4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
686
Okunma
“Avlu duvarının arka sokağa bakan dış yüzünde bir yarık vardı. Oraya bana yazdığı mektuplarını koyardı. Ben de fırsatını bulunca gider, kimseler görmeden bunları alır okurdum. Bulurlar diye saklamaz, okuduktan sonra mektupları ortadan kaldırırdım. Cevap da yazmazdım. Benim cevabım mektupları alıp okumaktı. Epey mektup yazdı bana; siz deyin dört, ben diyeyim beş. “
Önündeki bardağa uzandı, bir iki yudum aldı.
“Derken bir gün, küçük ağabeyim Dimo, hani şu daha sonra karısı tarafından vurulacak olan, durumu keşfetmiş. Deliğe konan mektubu benden önce almış. Benim olan bitenden haberim yok; daha sonra öğreneceğim. Mektubu aldığını bana belli etmedi. Kimseye de söylememiş. Sadece benim yavuklu mektubun okunup okunmadığını görmeye geldiğinde kedisinin boğazından duvara çakılmış cesediyle karşılaşmış.”
Masanın etrafındaki kimse böyle bir son beklemiyordu. Herkes birbirine bakarken ortamı yumuşatmak istedim:
“Farkettiyseniz bu sözünü ettiğimiz olaylar Hitler’in başa geçmesinden önce oluyor. Hatta eğer Madam o dönemde on altı yaşındaysa ay farkıyla 29 krizinden bile evvel olabilir.”
Söylediklerim Madam’ın ilgisini çekmedi. Gözlerini masa örtüsüne dikmiş bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra devam etti:
“On altı yaşındaydım. Babamın gözbebeğiydim. İki ağabeyim vardı ama babama sadece benim nazım geçerdi. Ağabeylerim de bu durumu kabullenir, ses etmezlerdi. Belki de Dimo o yüzden bu kadar sert tepki göstermişti: Babamın en kıymetlisinin başına bir şey gelmemesi için. Bu olayın üzerinden fazla geçmemişti ki dedeniz beni istetti. Çarşıda büyük bir kumaş dükkanları vardı. Beni orada görmüş. Sonrasını biliyorsunuz.”
Sonrasını biliyorduk. Madam biraz daha su içti.
“Kahveler gelmedi mi?”
“Hatice senin anlattıklarını dinlemeye dalmış. Şimdi getirir.”
“Sanki ona anlatıyorum.” Kahvesinin hazır olmamasına sinirlenmişti. “Şimdi acele eder, yarısını köpüksüz getirir.”
“Bu kadar kişiye nereden köpük yetiştirsin?”
Teyzem, biraz da Madam’ı yatıştırmak için mutfağa gitti. Çok geçmeden Hatice’yle beraber, ellerinde kahve tepsileri döndüler. Önüne konan fincana bakıp Madam yüzünü buruşturdu. Yine de bir şey söylemedi. Bir yudum alıp fincanı geri bıraktı. Tekrar anlatmaya başlamasından keyfinin yavaş yavaş yerine geldiğini hissediyorduk.
“Yıllar sonra dayınız Yorgo’nun odasını topluyordum.”
Bunu benimle yanımda oturan teyzemin oğlu Kosta’ya bakarak söylemişti. Dayımın ortanca oğlu da, eşiyle beraber masadaydı ama nedense onları yoksaymıştı.
“Yatağının yanıbaşında resimli dergiler vardı.”
“Nasıl resimli dergiler Madam?”
Kosta susmam için dirseğiyle hafiften böğrümü yokladı.
“Var ya işte, siz oğlan çocukları okuyorsunuz, vurdulu kırdılı.”
Oğlan çocuğu dediği Kosta otuz üç yaşındaydı, ben ise daha da büyüktüm.
“Teksas mı onlar Madam?”
“Yok, değildi.”
“Tommiks?”
“Ne bileyim ben? Neyse ne. Dergi işte. Füzeler, müzeler vardı.”
“O zaman... Baytekin!”
“Hah o. Neyse, ne diyordum?”
Kosta bana “O da ne?” dercesine baktı. Sonra anlatacağımı işaret ettim.
“İşte dayınızın Baykuş dergileri arasında...” Bu sefer gülmemesi için Kosta’yı ben dirsekledim; sonuç daha kötü oldu. Madam duymamazlıktan gelip devam etti:
“Dergilerin sayfaları arasından mektuplar çıktı. Bir kızla yazışıyormuş. Kız bizim oralardan değil, büyük şehirli. Hangi ara tanışmışlar da yazışmaya başlamışlar, bilmiyorum. Durumu dedenize söyledim. Yüzü kıpkırmızı oldu. Öyle zamanlarda yanında durulmazdı.”
“Dayım bu arada kaç yaşında Madam?”
“On altı, on yedi filan.”
“Çocuk da değilmiş ki. Ne kötülük var bunda, yazışsaymış kızla.”
“Siz zamane çocukları ne bilirsiniz bunları? Dayınız o zaman çok cahildi. Cahildi diyorsam gönül işlerinde cahildi. Elin uyanık şehirli kızı bunu ayartıverirdi, basardı nikahı.”
“Fena mı işte, mürüvvetini görürdünüz.”
Omzumda bir el hissettim. Annemdi. Eğilip kulağıma fısıldadı:
“Gelsene sen benimle içeri.”