- 1874 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEHRİYAR SIZISI
Ayşe Ablanın, mahalleyi boydan boya yırtan çığlıkları olmasaydı, o gün Mutlu Sokak için yine sıradan bir gün olacaktı. Güneş sabahın erken saatlerinde, ümitsiz kollarını kiremit damların üzerinde gezdirecek, bu vasat yaşam kümesindeki insanlara, hayatlarında bir öncekinden farklı olmayan bir günün daha başladığını gösterecekti. Biz sofrada çayımızı yudumlarken, nenem divanın üzerinde, dedem İdris Sadi Bey’in hayaliyle konuşacak, külle açılmaktan iyice incelen demlik sobanın üzerinde titreyecek, musluk damlayacak, soba boruları tütecek, babam hırdavatçı Selahattin Efendiye “bıyık altı sövmeler kitabından” pasajlar okuyacaktı.
Ben artık doğal bir refleks haline gelen ev işlerine başlamazdan önce, iki dirseğimi pencereye dayayıp kasetçi Necmi’nin sokağın ucundan görünmesini bekleyecektim. Necmi, mahallenin Unkapan’ı. Toplar ikinci el bantları, berbere, kahveci Muhittin Abiye, mahallenin aşk illetine tutulmuş delikanlılarına ve kızlarına satar. Bantlar arada tutukluk yapsa da, tükenmez kalemi ortasına geçirip çevirdin miydi kahverengi şeritteki dolaşıklık düzelir, şarkı kaldığı yerin biraz daha ötesinden çalmaya devam eder. Babam pek kızar şarkı dinlememize. O yüzden tek çarem penceremin önünden geçen Necmi’nin, tezgahın bir köşesine sabitlediği iki gözlü teypten çaldıracağı şarkıları beklemektir. Artık bahtıma ne çıkarsa, “Cumbullu cumbullu aslanım aslan/ Sağ yanım çürüdü sol yana yaslan.” Ya da “Evlerinin önü yoldur, yoldan geçen karakoldur.” Arada ecnebi kasetler de düşer tezgaha. Fakat bu pek nadirdir. Mahalleli hiç sevmez anlaşılmaz şeyleri. O kadar yorgundurlar ki, bir de şarkılara kafa yoramazlar. Yabancı gelen her şey tedirgin eder onları. Bildikleri her şeyin bir anda yalan olmasından, büyük bir sadakat ile bağlı bulundukları vasat yaşantılarını kaybedeceklerinden korkarlar belki de. Bazıları ise yabancı şarkıları duyunca Necip’in üzerine yürür. “Şerefsiz oğlu! Fransız uşağı! Batı çığırtkanı!” ve daha pek çok yüz kızartıcı sıfatla, tekme tokat mahalleden kovulduğu da olmuştur Necip’in. Zavallı, birkaç gün bizim mahalleden geçmez, olayın unutulduğuna kanaat getirdiği vakit yine her zamanki alaturkalığında görünür sokağın başından. Evvela eskicinin arkasına saklana saklana ilerler. Sonra serdengeçti ve vatanperver gençlerden kimseyi göremeyince açığa çıkar ve teybini açar.
Bu sabah Ayşe Ablanın koşarak pencerenin önünden geçmesini izledim. Yüzünde derin depremlerin kırıkları, ölüsü dışa vurmuş birer mezarlık gibi ürpertici gözleri, her adımda sokağın iki yanındaki pencerelerde patlayan ayak sesleri, koşarken ondan önce gitmek için çırpınan memeleri ve göbeğiyle Ayşe Abla geçti penceremin önünden.
***
Nazilli’den halam geldi. Nenem hiç bakmadı yüzüne. Onun için varsa yoksa İdris Sadi Bey. Durur durur “Eh ben artık gideyim, hacı babam söylenir. İdris Efendi de yolumu bekler. Dönmüştür tarladan” der, gitmek için davranır. Annem iki kolundan tutar da zor zapt eder onu. Oturtur gül etekli divanına. Nenem susmaz kolayına. “Karşı köyün ışıkları tekmil söndü. Karanlıkta nasıl giderim ben? Gavurun kızı ne diye salmazsın beni!” Annem aldırmaz. Aldırmamayı öğrendi ahir ömründe. En güzel susarak geçer zaman. Susarak şifa bulur öfkesi ve acıları. O yüzden daima, kulaklarının üzerinden geçen al çatkısı vardır annemin başında. Duymaz, duymamayı öğrendi ahir ömründe.
***
Halam ve annem taşlıkta oturmuş sülale kadınlarının yaşını hesap etme telaşına düşmüşken, Ayşe Abla yine her zamanki saatinde göründü sokağın ucunda. Elinde koca bir çubuk. Yarı beline kadar ıslanmış entarisi. Yaşmağını burnunun üzerine çekmiş. Yavaş yavaş yaklaştı, büyüdü ve yeniden küçülüp kayboldu sokağın diğer ucunda. Halam ürktü onun bakışlarından. Nas okudu seslice. Ölü bir koku titreyip geçti burnumuzdan. Gitti de perdelerimize kondu. Ne zaman Ayşe Abla dere kıyından dönse, eteklerine sinen ölü kokuyu bırakır gider bize. Nefesimizle ciğerimize dolar bu koku. Dönüşür durur öfkeli bir yılan gibi içerimizde. Bu bir lanettir? Gördüğünü görmedim diyenlerin mesul olduğu uğursuz, utanç verici ve kahredici bir lanet.
Uzatıp ellerimizi perdelerimize yapışan uğursuz karaltıları topladık geceleri. Lime lime paçavralara bulandı ellerimiz. Yanmış kumaş zerrecikleri kirpiklerimize ve burun kıllarımıza takıldı. Velhasıl toplayıp atamadık içerimizdeki yılanı. Biz bir ucundan çektikçe, o daha kuvvetle dolandı göğüs çatalımıza. Gün gün soluksuz kaldık. Çareyi sokağın ucuna diken topağı koymakta bulduk. Arnavut Osman dere kenarından kırktığı dikenleri traktörünün arkasına bağlayıp getirdi. Sokağın kadınları bir nefes aralığı kalmayacak şekilde tıkadı dikenleri Mutlu Sokak tabelasının altına. Nenem bile duramadı evde. Çekti etek uçlarını basma pijamasının beline, iki yana düşe devrile gitti barikatın önüne. Annem nenemi de alıp geri döndüğünde, ikisinin de ellerinden kan damlıyordu.
Artık Ayşe Abla sokağın başından görünmeyecek, yaklaşıp büyümeyecek, küçülüp kaybolurken eteklerindeki ölü koku perdelerimize ve ciğerlerimize yapışmayacak. Necip diken topağının önüne kuracak tezgahını. Penceremin önünden şıngırtılı ya da ağlayan şarkılar geçmeyecek.
Fakat, öyle olmadı işte. Sadece bir gece nefes alabildi sokak. Ertesi sabah, eskisinden daha beter bir kokuyla uyandı ahali. Ezanla uyananlar kokunun geldiği yönü tayin etmek için açtı pencerelerini. Perdelerin dantelli eteklerini burunlarına sarıp, hep bir gözle sokağın başına baktılar. Ayşe Abla tabelanın altında oturmuş sessizce ağlıyordu. Annem hayretle haykırdı. Nenem yok. Çıkmış gitmiş biz uyurken. Kara lastikleri pabuçlukta. Atkısı köşedeki çivide. Tespihi kapının eşiğine düşmüş. Kapı hafif aralık. Kedi Gorbaçov yatmış da uyumuş sahanlıktaki terliklerin üzerinde. Her yanı sarı tüye bulamış.
Babam pijamalarıyla fırladı sokağa. Bahçe kapısının iki yanına dolanmış hanımeli titredi rüzgarından. Sarıya dönmüş yapraklar döküldü merdivene.” Allah’ım” diye ağladı karşı konağın penceresinde bir kadın. Karanlıkta idare lambası gibi gitti geldi yaşlı bakışları. Bu zerzevatçı Tahir’in karısı Gülsüm Hanım. “Şuraya bak” dedi, annem. “Gülsüm’ün penceresindeki dumana bak.” Herkes gösterişli konağın sardunyalarla süslü penceresine baktı. Tahir çekip aldı karısını camın önünden. Sonra sertçe örttü pencereyi, perdesini çekti. Küçük bir oyuncak düştü saksıların arasından beton avluya. İnce bir salyangoz cızırtısı büyüdü ve doldu kulaklarımıza.
***
Şehriyar’dı kızın adı. Bu erkek adıdır, dedilerse de, kandıramadılar Ayşe Ablayı. Şehriyar kaldı kızın adı. Büyüyüp okul çağı geldiğinde, mahallenin haşarı çocukları “şehriye” diye takıldılar ona. Gel zaman git zaman “şehriye” kaldı kızın adı.
Şehriye…İşte bu. Yanmış şehriye kokusu bu içimizde dolanan. Bizi boğan, sabahlara ve gecelere kör baktıran. Utandıran ve ağlatan. Şehriyar, on yaşında kalem kokulu bir kız. Dere almış götürmüş onu. Yıkayıp, paklamış. Ölüsü bir ay sonra komşu kasabalardan birinin sahiline vurduğunda, boynunda hala ipe takılı yuvarlak, mavi silgisi varmış. Biri çözülmüş örgüsünün, diğeri yosunlarla düğümlenmiş. Balıkçıların kucağında bir çarşafa sarılmış getirildiğinde mahalleye, ortalık aydınlandı. Yollar genişledi, fakat içimiz büsbütün tıkandı.
Biz gördük her şeyi. Tahir’in karısını da alıp yabancı memleketlere kaçışını da. Ama sustuk. Çünkü burası hayatın vasat bir düzenle yaşandığı küçük ve korkak bir sokak. Her birimizin haddinden fazla ağırlığı vardır omzunda. Bir karıncayı eklesen o ağırlıkların üzerine, yere batar da dünyanın altından düşerdik kara boşluğa. Şehriyar, ağırdı.
Tahir dükkanının arka bölmesinde oyuncak saklarmış. Divitinle kapattığı daracık kapıyı gösterir “En güzel oyuncaklar içeridedir. Şu ışığı tut da birlikte arayalım” dermiş. Çocuklar karanlıkta oyuncak aramak için girdikleri delikten, oyunları parçalanmış şekilde çıkarlarmış. Şehriyar, büyük adamlar gibi sessizce yürüyüp çıkmış dükkandan. Çantasının fermuarına takılı küçük oyuncağı düşmüş vitrinin önüne. Gorbaçov gelip koklamış. Burnunu torağa silip kaçmış oradan. Ayakkabıcı Rüstem dedi. Bir bunu görmüş, başka da bir şey gördüyse, iki gözü kör olsunmuş. Tevekkeli değil, Garbaçov bir tuhaf artık. Kimsenin penceresinin önünde yatmıyor. Kimseye sırnaşmıyor.
Tahir çıkmıştır ininden bir zaman sonra. Saçlarını düzelte düzelte geçmiştir vitrinin önündeki taburesine. Bir çay bile söylemiştir kendine. Şekerlisinden. Açık. Tatlı. Herkes gibi olmuştur saniyeler geçtikçe. Ben sen o, biz siz onlardan biri…Tanıdığımız, güvendiğimiz ve belki de sevdiğimiz ablak yüzlü şeker amcalardan biri olmuştur Tahir.
Şehriyar o uzak köye nasıl gitmiş? O köprüyü nereden bilmiş? Nasıl atlamış? Günlerce hatta aylarca cevap arandı bu sorulara? Sonun da Tahir’in karısı dayanamayıp, kadınlardan birine anlatmış bildiği her şeyi. Ertesi gün kayıplara karışmış karı koca.
Mutlu Sokak, unuttu bu vakayı da. Tahir Almanya’da ölünce karısı mahalleye bile döndü. Bir iki konuşmadı onunla kimse. Sonra her kötülük gibi, bu kötülük de sıradanlaştı. Vasat hayatlarımızla aynı rengi aldı. Eriyip kayboldu günlük acılarımızın arasında. Bir Ayşe Abla unutmadı hiçbir şeyi. Biz bir ondan utandık arada bir. Deli deli dolaştı durdu sokaklarda elinde koca bir çubukla. Dere kenarlarında Şehriyar’ını aramaya devam etti. Bir o inanmadı karanlığın aydınlığa karışıp erimiş olabileceğine. Her lekenin bir gün mutlaka zeminle aynı renkte buluşacağına. Bir biz inandık zamanla lekelerimizden arındığımıza. Rengimiz koyulaşıp lekemizle eş olunca, ondan arındığımızı sandık.
Nenem İdris Sadi Bey’in kabrine sığınmış o gece. Bir tek bana söyledi.
“Kapı kendiliğinden ardına kadar açıldı. Sonra ışık huzmeleri arasında İdris Efendi göründü. Ayağının dibinde bir sarı kedi. “Kalk koca kadınım” dedi, “az sonra ölmüş bir kız geçecek bu sokaktan. Bütün ahaliyi lanetleyecek. Sen benimle gel. Çünkü sen Allah’ın merhamet ettiklerindensin.” Kapı aralığından gördüm. Bizim diken topağının önünde duruyor kara önlüklü Şehriyar. Annesine bakıyor. Korktum da gittim İdris Efendi’nin peşinden. Ne yapayım kuzum, ben korkarım ölülerden.”
Necip yine bant satıyor ince tezgahında. Şarkılar değişmiş. Her şey gibi. Necip de değişmiş. Kır düşmüş saçlarına. Artık kimse “hain” diye dövmüyor onu.
Her şey çok şükür yolunda. Normal ve pis…
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
kirlenmişliklerimizi yıkanmış diye astığımız çamaşır iplerimiz arapsabunlunun temizliğindenmiyidi yoksa şimdilerde dahada çok kirlenmeye alıştığımızdanmıydı. çamaşır iplerimiz sağlamdı o zamanlar hemde içimizdeki temizlikler kadar onurlarımız kadar Öyle sağlamdıki yan komşumuzun daha cehizi bile tutulmayan kızını o çamaşır ipi öyle bir tutmuştuki dar ağaçlı tavan arasında dikme ağaçları.Herkesde sadece bir sus pus bir suskunluk birde küçük göz pınarlarından akan küçük yaşlar. İpin ucundaki kızın yaşları kadar sayıyla damlalar dökülür herkes üzülürdü. herkeste bir on iki damlalık göz yaşı on iki bin söz. Ah vah vah ! lı nakaratlar. Sonradan anası kaldırımda düşerken kafasını çarpmış. Morgtaki kızını üşütmemek için oda girmiş soğuk çekmeceye. Herkes adliyede gördü nedenini kelepçeli adamın elindeki kirleri. Çok sonra gördüm eli kelepçeli adamı bir elinde deterjan bir yüzünde sinsi bakış.Herkeste gülümseyişli bir bakış. Unutuluş ve kireniş. İşte bu yüzden arapsabunlu temizliklerde utanmaları sevdim. Bu aralar herkeste bir kirli beyaz modası ama en azından kaldırımlar temiz görünümlü. Çamaşırsuyumuz bile temizleyemedi görmezden gelen içimizdeki kirliliği......
yorum yapmak istedim. yazı süper olunce eleştirecek birşeyde olmayınca böyle yazayım dedim..
kutlarım.......
Aynur Engindeniz
Saygılar çokça.
biliyor musun düz bir çizgide yürürken birden , o çizgi üstündeki evin pencereleri pat diye kırılarak önüme düştü .
öyle ya mutlu sokağın insanları da kendi hallerinde oturup bir sürü boş laf ürettiler ,ama kimse sorgulamadı ,kimse de isyan etmedi,her şeyin üstü kapatıldı yolcular yoluna devam ettiler,
sadece su ağıda durdu sonra asileşti ve köpürdü . .../ içimizde ,onun dışında herşey normal akışında ,pis olduğunu sen gördün,ben de gördüm ,görmeyenler o kadar çok ki ,veya görüpte susanlar o kadar çok ki taş çatlıyor ve biz yürüyüp gidiyoruz çatlayan taşların üstünde
Derinliği kadar sevecen ve şirin dilleriyle özüme alabildiğince sevgi esenleyen güzel insan, doğal insan Aynur can;
Her insanın farklı, özgün bir yanı, bir kişiliği, duruşu olduğu gibi; her kalemin de özgün bir çizgisi, yansıyışı ve de etki alanı vardır, derinliğiyle birlikte. Bu bağlamda, sizin çok ama çok özel bir çizginiz, kendinize has, asla başkasıyla benzeşmeyen anlatımınız, özgün bir kaleminiz, renginiz var! Bu özellik, asla dayatmayla, öykünmeyle kısacası zoraki eklemelerle oluşturulamayacak kadar size özgü, size özel bir durum, bir varsıllık. Bu yüzden, çizginizi değiştirmemenizi dilerim! Elbette daha da geliştirebilir, daha faklı renkler ekleyebilirsiniz ama, asla ana çizgi, ana renk yani kendinize has özgün kaleminiz, yazım tekniğiniz değişmemeli! Sizin yazılarınızın adını bile koymak zor! Her ne kadar öykü veya deneme desek de; inanılmaz tadıyla, farklılığıyla sizin imzanız, kimliğiniz o kalem!Sizi okumak farklı bir tat, farklı bir algı ve dağarcığımıza katkı.
Gelelim "Şehriyar" a;
Her öykünüzde olduğu gibi, bunda da çok sayıda renkli kahramanlarınız, onların üstlendikleri birer misyon var; okura gönderdikleri mesajlarıyla, yaşamın içinden kesitlerle bize bizi, insanı, sokağı, sokağın ardındaki görünmeyeni... Farklı sesleri ve her sesin bir araya geldiğindeki ortak ses ile baskın sesi anlatan...
Her devir ve tarihte, her kesim ve kültür düzeyinde ortaya çıkabilen ve görünmeyen saplantılı, marazi bir istenç, bir sapkınlık olarak karanlıkta yüzünü gösteren hastalıklı ruhları kendine has anlatımıyla ortaya çıkaran,
Değerler zincirinin ciddi anlamda kırıldığı, böylesi bir kırılma noktasında mahallelinin meraktan öteye gitmeyen " öğrenme ve sonucu etkileme" iradesinin -bilinçli ve çözüme kavuşturucu yaklaşımlardan uzak - nasıl algılandığını, irdelendiğini net bir ifade ile okura aktaran
Geçmişten günümüze ; cinsiyet ayrımlarında, kadın ve çocukların korunup kollanmasında, istismara uğratılmamasında pek bir şeyin değişmediğinin...
Çocukları iğrenç emellerine alet edenlerin, kendi eşlerince bile görmezden gelinerek göz yumulduğunu, tepkisizliğiyle mağdurun karşısında, sapkının yanında sus pus durulduğunun...
Her olumsuzluğun unutulması gibi bunun da eninde sonunda unutularak ya da kanıksanarak sıradanlaştırılacağının altının çizildiği;
Her kahraman, her betimleme ve her vakıa ile okura; yaşamın içinden yaşanması muhtemel olay ve bulguları kendi içinde saklı YERGİ dili... Yalın, akıcı müthiş derecede güzel anlatımıyla okura aktaran muhteşem kalemin; açıkça her geçen gün kendisini aşarak zirveye ulaşma azim ve çabasıydı, paylaşılan öykü!
Her geçen gün kendini çoğaltan kaleme saygı ve dostlukla...
Aynur Engindeniz
Evet, kendimce -başkalarına kuralsız gelebilecek- bir anlatım oturtma gayesindeyim. Elbette kesinlikle eksikler çok. Ben bir hafta sonra öykülerimi tekrar elden geçiriyorum. İnanın kendi hatalarıma ve eksiklerime hayretle bakıyorum. Her geçen gün algımızı bir kat daha mı güçlendiriyor ne?
Sizin şiir konusundaki çabalarınız esas taktir edilecek işlerdir. Ve ayrıca insanlara yaklaşımınız, alçakgönüllüğünüz...
Çok teşekkür ederim tekrar. Var olun. Hayırlı bayramlar, mutlu günler diliyorum sizin için.
Sevgiler.
bu işte bi iş olduğunu sezmiştim geçen bölüm ...
ama böylesini ummamıştım ... insanlık ayıbı ablak suratlı Tahir ...
N.Ç. olayından sonra fena çarptı bu öykü ... bi de öyle güzel anlatıyorsun ki ... gözlerimin önünde oldu sanki ...
o mahalleye adım atmam yolum düşse de ...
ama ...
son cümle epey resmetti Türkiye'min panoramasını ...
normal ve piss !
Aynur Engindeniz
Evet, pis Tahirler...Ortalık onlarla dolu. Ve adam kılığına girmişler, ayırt edemiyoruz...
Gel o mahalleye birlikte gidip, ne kadar yan bakışlı varsa çıkarıp teşhir edelim:)) Halkımız bu tiplerin cezasını en güzel verendir. Öyle bir kaç yılla kurtulamazlar evvelallah:))
Ziyaretin için teşekkür ederim canım benim. Sevgiler güzel yüreğine. Hayırlı bayramlar.
İyi Geceler Aynur Hanım,
"İçimizi karartan gündemin ve bir o kadar hüzzam çalışmaların kaleme alındığı bu dönemde..." sizin bu yorumunuza şunu ilave etmek istiyorum. ...kurbanlık hayvan almak için kurban pazarına gittiğimizde, her tarafın kesilmiş hayvanlarla dolu ve kıpkırmızı olduğunu gören birisi olarak sizin bu yazınızda da dişi bir kuzucuğun kurban edildiğini okuyunca, "Sırası mıydı Aynur Hanım?" demiş bulundum. Sanki, sırası bana sorulacakmış gibi.
Her zaman olduğu gibi yine başarılı bir çalışma. Kutluyorum.
"Mahmut Şevket Efendi ve Mehpare Hanım" adlı öykünüzle ilgili olarak arkadaşımın yorumu şu: "Çok değişik hayat dersi veriyor. Özellikle insanların özlem ve kıskançlığını çok iyi belirtmiş.
Su gibi akan bir anlatımı var. Bu öyküsü de güzel ama, güzeliz, zenginiz diyen ve yurtta kalan
o iki kızın öyküsü daha güzeldi. Üçüncü defa okudum."
Başarı dileklerimle saygılar.
Aynur Engindeniz
Neden bu konuda yazdım, aslında ben güncel konularda yazmamaya gayret gösteririm. Popilist olmamak babında. Fakat bir Lacivert'e söz vermiştim bu konuda yazacağıma dair.
Dilerim güzel günler yazarız daima...
Saygılar ve çok teşekkürler Veysel Bey.
Tahir çıkmıştır ininden bir zaman sonra. Saçlarını düzelte düzelte geçmiştir vitrinin önündeki taburesine. Bir çay bile söylemiştir kendine. Şekerlisinden. Açık. Tatlı. Herkes gibi olmuştur saniyeler geçtikçe. Ben sen o, biz siz onlardan biri…Tanıdığımız, güvendiğimiz ve belki de sevdiğimiz ablak yüzlü şeker amcalardan biri olmuştur Tahir.
Canları cehenneme bu Tahirlerin(!) İçimizde o kadar çoklar ki, hepsi birer tonton amca olup çıkıveriyorlar, kimse ne olduğunu anlamıyor, anlayanlar da Şehriyar gibi susup, kaybolup gidiyor.
Yine çok güzeldi tebrik eder bayramını kutlarım.
sevgiler.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ediyorum Emine Abla. Sevgiler selamlar.
Bu hikâyenizle bir çok yerlere gidip bakındığımı söylemek isterim.
Özelikle Necip’in o hali çok tanıdık geldi bize.Belli bir kesimi işaret ediyor sanki.
Tanzimat sonrası, Batı yanlısı (Fransız hayranı) zengin züppelerinin nümayişleri.
Önceleri acayip geldi bu halleri,bilahare ne oldu, kabul etti’ler.Artık yabancı olan,
giden değil kalandı. Tıpkı sizin de sonda ifade ettiğiniz gibi:
‘’Her şey çok şükür yolunda.Normal ve pis’’ ti.
Pis’liğe alıştılar ve artık o pislik içinde yaşamaya çalıştılar. Fark ettiklerinde de o pisliği,
ne yazık ki çok geçti.Bu sefer ne yaptılar? Tabii ki daha da pisletmeye başladılar.
Yazınızın içinde dediğim gibi,gidip geldim,gidip geldim. Hikâyeyi daha önce bir yerde okumuş gibiydim sanki,ama bir o kadar da yabancı geldi bana.Çok tuhaf bir cümle kurduğumun farkındayım.Ama öyle maalesef. Tuhaf…
Ümüt Ünal’ın Gölgesizler’filmini (aynı zamanda Hasan Ali Toptaş’ın aynı isimli romanı) anımsatan,bölüm çok dikkatimi çekti.Çok sevdiğimi de eklemek istiyorum ayrıca.
‘’ İstanbul'dan hiç bilinmeyen bir sebeple Berber, bir köye yerleşir.
Köyün eski berberi Cıngıl Nuri yıllar önce ortadan kaybolmuştur. Yeni Berber onun dükkânını kiralar, dükkanı işletmeye başlar…
Daha sonra da kayboldu dedikleri Cıngıl Nuri çıkıp geliverir. O gelir ama bu kez yıllarca sabırla Nuri'nin yolunu bekleyen karısı kaybolur ortadan.’’
Olay böyle gelişir ve devam eder.O kadar iyi hazırlanmış ki her şey ve o kadar tuhaf ki olaylar.Tam anladım dediğin de de biter film.Sanırım bu hikâye de de oldu.
Yoksa yanılıyor muyum?
***
Akıcılığı,olay örgüsü ve kişiler celp etti beni.
Harun Aktaş tarafından 11/7/2011 10:35:19 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Gölgesizler filmini de romanını da ne yazık ki bilmiyorum. Ama isim bile çok güzel "Gölgesizler." Tam da benim öykü kahramanlarının tanmı bu. Silik fakat toplum çatısını ayakta tutan, kendi halinde yaşayan bir topluluğun hala var olan savaşları.
Tuhaf dediğiniz durum... Benim için gayet güzel bir şey bu. Yabancı gelmektense, tanıdık gelmektir dileğim...
Okuyup değerlendirdiğiniz için çok teşekkür ederim. Hem yazma hem de okuma kabiliyeti yüksek arkadaşlarımın öykülerimi değerlendirmeleri kadar güzel ne olabikir?
Teşekkür ediyorum. Saygılar.
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
Evet, siz bu işi çok güzel beceriyorsunuz Allah'ualem...Benim için güzel bir bayramlaıktı aynı zamanda anıların sokak sokak çınladığı !...
Yürekten kutladım.Selam,saygı...
Aynur Engindeniz
Başlarken çok eskilere götürdünüz,hatta hafiften bir gülümseme bile oluşmuş yüzümde...sonra toplumsal bir sorunun o yöredeki etkisini mükemel bir şekilde anlatmışsınız.Güçlü kaleminize sağlık...Saygılar...
Aynur Engindeniz
N.Ç.
Günün çıkmazına zamanlaması güzel.
Bir roman konusu. Ama romanı yazmanıza gerek yok, çok romandan daha derin anlamlar yansıtıyor.
"Bir o inanmadı karanlığın aydınlığa karışıp erimiş olabileceğine. Her lekenin bir gün mutlaka zeminle aynı renkte buluşacağına. Bir biz inandık zamanla lekelerimizden arındığımıza. Rengimiz koyulaşıp lekemizle eş olunca, ondan arındığımızı sandık. "
Mükemmeldi yine.
Paylaşım için(ışınlandı) teşekkürler, saygı öncelikli sevgiler.
Aynur Engindeniz
Teşekkürler.
Sygılar, selamlar.