın bir hali vardı. Başlarını yere eğmeden, yola düzülmüş kervan gibi önümüzde gidiyordu. Giderlerken sürünün buraya kadar gelmesi, beş koyunun sürüden ayrılması, kayıp üç koyun hakkında birçok tahminlerde bulunduk. Ağabeyim çobanlık yaptığı süre içinde karşılaştığı kurt hikâyelerini yol boyunca anlatıp durdu. Sürüye kaç kez kurt vurmuş, kaç defa köpeklerle kurt kovalamışlardı. Bu hikâyeleri defalarca anlatmış, ben de defalarca dinlemiştim ama bu baskı benim için diğerlerinden farklı olmuştu. Ağabeyim, çocukluğundan itibaren çobanlık yaptığı için herkes ona kâhya derdi. Şahsever Kâhya.
− Belki de kurt saldırmamıştır, dedim.
− Hayır, dedi ağabeyim. Bu iş, kesin kurt işi. Bu kadar ekin, fiğ tarlası, çayır varken o kadar uzağa gitmezdi. Sürü, panik halindeydi, arkalarından zor yetiştim.
− Haklısın, demekle yetindim.
Zira bu konuda benim bir tecrübem yoktu. Öğrenci olduğum için yaz tatillerinde aileme yardım ediyordum. Koyunları, özellikle de koçları çok seviyordum. Koçlar, koyunlardan çok farklıydı. Sabah güneşi ile birlikte birbirlerine bir meydan okumaları vardı ki, görülmeye değer bir manzara idi. Meydan okumaların arkasından toslaşmalar başlıyordu. Toslaşmalar, önce bir iki metre mesafeden başlıyor, üstünlük sağlanmayınca, mesafeyi açıyorlar, beş altı metre gerilerek vuruşmaya başlıyorlardı. Boynuzların çıkardığı sesler, iki kayanın çarpışmasından farksızdı. Koçların toslaşmaları, en iddialı boks maçlarından daha zevkli geliyordu bana. Oyunla başlayan toslaşmalar, bazen sertleşiyor, düelloya dönüşüyordu. Düello uzarsa, çobanlar araya girip müsabakayı bitiriyorlardı.
Geceki yatak yerine geldiğimizde şafak sökmek üzereydi. Sürü ile birlikte yatak yerinin üzerindeki tepedeydik. Koyunlar, üç kilometrelik yolu tek ot bile koparmadan geldikleri halde yine başlarını yere eğmiyor, yayılmıyorlardı. Kafaları havada, bizimle birlikte tepenin üzerinden karşı dağları, yamaçları seyrediyorlardı. Kim bilir, belki kaybolan arkadaşlarının akıbetini düşünüyorlar, belki de gece yaşadıkları şokun etkisi altındaydılar.
Gece bulutlanmaya başlayan hava, sabaha karşı yeniden açılmaya başlamıştı. Yükseklerde tek tük beyaz bulutlar kalmıştı. Bu görüntü, yeni günün sıcak geçeceğinin alametiydi Güneşin doğduğu yer kızıllaşmaya başladı. Kızıllık, yavaş yavaş aydınlığa dönüşüyordu. Güneş, henüz kendisini göstermemişti ki, önce akbabalar, arkasından kargalar, hemen aşağımızdaki çayırın üzerinde dönmeye başladılar. Bunların havada dönmeleri hiç de hayra alamet değildi. İçimden;“Eyvah!”dedim. Ağabeyim de aynı şeyi düşünmüş olacak ki, ikimiz aynı anda göz göze geldik. Bakışmanın sonucunda;
− Git bak hele, aşağıda neler olmuş? dedi, ağabeyim soğuk bir sesle.
Tepeden aşağı, koşarak çayıra indiğimde üç tane akbaba, olaya müdahil olmuşlardı bile. Bir koyun yerde yatıyordu. Akbabalar orasından burasından çekiştiriyorlar, kargalar da akbabalardan fırsat buldukça pay kapmaya çalışıyorlardı. Ben koyunun yanına yaklaşınca, leş yiyiciler uzaklaşmak zorunda kaldılar. Akbabaların meydan okur bir halleri vardı.
“Bu bize ait, çekil git!” der gibiydiler.
Bir süre manzarayı izledikten sonra, ağabeyime seslendim.
− Kurt, bir koyunu gırtlaklayıp, öldürmüş!
Haberi verdikten sonra yerde yatan, karnı şişmiş, bacakları gerilmiş koyunun yanına varıp, etrafında dolaştım. Sonra çalıların arkalarına baktım. Başka telef yoktu. İnceleme yaparken karşı yamaçlara konaklamış akbabalarla kargalar dikkatimi çekti. Belli ki onun gitmesini bekliyorlardı.
“Akıl alır gibi değil, dedim akbabalara bakarak. Sabahın seherinde, bunların burada ne işi var? Nereden gelmiş olabilirler? Bu havalide akbabalara, kartallara pek rastlanılmaz. Olayı kimden, nasıl öğrenmiş olabilirler? Bu kadar erken saatte olay yerine nasıl intikal edebildiler? Nasıl bir istihbarat, nasıl bir iletişim? diye kendi kendime fikir yürüttüm.
Ben bu soruları sıralarken başka kuşlar da gelip kondular öbürlerinin yanı başlarına. Sorduğum sorulara kendimce cevaplar bulmaya çalıştım.
“Akbabalar, bu saatte buraya sadece karın doyurmak için gelmiş olamazlar. Demek ki, görev icabı buradalar. Onlara bu görevi veren yaratıcı, onları öyle bir donanımla donatmış ki, anında olay yerinde olabiliyorlar, hem de hiçbir ücret talep etmeden.
Yeniden yerde yatan cansız bedene baktım. Sinekler üzerinde uçuşuyordu. Onlar da görev başındaydılar.
“İyi ki leş yiyiciler var. Yoksa biz bu leşi, ne burada görebilir, ne de bulabilirdik. Leş yiyiciler ve rüzgârlar olmasaydı yaşadığımız bu kâinat, pislikten, pis kokudan yaşanmaz olurdu. Allah (c.c), ne muntazam bir düzen kurmuş, dedim. Yaratana şükrettim.
Ben bu düşünceler üzereyken, ağabeyim sürüyü çayırın üst tarafına kadar getirdi, orada bırakıp, olay mahalline geldi. Önce yerde yatan cansız koça baktı. Sonra telaşla çevredeki çalıların dibini tek tek aradı. Hiç konuşmuyordu. Yüzünde karanlık bir ifade vardı. İnceleme işi bitince, leşin başına gelip, hiç konuşmadan bir süre daha ona baktı. Yamaçlarda konaklamış olan akbabalar, kargalar ve diğer kuşlar, sabırsızlık içinde oradan oraya konuyorlardı.
– Yüzelim de derisini bari alalım, dedi
Koyunu yüzüp derisini aldık. Arka iki budunu akşama kadar yanımızda olup da gece bizi yalnız bırakıp, kızan peşine giden köpeğe ayırdık. Kalan kısım, akbabalara, kuşlara, sineklere, böceklere ziyafet oldu.
Gece kesip yediğimiz topal koç ziyafeti, bize pahalıya mal olmuştu. Bir telef, iki kayıpla geceyi kapatmıştık. Kayıpları bir hafta sonra ayrı sürülerde bulduk. Onlar, sürüden nasıl ayrılmışlardı, oralara nasıl gitmişti, biz sormadık, onlar da söylemediler.
S O N
SALİM DEMİR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.