- 1758 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Zernişan - V
BEŞİNCİ BÖLÜM
İnsan hayatındaki büyük değişikliklere sebebiyet veren aşk, genellikle beklenmedik bir zamanda ve tesadüfle başlıyordu. Arkadaşları arasında ’Şirin’i hâlâ bulamadı!’ diye espiri konusu olan doktor Ferhat, gönül sarayına kurulacak sultanına rastlayamadı ta ki; nadide hediyelik eşya satan bir mağazada, genç bir kızın aynadan yansıyan büyülü gözlerine vurulduğu ana kadar.
Yıl başına birkaç gün kalmıştı. Ferhat, yetişmesinde büyük emeği geçen hocasına uygun bir hediye almak için; genellikle ithal ve pahalı malların satıldığı mağazayı dolaşıyordu. Uzun ve sarı saçlarıyla ilk bakışta göze çarpan, narin yapılı genç bir kız; kristal cam eşyaların sergilendiği bölümün duvarına asılmış, altın varak çerçeveli oval aynaya kapılmıştı. Ferhat, sırtı dönük olan kızın, aynada yansıyan yüzünü görünceye kadar adımlarının farkında olamadı. Altın ve bakır alaşımı özel bir alaşımla sırlanan, iki karış en ve üç karış boyundaki oval aynanın; genç kızın yüzüne sanki akşam güneşinin ışığını tüllemiş gibi olağanüstü bir görüntü sunumu vardı.
Bir adım gerisinde duran silueti farkeden kızın biraz yukarı kaldırdığı büyülü bakışları, kendisini hayranlıkla süzen yabancıyı yakaladı. Dört beş saniyeyi ancak bulabilen bu bakış süresi, doktorun büyülenmesine yetip de artmıştı bile. İnsanın zamanı durdurması mümkün olabilseydi; Ferhat, genç kızla aynada göz göze geldiği anın sonsuzluğunu arzu ederdi!
Suç üstü yakalanmış bir çocuğun mahcubiyetine kapılan genç kız sessizce aynanın önünden çekilerek mağazanın çıkış kapısına yöneldi. Aynaya doğru bir adım daha atan Ferhat, kızın mağazadan ayrılışını aynadan izlerken; şık giyimli, orta yaşlı bir hanım yanına yaklaştı:
-Elit bir parça, değil mi beyzadem? diye sordu. Beğendiniz mi?
Mağazanın satış görevlisine dönen Ferhat:
-Şey, efendim... İzninizle bir şey soracağım, dedi. Biraz önce buradan ayrılan genç kızı tanıyor musunuz?
Tebessüm ederek Ferhat’ın yüzüne bakan hanım:
-Keşke tanıyor olabilseydim, dedi. Korkarım ki bu konuda size yardımcı olamayacağım!
Ferhat bir şey söylemeden, koşar adımlarla mağazadan dışarı çıktı. Ana caddedeki kalabalığı tarayan endişeli gözleri aradığına ulaşamadı. Üç beş saniye içinde görevini tamamlayan sihirli aynanın perisi, dışarıya adımını atar atmaz kaşla göz arası sırra kadem basmıştı!
Uzunca bir süre kendine gelemeyen Ferhat’ı, hiçbir hediye almadan muayenehanesine dönüşünde üç hasta bekliyordu. Son hastasının muayenesini tamamlayıp eve gitmeye hazırlanırken, kapıda eczacı arkadaşı Levent belirdi. Kısa bir sohbetten sonra:
-Bu yıl başı için ne yapıyoruz? diye sordu. Bir programın var mı? Ferhat fazla düşünmeye gerek duymadan:
-Yıl başı mı? diye tekrarladı. Bir programım yok, bir yerlere gitmeyi de düşünmüyorum. Eczacı beklemediği yanıt karşısında şaşkınlığını gizleyemedi:
-Ben de sanıyordum ki yeni yılı beraberce kutlarız, dedi. Mehtap hanımı da yanımıza alırız diye düşünmüştüm. Benimki, Mehtap hanımla konuşmuş, kızcağız sana karşı hislerini gizleyememiş. Eczacının son cümlesini duymamazlıktan gelen Ferhat:
-Neyi kutlayacağız ki? diye sordu. Bir yıl daha yaşlanmamızı mı? Üç gün sonra yaşımı soran olursa otuz üç diyeceğim. bazı şeyler için geç kaldığımı düşünmeye başladım.
-Doktorum ne diyorsun sen? Staj, askerlik ve ihtisas, deyinceye kadar zaten yaş otuzu geçiyor. Bir de bunun üzerine klinik açıp para kazanacağım der’sen, otuz beşi rahatlıkla gözden çıkar bir kere! Dostum senin aklın başından gitmiş!
-Aksine, aklım bu gün başıma geldi!
-Ne oldu ki?
-Boş ver...
Eczacı konuşmaya isteksiz davranan doktorun tavrına alınmıştı:
-Doktorum, sen tersinden kalkmışsın bu gün, diyerek ayağa kalktı. Anlaşılan sensiz bir program yapacağız. Yeni yılın şimdiden kutlu olsun. Ben gidiyorum, hoşça kal.
Arkadaşını incittiğinden şüphe duymayan Ferhat, ayağa kalkarken üzgün bir sesle:
-Güle güle dedi, size mutlu yıllar dilerim.
Beklenen saatten daha önce eve dönen oğlundaki durgunluğu ilk bakışta farkeden annesi merakla:
-Oğlum iyi görünmüyorsun, dedi. Kapıda ev sahibiyle mi karşılaştın, yoksa tartıştınız mı? diye sordu.
-Hayır, ev sahibini görmedim. Niçin gelmiş?
-Yeni yılda kiraya yüzde elli zam istiyor. Senin işlerinin iyiye gittiğini duymuş olmalı.
-Olur deseydin.
Ev sahibinin kirayı arttırma istemindeki yüzde ellilik orana oğlunun sinirleneceğini düşünüp yanılan anne:
-Seninle konuşmadan bir şey söylemek istemedim, dedi. Oğlum gelsin konuşurum dedim sadece. Peki senin neyin var?
-Endişelenme, bir şeyim yok. Kendimi yorgun hissediyorum. Onun için erken geldim.
Oğlunun ağzından ’Yorgunluk’ kelimesini duymaya alışık olmayan kadın:
-Yemek hazırlayayım mı? diye sordu. Karnın aç değil mi?
-Sonra yerim, şimdilik biraz uzanıp dinlensem iyi gelecek sanırım.
Odasına geçen Ferhat üstünü değiştirdikten sonra yatağına girip uzansa da, birkaç huzursuz dönmeden sonra kalkıp oturdu. Düşündükçe, bir umutsuzluk bulutuna gömülüyordu. Yoğun hayat mücadelesi içinde otuz üç yıl su gibi akıp gitmişti. Geçen zaman zarfında kendisine yakın bulduğu kız arkadaşları olmuştu ancak hiçbirine sihirli aynanın perisine çarpıldığı gibi tutulmamıştı. Nüfusu sekiz milyonu aşan şehirde aynanın perisini aramaya kalkışmak, samanlıkta iğne aramaktan daha zordu. İnsan, ilk kez gördüğü birisine bu kadar çarpılır mıydı? Bir anlam veremiyordu. Yıllarca süren yoğun tıp eğitimiyle bastırılmış gönül duyguları, umulmadık zamanda ve imkânsız gibi görünen bir peri bakışıyla intikam alıcı bir isyana dönüşmüştü. Hayat insanlara bir şeyler sunarken, farkettirmeden bedelini de ödetiyordu. Sahip olduğu her şeyi perinin efsunlu bir bakışına feda etmeye hazırdı ancak, genç kızı bulmak için uzun sarı saçları dışında elinde hiçbir ip ucu yoktu.
İki saate yakın bir zaman içinde oğlunun odasından dışarı çıkmadığını gören annesi, uyumuş olabileceği düşüncesi ile kapıyı yavaşça açarak içeriye adım attığında; Ferhat’ı yatakta oturur vaziyette, eli yanağında derin düşüncelere dalmış olarak buldu. Sessizce yanına oturup sabırla oğlunun bir şeyler söylemesini bekledi. Çözümsüz bir problem karşısında karamsarlığın derin düşüncelerine kapılmış gibi konuşmaya niyeti olmayan oğlunun omzuna elini atarak:
-Bu gün kurtaramadığın bir hasta mı oldu? diye sordu. Annesinin yanıtsız bırakılırsa ne kadar içerleneceğine emin olan Ferhat:
-Öyle değil anne, dedi. Ben söylemezsem rahat etmezsin. Söyleyeyim de aklından başka başka düşünceler geçmesin: Bu gün bir kız gördüm.
-Sonra?
-Hocaya yeni yıl hediyesi alayım dedim. Mağazada bir aynanın önüne dikilmiş uzun sarı saçlı bir kız gördüm, sırtı bana dönüktü. Nasıl olduğunu anlayamadan, kıza doğru yürümüşüm. Kızın yüzünü aynada gördüm. Aynada gördüğüm, kız değil sanki bir periydi. Kızın çok güzel gözleri vardı. O an kızla konuşmak aklıma bile gelmedi. Kız kendisine baktığımı anlayınca mağazadan ayrıldı. Bana bir şeyler oldu işte, anlayamadım.
Ferhat anlattıkça yüzüne bir tebessüm yayılan annesi, bebekliğinden beri ’h’ harfini yutarak ismini telafuz ettiği oğluna:
-Ferat’ım, canım benim dedi. Derdin bu muydu?
-Şimdi ne yapacağımı bilemiyorum iyi mi. Sihirli aynanın perisi işte, bir göründü bir kayboldu. Hepsi bu...
-Sen tasalanma, kaderde varsa eğer döner dolaşır illâki karşına çıkar. Senin için hayırlı ise yine görürsün inşallah.
-Anne, burası İstanbul. Sekiz milyondan fazla insan yaşıyor burada. İnsan kapı kapı dolaşıp aramaya kalkışsa ömrü yetmez.
-Oğlum, Allah insanlara akıl fikir vermiş. Tabi ki kapı kapı dolaşıp aramayacaksın. Bu kızın yanında kimsesi yok muydu?
-Yoktu, yalnız başınaydı.
-Yalnız başına bir kız uzak semtlerden kalkıp Nişantaşı’a gelerek o mağazayı dolaşmaz. Nişantaşı veya oraya yakın bir yerde oturuyordur. Bence sen o kızı yine görürsün, bunun için endişelenme derim. Hem kızın uzun sarı saçları varmış, bakarsın umulmadık bir zamanda gözüne çarpar. Gün doğmadan neler doğar. haydi gel de yemek yiyelim şimdi.
Ferhat ertesi gün aynı saate periyi bulmak umuduyla mağazaya tekrar gitti. Ayna yerli yerinde dursa da, ne periden ne de aynada yansıyan büyülü yüzünden eser yoktu. Uzun bir müddet mağazanın içinde dolanıp durdu. Tekrar aynanın önüne gelip perinin büyülü gözlerinin belirmesini umutsuzca beklerken, mağazanın satış görevlisi hanım yanına yaklaştı:
-Dün de bakmıştınız, dedi. Beğendiğinizi umuyorum. El emeği ve göz nurunun teknolojiyle bütünleştiği nadide bir parçadır. Satın almayı düşünür müydünüz? Ayna ile ilgili kararını mağazaya gelmeden vermiş olan Ferhat:
-Fiyatı nedir peki? diye sordu.
-Beş bin. Dolar bazında.
-Tamam, alayım. Ancak ben ödemeyi yaptıktan sonra ayna şimdilik burada kalsın, yerini hiç değiştirmeyiniz! Olur mu?
-Burada mı kalsın, niçin?
-Daha sonra gelip götüreceğim.
-Bizce bir sorun yok, diyen satış görevlisi hanım eliyle mağazının çıkış kapısının sağındaki camlı bölmeyi işaret ederek: Şöyle buyurunuz lütfen biraz konuşalım.
Ferhat’ın, ceviz oymalı geniş çalışma masasının önündeki kahverengi deri koltuğa oturmasını rica eden kadın kısa süren tanışmanın ardından ne iş yaptığını sordu. İç hastalıkları doktoru olduğunu söyleyen Ferhat, cüzdanından bir kart çıkararak görevliye uzattı. Kartı inceleyen hanım:
-Ödemeyi nasıl yapmayı düşünüyorsunuz efendim? diye sordu.
-Nakit, diye yanıtlayan Ferhat telefon etmek istediğini söyledi. Kablosuz telefonu Ferhat’a memnuniyetle uzatan görevli:
-Bu arada size bir kahve ikram edeyim dedi, kahvenizi nasıl alırsınız?
-Zahmet olmazsa orta şekerli olsun.
-Rica ederim, bizim için zahmet değil zevk olur. Siz telefon edinceye kadar ben kahvelerimizi hazırlatayım.
Ferhat’ın kahvesini bitirmesinin üzerinden beş dakika geçmeden, mağazaya elinde küçük bir çantayla takım elbiseli genç bir adam girdi. Etrafı gözden geçirdikten sonra Ferhat’ın yanına gelerek başıyla selamladı. Elindeki kalemi çantadan çıkardığı dörde katlanmış kağıtla birlikte Ferhat’a uzattı. Ferhat belgeyi imzalarken, kahve fincanının yanına parayı bıraktıktan sonra:
-Beş bin dolar efendim, dedi. Müdür bey selamlarıyla birlikte başka bir emriniz olup olmadığını soruyor.
-Teşekkür ettiğimi ve selamlarımı iletiniz lütfen, yakın bir zamanda kendilerini ziyaret edeceğim.
Adamın mağazadan ayrılmasından sonra Ferhat saymaya gerek duymadığı paraları kadına uzattı. Kadın da göz ucuyla süzdüğü paraların üzerine Ferhat’ın kartını koyarak gelen muhasebeciye:
-Doktor bey, altın sırlı aynayı beş bin dolara nakit olarak satın aldı dedi. Ücreti ve kartı burada. Aynayı daha sonra gelip alacak. Faturasını kestikten sonra Belgin hanıma söyle aynanın yerini değiştirmesinler. Aynanın üzerine de ’Satıldı.’ etiketini yapıştırın. Anlaşılmayan bir şey var mı?
-Anladım efendim. Ayna yerinde duracak, satıldığına dair etiket yapıştıracağız. diyen muhasebeci paraları ve kartı alarak Ferhat’a döndü: Güzel günlerde kullanmanızı diliyorum efendim. Nadide bir üründü, hayırlı olsun. Yalnız beş dakika beklemenizi rica edeğim, faturanızı tanzim edip getireceğim.
Ferhat’ın mağazadan ayrılışını izleyen kadın kendi kendine:
-Boşuna dememişler: Aşkın olduğu yerde mantık ne gezer! diye. O kızı bulabilse bari.
Ferhat’ın periyi bulma umudu hiç tükenmese de zamanla azalmaya başladı. İlk günlerdeki rüya atmosferi yavaş yavaş dağılmaya yüz tutup sağlıklı düşünmeye başlasa da, bazan yolda yürürken uzaktan perisine benzettiği siluetlere doğru hızlanan adımlarına engel olamıyordu. Uzaktan peri sanılan her siluetin yanına yaklaşıldığında büyüsü bozulsa da bu durum günlerce hatta aylarca böyle devam etti.
Umut ve sabırla aranan perisini, bir bakışına dünyayı feda etmeye hazır olan Ferhat’a göstermeye koca şehrin hiç niyeti yoktu. Ferhat’a öyle geliyordu ki; beş aya yaklaşan zaman zarfında aradığı sevgilinin haricinde herkese rastlamıştı.
İnsanlar arasında perşembe günlerinin uğurlu olduğu yaygın bir inanıştır. Oysa perşembe gününe denk düşen bin dokuz yüz doksan dört yılının yedi nisanı umulmadık bir anda, gökte aranan periyi yerde ve acımasız bir biçimde Ferhat’ın gözlerine perdeledi! Annesiyle birlikte alış veriş merkezinden dönmekte olan Ferhat, yaklaşık otuz metre kadar ileride kaldırımda tek başına bekleyen uzun sarı saçlı kızı tesadüfen fark etti. Güneşin batmak üzere olduğu saatlerde akışı yavaşlayan trafikte kaldırıma yanaşıp kızın birkaç metre berisinde durdu. Önce gözlerine inanamadı. Aylarca aradığı kızın bir anda bulması yüreğini ağzına getirmeye yetmişti.
Oğlunun hiçbir şey söylemeden yolda durmasına bir anlam veremeyen anne:
-Niçin durduk Ferat’ım? diye sordu. Gözlerini kızdan ayıramayan Ferhat heyecanla:
-Anne, işte bu kız dedi. Peri bu!
Başını arabanın ön camına uzatan anne kucağındaki ders kitaplarıyla bekleyen, lacivert kazaklı, sarı saçlı kızı süzerek:
-Allah nazardan korusun, çok da güzelmiş dedi. baksana talebeymiş bu daha... Peki, bu kız olduğundan emin misin?
Nefesi kesilen Ferhat annesinin sorusunu yanıtlayamamış, ağzı açık kalmış ve büyülenmiş bir halde perisine bakıyordu. Taş kesilmiş oğlunu kendisine gelmesi için kolundan tutarak sarsmaya çalışan anne:
-Oğlum kendine gel dedi. Aylarca bu kızı aramıyor muydun? Kız karşında işte... İstersen git kızla konuşmayı bir dene... Ne bileyim, bir bahane bul işte. İn arabadan, haydi!...
Ferhat, annesinin teşvikiyle arabadan inse de; bir bahane bularak gidip kızla konuşmak şöyle dursun, tek adım atabilme cesaretini dahi kendisinde bulamadı. Kitaplarını, yeni doğmuş bebeğini sevgi ve titizlikle taşıyan bir anne gibi kucağında tutan öğrenci kızın büyüleci görüntüsüyle yüreği ağzına gelen Ferhat; annesinin çırpınışlarından aldığı gücü yitirerek arabanın kapısını bile kapatamadan bu kez de ayakta donup kalmıştı! Oğlunun yine hareketsiz kaldığını gören anne arabanın açık kapısına doğru uzanarak:
-Ferat’ım, daha ne bekliyorsun? diye çıkıştı. Sen değil miydin: ’Keşke kızla konuşabilseydim!’ diyen. İşte sana fırsat, nutkun tutulduysa git kıza bir kart ver bari. Belli mi olur, belki de kızın seni arayacağı tutar.
Ferhat’ın yalnız nutku tutulmamış, dizlerinin bağı da çözülmüştü. Tepeden tırnağa bedenini ateş basmış, bacakları titriyordu. Sol elinin parmaklarıyla kenetlendiği arabanın açık kapısı ve sağ elinin yapışık kaldığı direksiyon simidinden aldığı destekle güç belâ ayakta durabiliyordu.
Oğlunun cesaretsizliği ve kızın her an çekip gitmesi endişesini bir arada yaşayan kadın ani bir kararla tedirgin bir şekilde arabadan indi. Gözleri, peri kızıyla oğlu arasında çaresizce mekik dokuyordu. Oğluna karşı duyduğu derin acıma duygusuna anne kalbi daha fazla dayanamadı ve birkaç adımda peri kızın yanına vardı.
-Kızım beni tanıdın mı? diye sordu. Genç kız o güne kadar hiç görmediğine kadına, kendisinden emin bir sesle:
-Hayır, sizi tanıyamadım teyze dedi. Kadın sabırsızlığını belli etmeyen sesiyle bu kez:
-Seni çoktandır haber alamadığım yeğenime benzetiyorum dedi, adın ne senin?
-Zernişan.
-Affedersin kızım pek anlayamadım, ne dedin?
-Zernişan dedim, adım: Zernişan.
-Zernişan mı dedin? ne güzel isim böyle. Benim adım da: Bilge. Yalnız benim yeğenimin ismi böyle değildi. Kız yoksa annen baban senin adını mı değiştirdi. Hangi semtte oturuyorsunuz siz?
Bilge hanımın sorusunu Zernişan’ın yanıtlamasına zaman kalmadı. Sert bir fren çığlığıyla aniden önlerinde duran metalik ozon mavisi ithal arabadan çevik bir hareketle fırlayan, kot pantolon ve siyah deri montlu yirmili yaşlardaki genç, ön kaputun üstünden atlayarak arabanın kapısını açıverdi. Yerlere kadar eğilerek, Zernişan’ı selamladıktan sonra:
-Atla prenses dedi, uçarayım seni!
Zernişan’ın arabaya binmesinden sonra, sorduğu sorunun bir anlamı kalmadığını düşünen Bilge hanımın gözleri ister istemez arabanın kapısını artistik bir hareketle kapatmaya çalışan gencin saçlarına takıldı. Alnından ensesine kadar ortada dikleştirdiği saçlarının ucunu şerit şeklinde kırmızıya boyatmıştı. Görenlerin aklına atların kesik yelesinden ziyade horoz ibiğini getiren bu görüntüyle yetinmeyen genç sağ kulağına da ışıltılı bir küpe takmıştı. Bilge hanım otobüs durağının on beş metre kadar berisinde kaldırımda, Ferhat yapışıp kaldığı arabasıyla yolda; acı fren sesine rahmet okutan ani bir kalkış hamlesiyle yerinden fırlayan arabanın ardından bakakaldılar. Oğlunun gözleri önünde sahnelenen trajediyle yüreği burkulan Bilge hanım ok gibi yerinde fırlayan arabanın asfalta bıraktığı iki metrelik yanık lastik izlerine bakarak:
-Küpeli horoz belâsını arıyor dedi. Bu akılla belâsını bulmasına bulacak da, kız arabadayken bir kaza yapmasa bari. Şu kızın ismi neydi ya?... Zernişan, Zernişan’dı. Kızım küpeli horazdan gayri İstanbul’da adam mı kalmadı? Tövbe, tövbe! Mübarek, huri gibiydi. Yazık, çok yazık... Anası babası yok mu bunun? Marifet güzel olmakta değil, güzelliğin kıymetini bilmekte!
Ferhat’tan önce kendini toparlayan Bilge hanım, arabaya dönerek yerine yıkıldı, elleriyle yüzünü kapatıp arabanın hareket etmesini bekledi. Annesinin, perinin yanına gidişi, kısa süren konuşması ve Zernişan’ın arabaya bindiği ana kadar zihnine kaydolan sahneler; ağır çekimli bir filmin kareleri gibi tekrar tekrar Ferhat’ın gözlerine perdeleniyordu. Bilge hanım arabanın bir türlü hareket etmediğini hissedince ellerini yüzünden çekerek, hüzünlü bir sesle oğluna haykırdı:
-Ferat’ım eve gidelim, iyi değilim! Bin arabaya, gidelim haydi... Annenin yardım istemine oğlu yerine trafik polisinden yanıt geldi. Ferhat’ın hareketsiz duruşuna bakan memur:
-Beyefedi, bir sorun mu var? diye sordu. Bir yanıt alamayınca: Devam ediniz lütfen! dedi. Ferhat’tan yine bir tepki göremeyen polis daha da yaklaşarak bu kez sinirli ve sert bir sesle bağırdı: Size söylüyorum beyefendi, devam edin!
Memurun yüzüne karşı bağırmasıyla arabaya binen Ferhat’ın eve gelinceye kadar ağzını bıçak açmadı. Arabanın bagajındaki paket ve poşetlerin çoğunu yukarıya kendisi taşıyan Bilge hanım oğlunu nasıl teselli edeceğini bilemiyordu. Ferhat’ı salonda yalnız bırakarak mutfağa geçip kapısını kapattı.
Oğlunun yaşadığı talihsizlikle aralarında henüz hiçbir şey geçmeyen Zernişan’dan vazgeçmesinin kolay olacağını düşünen Bilge hanım yanıldığını daha o akşam anladı. Bir saat sonra bir elinde kahve fincanı diğer elinde bir bardak suyla salona döndüğünde oğlununu oturduğu koltuğa ve derin düşüncelere gömülmüş olarak buldu. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalışarak kahve fincanı ve suyu sehpaya bırakıp yanındaki koltuğa çöktü. Dizleri birleştirip öne doğru bükülerek, birbirine kenetlenmiş parmaklarını sallandıkça dudaklarına değdirerek düşünen anne; elini kahve fincanına uzatmayan oğluna:
-Kahveni soğutma Ferat’ım dedi, iç haydi.
Bir yudum suyla ağzını ıslatan Ferhat’ın, dut yemiş bülbüle dönen dili nihayet dönmeye başladı:
-Anne, sen kızla ne konuştun öyle? diye sordu. Zihninde, Zernişan’ın masum yüzünü takiben, arabadan inen küpeli gencin kırmızı ibiği canlanan Bilge hanım yüzünü buruşturdu. Sinirli bir sesle:
-Sen daha onu mu düşünüyorsun? diye oğluna çıkıştı. Yanına gelen küpeli horozu kendin görmedin mi?
-Anne, sen periyle ne konuştun?
-Konuşmaz olaydım, ne konuştum... Bir şey konuşmadım işte.
-Adı neymiş, sana söyledi mi?
-Oğlum, o kızdan sana fayda yok. Unut gitsin. Küpeli horoz senin gözlerinin önünde kızı arabasına bindirip götürmedi mi? Farzet ki bir rüya gördün. Uyandın bitti işte. Cin ve perileri bırak da gerçeklerle yüzleş. Sana tekrar söylüyorum: O kızdan sana fayda yok. İşine gücüne bak, hem sana kız mı yok bu dünyada? Sen yeter ki evlenmek iste... Annesinin söyledikleri Ferhat’ın duymak istediği sözler değildi. Sesini yükselterek:
-Anne, kız sana adını söyledi mi ben onu soruyorum diye üsteledi. Adı neymiş?
-Sen benimle böyle konuşmazdın oğlum, yeterince üzüldüm zaten, Sana ne elin kızından. Kızın sahibi var. Başına belâ mı arıyorsun.
-Başımdaki belâyı soruyorum zaten, Kızla ne konuştun, adını söyledi mi?
-Söyledi. Adı: Zernişan’mış. Duydun mu? Zernişan.
-Zernişan ha... Kendisi gibi güzel bir isim. Zernişan, Peki, nerede oturuyornuş, kimin kızıymış?
-Bak oğlum, yemin ederim gerisini ben de bilmiyorum. Sordum ama kızın cevap vermesine meydan kalmadı. Nereden çıktıysa o küpeli horoz geldi işte.
-Küpeli horoz mu dedin?
-Kendinde görmedin mi çocuğun tepesinde ibiği vardı. Onunla yetinse amenna, kulağındaki küpe de cabası... Ne günlere kaldık... Baksana, erkeklerin küpe takması da moda oldu!
Küpeli horoz benzetmesiyle son söylediklerini yüzüne hafiften yayılan bir tebessümle dinleyen Ferhat:
-O çocuk Zernişan’a göre değil dedi! Annesi de Ferhat’la aynı düşünceyi paylaşsa da yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığını görüyordu. Uzun süren bir sessizlikten sonra Bilge hanım gözleriyle fincanı işaret etti:
-Kahveni soruğuttun dedi, içmeyecek misin? Ferhat peş peşe üç yudumda soğumaya yüz tutmuş kahveyi içerek ayağa kalktı:
-Ben gidiyorum dedi. Annesi;
-Gidiyor musun, nerereye?... diyerek yerinden doğruldu. Oğlunun yanıt vermesini beklemeden elini uzattı: Arabanın anahtarlarını bana ver dedi, bu halinle araba kullanmana gönlüm razı gelmez, anahtarları ver.
Feriköy’den araba tutarak Nişantaşı’na gelen Ferhat’ı sıkıntılı ve uzun bir gece bekliyordu. Muayenehanenin ışıklarını yakmış, çalışma masasınına dirseklerini dayamış ve yumruklarıyla yanaklarını bastırmış bir halde düşüyordu:
Peri için asıl ip ucunu şimdi bulmuştu. Periyi sarı saçlarıyla aramak yerine Zernişan ismiyle aramak nispeten daha kolay olacaktı. Lise veya üniversitede okuyor olmalıydı, üniversiyeyi kazanmak için dershaneye devam eden bir öğrenci de olabilirdi. Zernişan’ı bulabilme umudu artmıştı ancak iki sorunla karşı karşıyaydı: Zernişan’ı arabasına bindiren genç ve tutulan nutku. Gencin bindiği arabaya bakılırsa zengin bir ailenin çocuğu olmalıydı. Yaşanan hayat herkese aynı imkanları sunmuyordu: Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelme ihtimali olan gençle, nefes kesen güzellikteki Zernişan’ın yolları kesişmiş görünüyordu. Kızın arabaya biniş sahnesi ve uzaklaşırken duyduğu yakıcı duygu yine başına musallat olunca yerinde duramadı, muayenehaneden dışarı çıktı.
Ana cadde, iş dönüşü evine ulaşmak isteyen telaşlı insanların yerine; kaçamak buluşmalara ve gece hayatı düşkünlerine kucak açmıştı. Kararsız adımlarla rastgele yürürken ardına takılan üç gencin farkında olamadı. Işıltılı vitrinlerin yerini kepenkleri kapalı dükkânlara bıraktığı tenha bir sokak başında geri dönerken kendisini takip edenler önünü kesti. En kısa boylu olanı:
-Abi bize bir çorba parası verir misin? dedi. Açız abi. Uzun saçları bir birine yapışmış olanı:
-Abi bütün gün bir şey yemedik, diye arkadaşını onayladı. Senden bir çorba parası istiyoruz. Ferhat arkadaşlarından daha uzun boylu olan ve sessiz kalan üçüncü gence sordu:
-Bu arkadaşların doğru mu söylüyor?
-Yalan değil abi, doğruyu söylediler.
-Peki, o zaman benimle gelin, size yemek ısmarlarım. diyen Ferhat’ı iki genç takip ederken üçüncüsü durduğu yerden:
-Abi, sen sivil polis misin yoksa? diye seslendi. Polis lafını duyan gençlerden uzun saçlı olanı Ferhat’ın önüne geçip işaret parmağını uzattı:
-Abi, doğruyu söyle... Polis misin? Ferhat sakin bir sesle:
-Polis değilim dedi, doktorum ben. Az ileride muayenehanem var, Eğer karnınız açsa benimle gelin; gelmek istemiyorsanız siz bilirsiniz.
Gençler, ürkek adımlar ve birkaç metre arayla Ferhat’ı piliç çeviren lokantanın önüne kadar takip ettiler. Ferhat’ın, cüzdanından çıkardığı para demetini gören uzun boylu genç de anında arkadaşlarına yetişti.
-Kardeş payı yapacaksınız, tamam mı? diyen Ferhat parayı yaşça en küçükleri olan kısa boylu cocuğa uzattı. Çocuk, parayı inanmayan gözler ve çekingen bir hareketle Ferhat’ın elinde çekti. Tatlı bir telaşla paraları paylaşan gençleri izleyen Ferhat; yüzüne yayılan hafif bir tebessümle ışıkları ve kapısını kapatmayı unuttuğu muayenehanesine geri döndü.
Muayenehanenin beş dükkân ilerisindeki pastahanenin sahibi Hilmi bey, hasta bekleme salonunda sıkıntılı bir şekilde bekliyordu. Ferhat’ın gelişiyle ayağa fırladı. Sitemkâr bir ses tonuyla:
-Neredesin doktor bey? diye sordu. Bütün gün seni arayıp durdum. Seni bulamayınca şu yeni açılan polikliniğe gittim. Bana bir hap yazdılar ama bir faydasını göremedim! Ferhat, Hilmi beyin asık yüzü ve sıkıntılı haline bakarak:
-Geçmiş olsun dedi. Ne şikayetin var? Hilmi bey şikayetini anlatmak yerine elindeki gazeteyi Ferhat’a uzatarak:
-Şu gazeteye bir bak, şikayetimin sebebini anlarsın doktorum. Resmen yandım ben! Yandım doktorum, yandım! Yanmak ki ne yanmak...
Hastasının uzattığı gazeteyi alarak masasına geçen Ferhat, ’Dolar affetmiyor’ başlığıyla çıkan gazeteyi inceledi. Daha ilk günde yapılan hatanın pahalıya patladığını ve doların kırk bin liraya yükseldiğini yazıyordu. Bir alt sütundaki haber de toptancılar çarşında Dolarla pirinç ve şeker satıldığını, liranın geçmediğini belirtiyordu. ’Beş Nisan Ekonomik İstikrar Kararları’ öncesi Dolar’larını bozdurarak gayrimenkule yatırım yapan Hilmi bey, kısa sürede telâfisi mümkün olmayan ekonomik kayba uğramıştı. Durumu anlamakta gecikmeyen Ferhat, Hilmi beyi teselli etmek için:
-Canın sağ olsun dedi. Bu kadar üzülecek ne var, Dünyanı sonu değil ya... Olan mala olsun, cana bir şey gelmesin de... Sağlık olsun. Hilmi bey endişeliydi:
-Mala gelen geldi doktorum, sıra şimdi canda! Kalbim sıkıyor, Sen şimdi şu kalbime bir çare bul! Tekleyip duruyor. Tansiyonuma mı bakacaksın, kalbime mi? Ne yapacaksan tez yap.
Hilmi beyi, sistemik bir muayeneden geçiren Ferhat:
-Endişe etme dedi. Sana şimdi sakinleştirici bir iğne yaparım, eve gider deliksiz bir uykuya dalarsın. Yarın yine kontrolden geçirir sana en uygun ilacı yazarım. Önce kullandığın şu ilacı görelim. Hilmi bey cebinden çıkardığı ilaç kutusunu Ferhat’a uzattı.
-Bu ilacı verdiler dedi. Sabah ve akşam birer tane yut dediler. Sabahkini yuttum, yetmeyince akşamkini de öğleden biraz sonra yuttum. Ferhat baktığı ilaç kutusunu geri uzatırken:
-Kullandığın iyi olmuş dedi. Şimdi sana kalbini sakinleştirecek bir iğne yapacağım. Bir araba tutar evine gider uyursun. Sakın kendi arabamla gideyim deme; direksiyon başında uykun gelebilir. Merak etme, yarına bir şeyin kalmaz.
Ferhat’ın yaptığı iğneden yarım saat kadar sonra sıkıntısının dağılmaya başladığını hisseden Hilmi bey esnedikten sonra:
-Doktorum benim uykum geldi galiba dedi, Buyurduğunuz gibi ben evime döneyim. Teşekkür ederim, yarın görüşürüz.
Hilmi beyin gazetesini geri almayı unutarak muayenehaneden ayrılmasından sonra, aklına bankadaki döviz hesabı gelen Ferhat’ın yüzünde acı bir gülümseme dolaştı. Birikimlerini enflasyona karşı korumak düşüncesiyle bankada açtırdığı döviz hesabı iki yılda kabarmış; bir yıl önce altı bin lira civarında olan Dolar’ın yedi kat prim yapması ile kısa sürede zengin olmuştu. Zengin olduğunu anlamasıyla; nasıl vurulduğunu anlayamadığı Zernişan’ı, bulduğu anda kaybetme endişesini bir arada yaşaması aynı güne denk düşmüştü. Başını hüzünle öne eğerek:
-Yedi nisan dedi... Ömrümce unutamayacağım bir gün. Zengin olmuşum, neye yarar? İnsanın sevdiği ile birlikte geçiremeyeceği ömür neye yarar ki?... Bu kadar acı mısın sen hayat? Bir şey verirken karşılığında daha değerli bir şey almak zorunda mısın sanki? Ben Ferhat, doktor Ferhat. İki yılda hayal edemeyeceği kadar zengin olan Ferhat. Arkadaşlarının ’Şirin’i hâlâ bulamadı!’ diye takıldıkları Ferhat... Buldum işte, buldum da ne oldu sanki... Bir kelime konuşabildim mi? Zernişan! Ne büyülü isim öyle, kendisi gibi.
Saatlerce sesli düşünen Ferhat’ı, gece yarısından çalan telefonun zili daldığı hayal dünyasından çekip geri aldı. Oğlu geciken anne merakı ve endişesini yenememiş muayenehaneyi aramıştı. Gönlündeki endişesi sesine yansımıştı:
-Ferat’ım gelmiyor musun daha? diye sordu. Merakta kaldım oğlum. Bu saate ne yapıyorsun? Annesinin de ne kadar üzgün olduğunu bilen Ferhat:
-Ben de çıkmak üzereydim dedi. Endişe edecek bir durum yok. Bir saati bulmaz evde olurum.
Bilge hanım yemek yaparken, teselli vermek için oğluyla neler konuşması gerektiğini düşünmüş; telefon edişinden, Ferhat’ın eve gelişine kadar geçen zaman zarfında da aklında oldukça netleştirmişti. Solgun bir yüzle eve dönen oğluna eliyle salondaki yemek masasını işaret etti. Öğleden beri boğazından tek lokma geçmemiş olan Ferhat, isteksiz bir şekilde sandalyesini çekerek oturdu. Oğlunun karşısına geçen Bilge hanım tasarladığı sözleri yemek esnasında Ferhat’a söylemeyi umuyordu:
-Sevdiğin yemekleri yapmıştım dedi. Ferhat iştahsız, yorgun ve uykusuzdu:
-Vakit çok geç oldu dedi. İzin verirsen uyumak istiyorum. Seni bu saate kadar beklettiğim için üzgünüm, zaman nasıl geçti anlayamadım. İzin verirsen yatayım, sen de uykusuz kaldın. Oğluyla yaşadıkları sakin hayatın artık eskisi gibi olamayacağını çoktan anlamış olan Bilge hanım
-Ferat’ım, ne kadar üzüldüğünü biliyorum dedi. Aslında benim de senden bir farkım yok. Hayatta her şey insanın istediği gibi gitmez oğlum. Kız bir içim su ama arabasına bindiği çocuğa ne demeli... Kendi gözlerinle gördün işte. Kız daha talebe, üstelik isminden başka hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Aklıma o çocuk geldikçe senin için daha çok üzülüyorum.
Zernişan’ın zarafetiyle bağdaşmayan gencin görüntüsünü hatırlayan Ferhat:
-İkimiz de biliyoruz ki, o genç Zernişan’a göre değil dedi. Bu konuda oğluyla hemfikir olan Bilge hanım:
-Bakalım zaman ne gösterir dedi, hayırlısı neyse o olsun.
Ferhat’ın, odasına çekilmesinden kısa bir süre sonra masadan kalkan Bilge hanım mutfağına yöneldi. Özenle pişirdiği, sadece tuzunu ayarlamak için tadına baktığı yemek soğumaya yüz tutmuştu. Tencerenin kapağını bile açmadan buz dolabına kaldırdı. Oğlunun dışarıdayken bir şey yemediğine emin olan anne de, ağzına bir şey sürmeden odasına çekildi.
Karanlıkta uyumayı alışkanlık haline getiren Ferhat, uyumak için bir saat kadar yatağında dönüp durdu. Zernişan’ın arabaya biniş sahnesi zihnini bir türlü rahat bırakmıyordu. Yastığı sırtına destek ederek yatağında oturup düşünmeye başladı:
Aşk, bencil ve hükümrandı. Kişi, zaman ve yer kavramlarını hiçe sayarak kendi kurallarını koyuyor; Akıl, fikir ve iradeyi karşı konulamaz gizli gücüyle yenilgiye uğratıyordu. En acısı da: Gurur denen ve burçları baş eğmeyen kaleyi de, nasıl olduğu anlaşılmadan yerle bir oluyordu! Söz, yazı ve eylemle ifade edilmesi mümkün olmayan ancak yaşanarak anlaşılabilen bu gücün karşısında âcizliğini düşünen Ferhat, içini çekerek:
-Neyin hışmına uğradım böyle... dedi kendi kendine. Ben niye eski Ferhat olamıyorum artık. Öz güvenim de uykularım gibi firar etti. Geceler bu kadar uzun muydu Zernişan... Nedir sana bu mahkûmiyetim! Gördüğüm uğursuz sahneye rağmen nasıl oluyor da senden hâlâ vazgeçemiyorum? Ya o çocuk... onu nasıl yanına yakıştırabiliyorsun... Sen ne olduğun farkında değilsin Zernişan! Ey gök yüzünün en parlak ve en uzak yıldızı... Sana mı el uzattım? Hangi güç seni oradan söküp yere indirebilir ki... Kim bilir şu an ne kadar derin bir uykudasın. Uyumak ne güzeldir Zernişan. Uykunun haram kılındığı gözlerimle seni şu anda uykunda seyretmek için neler feda etmezdim bir bilsen. Sabah yaklaşıyor, herkes derin bir uykuda. Uykudan yana nasipsiz kalan bir ben varım Zernişan!
Ferhat yanılıyordu! O gece Ferhat için gönülden dua eden uykusuz iki kişi daha vardı: Annesi ve karnını doyurmak için para verdiği gençlerin en küçüğü. Ferhat’ın lokantanın önünde bıraktığı gençler kendilerine gönüllerince bir ziyafet çekerek gece yarısından sonra iki şişe konyakla ’Gariban Palas’ adını verdikleri yıkıntıya döndüler. Aralarına yeni katılan ve içkiden korkan en küçükleri konyak almaya yanaşmamıştı. İki eski kafadar, yıkıntıdan topladıkları tuğlalar ve çürümeye yüz tutmuş tahtalardan oluşturdukları divanlarını kolaylıkla bulup oturdular. Gözleri karanlığa alışıncaya kadar en küçüklerinin ayakta bekleyeceğini anlayan uzun saçlı:
-Abi, yaksana şu çakmağını dedi, Musa yatağını bulsun. Tedbiri elden bırakmayan genç anında itiraz etti:
-Tabi ya... Yakalım da polis izimizi bulsun, iyi mi... Sonra da gelip, şıp diye enselesin bizi! Olmaz, beklesin; birazdan gözleri alışır.
Musa’ın yatağı, orta boy bir soğutucunun ambalaj kartonuydu. Gündüz gözüyle çöp bidonunun yanından kutuyla birlikte yıkıntıya getirdiği beyaz köpük tabakasını da yastık olarak kullanacaktı. Gözlerini karanlığa alıştırmak için bekleyen Musa, yıkıntının dibindeki silueti fark etmeye başladığında küçük adımlarla kutuya doğru yürüdü. Yan yatarak omuzlarına kadar kutunun içine girdi. Köpük tabakasını başının altına koydu. Dizlerini karnına çekmek istese de kutunun darlığı buna izin vermedi. Sırt üstü dönerek düşünmeye başladı. Hissesine bol miktarda para düşmüştü. Bir tas çorba ve birkaç simitle idare edecek olsa parası aylarca yetecekti. Şansı yaver giderse bu arada belki bir iş de bulabilirdi. Kendilerine parayı veren doktoru düşündükçe yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı, Oturmasına izin vermeyen karton kutudaki ellerini kaldırarak:
-Allah senden razı olsun doktor diyerek dua etmeye başladı. Senin paran hiç bitmesin inşallah. Sen insanlara hep yardım et. Kalbinde ne varsa Allah sana onu versin. Sen çok yaşa, sen mutlu ol. Sen hiç hasta olma. Fakir de olma. Sen kimi seversen senin olsun. Allah sana çok sevap yazsın...
Musa cebindeki paralarla neler yapabileceğinin hayalini kurup dua ederken, iki kafadar konyaklarını yarılamışlardı. Uzun saçlı olanı elindeki şişeyi ileriye doğru uzatarak büyüğüne sordu:
-Şu’na da iki yudum içirsek mi acaba?
-Bilmem, kendisi bilir. Sen kendi içkinden vermek istiyorsan ver.
Uzun saçlı olanı emredici bir ses tonuyla:
-Musa! diye seslendi, bu şuruptan iki yudum almak ister misin? İçini ısıtır
Arkadaşının seslenmesiyle duası yarım kalan musa:
-Ben hiç içki içmem abi, yatıyorum. diyerek sıyrılmaya çalıştı.
İki eski arkadaş, aralarına yeni aldıkları çocuğun ayağı uğurlu gelse de, paradan eşit pay almasını içlerine sindirememişlerdi. İçki içmeyi kesin bir dille reddetmesinden sonra fısıltı halinde birbiriyle konuşmaları Musa’yı korkutmuştu. Yıkıntıyı ürkütücü bir ıslıkla kavuran nisan gecesinin ayazı ve parasını arkadaşlarına kaptırma ihtimaliyle karton kutunun içine titreyen Musa; uykusuz gecenin şafağını iple çekiyordu. İki kafadar küçük ve yassı şişelerdeki içkiyi bitirdikten sonra divandaki kartonları düzelterek üzerine uzandılar. Konyağın yakıcı hissiyle eskimekten dökülmeye yüz tutmuş battaniyelerini üstlerine çekmeden uyuyormuş numarası yaptılar. Yarım saat kadar süren sessiz bir bekleyişten sonra Reis kısık bir sesle Musa’nın yüreğini ağzına getiren soruyu sordu:
-Musa, uyudun mu ulan? Dişleri birbirine Musa:
-Yok abi, uyumadım daha... diyebildi.
-Üşüyorsan gel aramıza gir. Seni ısıtırız! Korkunun pençesindeki Musa:
-Böyle daha iyi abi! dedi. Aldığı yanıttan memnun kalmayan reis öfkeyle:
-Zıbar öyleyse, uykumuzu kaçırma! diyerek battaniyesini çekti, yarısıyla arkadaşının üstünü örttü.
Tan yerinin ağarmaya başlaması Musa’ya korku dolu gecenin sona ermesini müjdeliyordu. Uyuşan bacaklarını elleriyle ovuşturup sessizce karton kutudan çıktı. Korku ve soğukla cebelleştiği, dualarla şafağına ulaştığı gecenin sonuna gelmişti. Parasını da kaptırmamış olmanın mutluğuyla, güven duymadığı arkadaşlarına ürkek bir bakış fırlatarak yıkıntıdan sessizce ayrıldı. Nereye çıkacağını kestiremediği sokağı ana caddeye kadar hızlı adımlarla geçiverdi. Arkadaşlarının kendisini bulamayacaklarına emin olduğunda rahatlamıştı. Gözüne ilişen çorbacıya tereddüt etmeden daldı. Sırtını kapıya çevirerek orta sıralardaki boş bir masaya ilişti. Garson çocuk yaştaki müşteriyi kısık gözlerle süzdükten sonra, elindeki beyaz bezle zaten pırıl pırıl olan masayı tekrar silerken:
-Kelle paça, tavuk, mercimek... Ne arzu edersiniz? diye sordu. Musa fazla düşünmeden:
-Tavuk olsun dedi.
Üzerinde buharı tüten tavuk çorbasını ekmek bandırarak iştahla kaşıkladı. İkram edilen bir bardak çayı da içerek çorbacı dükkânından çıkarken güneşin ilk ışıkları yağlanmış ve birbirine karışmış saçlarını okşadı. Karnı doymuş, içi ısınmıştı. Cebindeki parayı kaptırma ihtimali ile tedirgin olmasa çok daha mutlu olacaktı. Yürürken, bundan sonrası için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. İş bulmak için çaldığı her kapı yüzüne kapansa da umudunu henüz yitirmemişti. Ana caddeye açılan bir sokaktaki berber dükkanını görünce elleriyle saçlarını sıvazladı. Tıraş olması gerektiğini düşündü.
Yuvarlak yüzlü, orta yaşlı ve göbekli berber Musa’yı tıraş etmeye pek istekli görünmese de siftahı kaçırmanın uğursuzluğuna inanıyordu. Musa’ya:
-Paran var mı? diye sordu. Musa kendinden emin bir sesle:
-Vardır abi dedi. Sen tıraş et. Berber gözlüğünü takarak Musa’ya kuşkuyla baktı:
-Peki ya bit... Saçlarında bit var mı? Musa mahcup bir sesle.
-Yoktur abi dedi. Niye olsun ki...
-Orasını bilmem, sokak çocukları genellikle bitli oluyor da...
-Abi ben sokak çocuğu değilim. İş arıyorum.
-Demek iş arıyorsun ha... Bu kılık kıyafetle işi zor bulursun.
-Niye ki?...
-Bir de soruyor! Oğlum bu kılık kıyafetine bakan kim iş verir sana... Temiz olmalısın, tıraş olmalısın, sonra giydiklerin de yeni ve temiz olmalı. En iyisi mi ben seni tıraş ettikten sonra, hamama git. Madem ki paran var kendine yeni kıyafetler al, yeni bir ayakkabı da al. Efendi gibi ol, bak ondan sonra nasıl kolayca iş buluyorsun...
-Demek öyle...
-Öyle tabi, haydi geç de önce seni bir tıraş edeyim.
Musa tıraş olduktan sonra, aldığı yeni kıyafetlerle tarif edilen hamamın yolunu tuttu. Ömründe hamama ilk kez gelen Musa, sabahın ilk müşterisi olarak içeriye adımını attı. Çekingen ve kararsız davranışları çocuğun hamamda nasıl yıkanılacağını bilmediğini ele vermişti. Hamamcının çocuğa peştemalı uzatırken:
-Bunu kendine sar dedikten sonraki, içeriye çorap ve külotla girmek yasak tamam mı? şeklindeki ikazı; Musa’nın bir anda zihnini allak bullak etti. İçeride neyle karşılaşacağının bilmiyordu. O güne kadar hamam hakkında duyduğu tek şey sıcak bir yer oluşuydu. Göğsüne kadar peştemala sarılan cocuğun endişeyle etrafına bakındığını gören hamamcı: Öyle dikilip durma diye uyardı. Bak şu kapıyı görüyor musun? O kapıdan içeri gireceksin diyerek üst kata çıkıp gece ipe serdiği havluları toplamaya başladı.
Heyecandan soyunduğu odanın kapısını kilitlemeyi unutan Musa işaret edilen kapıdan içeriye girdi. Beş adımlık koridorun sonundaki kapıyı çekinerek açmasıyla hamamın sıcak buharı yüzüne yayılmaya başladı. Yüksek kubbenin altında mermer kaplanmış göbek taşınına oturdu. Yıkıntıda geçen gecenin ayazında kasılan bedeni, göbek taşının sıcaklığıyla gevşiyordu. Kolunu yastık yaparak göbek taşına uzandı. Vücuduna yayılan tatlı uyuşukla gözlerini kapatıp düşünürken, korkulu ve soğuk gecede firar eden uykusunun gelişini anlayamadan kendisinden geçiverdi.
Bir saate yakın bir süre hamamın göbek taşında uyuyakalan Musa’yı seslenerek uyandıramayan tellak, kolundan tutup sarsarak uyandırmaya çalıştı:
-Uyansana hemşerim dedi, burasını otele çevirdin ya...
Başına dikilen tellağa rağmen, göz kapaklarının ağırlığına dayanamayan çocuk ancak:
-Abi... diyebildi. Çocuğun bir satten fazla göbek taşında uyumasını istemeyen tellak, bu kez de bileklerinden tutarak çekip bağırdı, hamamda yankılanan sesiyle:
-Uyan hemşerim dedi. Sonra bayılıp da beni uğrştırma, haydi aç gözünü! Tellağın bileklerinden çekmesiyle doğrulan Musa, gözlerini güçlükle aralayarak:
-Ne kadar güzel! dedi. Sinirlenen tellak:
-Sen rüya mı görüyorsun ne? Uyansana hemşerim, güzel olan ne? gözlerini yarı arlayan Musa:
-Burada yatmak çok güzel dedi. Kısa kesilmiş saçlarında tek siyah teli kalmamış olan tellak dişsiz ağzını açarak güldü:
-Çocuk sen burayı otel mi sandın dedi, burası hamam... Kalk haydi, biraz daha uyursan bayılırsın!
Bileklerini bırakınca Musa’nın gözlerini tekrar kapattığı gören Tellak:
-Anlaşıldı, uğraştıracaksın beni dedi. Musa’yı kolundan tutarak keselik odasına oturtuncaya kadar bırakmadı. Musa’nın başını sabunlarken sordu:
-Ne zamandan beri yıkanmıyorsun sen?
-Bir ay oldu diyerek gözlerini kapayan Musa, keseleme ve yıkama işini bitirinceye kadar tellağın sabunlu elleri arasında uyukladı.
Tellak, başından aşağı döktüğü iki tas soğuk suyla gözlerini açan Musa’nın elinden tutarak keselikten çıkardı. Havluyla kurulayıp sardıktan sonra eliyle odasını işaret etti:
-Geç bakalım uyku düşkünü dedi, şimdi istediğin kadar uyu.
Musa ikindiye kadar deliksiz bir uykuya daldı. Tüy gibi hafiflemiş ve susamış olarak gözlerini açtı. Yeni aldığı elbiselerini giyip eski pantolonun ceplerini karıştırırken yüzü bir anda bembeyaz kesildi: Pantolonundaki paralar uçmuştu! Elinde eski pantolunuyla soyunma odasından telaşla dışarı çıkarken açık kalan ağzı kupkuru olmuştu. Çocuğun haline bakan tellak gülmeye başladı:
-Oğlum ne oldu sana? diye sordu, put kesildin öyle! Musa kurumuş dudaklarıyla güçlükle yanıt verdi:
-Paralarım... dedi, abi paralarım yok! Tellak yanındaki plâstik sandalyeyi göstererek:
-Gel otur şöyle dedi, Sen hamama ilk defa mı geliyorsun? Hamam geldiğine bin pişman olan Musa:
-İlk defa geldim dedi, abi param yok olmuş! Çocuğun dolan gözlerine bakan tellak hamamın kapısına doğru:
-Hey Tokat’lı! diye bağırdı, gel de şu çocuğun parasını ver.
İçeriye giren yirmili yaşlardaki esmer genç, üzerine sarı metalik rakamlar çakılmış kutulardan birisini anahtarla açarak içine koyduğu paraları getirip Musa’nın önüne bıraktı. Tokat’lı genç, çocuğun gözlerinden üzüntüyü kovan sevinç parıltılarına bakarak:
-Bu paraların hepsi senin mi? diye sordu. Paraları eline sığdırmaya çalışan Musa:
-Benim abi dedi.
-Peki sen bu kadar parayı nereden buldun, çaldın mı yoksa?
-Tövbe abi, yemin ederim çalmadım. Doktor abi verdi.
-Kim bu doktor, senin doktor abin mi var?
-Yok öğle değil Nişantaşı’ndaki doktor.
Masanın üzerindeki sürahiden bir bardak su doldurarak çocuğa uzatan tellak, Tokat’lı gence:
-Üsteleme dedi. Yalan söyleyecek bir çocuğa benzemiyor. Bardaktaki suyu bir dikişte bitiren çocuğa dönen Tokat’lı genç:
-Bak hemşerim dedi. Hamama bir daha gelirsen paranı ve kıymetli eşyalarını emanete teslim edeceksin. Soyunduğun odanın kapısını da kilitleyip anahtarını yanına alacaksın tamam mı? Musa parasına kavuşmanın sevinciyle:
-Tamam abi dedi, anladım.
Musa hamamcının parasını ödeyip çıkmak üzereyken, duvardaki boy aynasına inanamayan gözlerle baktı. Kendisini bu haliyle tekrar karşılaşmaktan korktuğu arkadaşları şöyle dursun, annesi bile görse ilk bakışta tanıyamazdı. Çocuğun aynanın karşısında hayranlıkla kendisini süzdüğünü gören Tokat’lı genç:
-Artist gibi oldun dedi, haydi şimdi doğru Yeşilçam’ın yolunu tut!
Musa aynadan çektiği gülümseyen yüzü, sokağa çıktıktan kısa bir süre sonra akşama nerede kalacağı endişesiyle gölgelenmeye başlamıştı. İş ararken başvurduğu yerler Musa’dan ya kefil ya da sonra aramak için telefon numarası isteseler de ters davranan çıkmadı. Akşamın yaklaşmakta olduğunu görünce aklından çıkarmadığı doktor geldi. Birkaç kişiye sorarak Nişantaşı’na gelip doktoru aramaya başladı.
Temizlikçi kadın muayenehaneyi Ferhat’ın gelişinden iki saat kadar önce açıyordu. Bir buçuk saat içinde hasta bekleme salonu ve muayene odasının temizliğini bitirip, çöpleri atarak ayrılan kadınla Ferhat’ın karşılaşması nadir olurdu. Geceyi uykusuz geçiren ve güneşin ilk ışıklarıyla evden ayrılan Ferhat; muayenehaneye geldiğinde temizlikçi kadın işini bitirmek üzereydi.
-Günaydın Sedef hanım, kolay gelsin diyerek kilitli odasını açtı. Başını yerden kaldırmamaya özen gösteren kadın:
-Sağ olunuz efendim dedi, sizin odanızı da temizleyeyim ister misiniz?
Reçeteler, hasta kayıtları, önemli evraklar, acil ve denetime tabi ilaçların bulunduğu odasını; Ferhat annesi ile birlikte hafta sonları alışverişlerine çıkmadan önce temizliyordu.
-Zahmet olmasın dedi, annem yarın gelir beraber temizleriz. Siz, işinizi bitirdikten sonra gidebilirsiniz.
İştahsızlık, üzüntü ve uykusuzluk Ferhat’ın midesindeki yangıyı kramp ağrılarına dönüştürmüştü. Elini midesinin üstüne bastırarak dışarı çıkarken:
-Sedef hanım, süt almaya gidiyorum dedi. Almamı istediğiniz bir şey varsa söyler misiniz? Kadın inatla yere eğdiği başını kaldırmadan:
-Yok efendim dedi. Deterjan da var, kâğıt havlu da var...
Ferhat, yarım kiloluk bir kutu sütle geri döndüğünde; temizlikçi kadın çöpleri de dökerek işini bitirmiş ayakta bekliyordu. Ferhat’a:
-Sütünüzü ısıtmamı ister misiniz? diye sordu. Ferhat:
-Zahmet olmasın Sedef hanım dedi. Gecikirsiniz sonra. Sedef kararlı bir sesle ısrar etti:
-Gecikmem efendim dedi, sütünüzü ısıtayım.
Ferhat’ın uzattığı poşeti başını kaldırmadan alan temizlikçi kadın yüzünü saklama çabasındaydı. On dakika kadar sonra büyük bir bardakla getirdiği sütü Ferhat’ın masasına bırakıp şekerliği uzatırken:
-Süt, biraz kaynar efendim... dedi.
Ferhat, süte attığı şekerleri karıştırırken; baş örtüsüyle yüzünü saklamaya çalışan kadına sordu:
-Sedef hanım yüzünüzü niçin gizliyorsunuz? Geldiğimden beri başınızı yerden kaldırmadınız... Kadın üzgün bir sesle soruyu yanıtlamak yerine:
-Efendim, ben işi bırakıyorum dedi. Anahtarlarınızı vereyim.
-İşi mi bırakıyorsunuz? Sebep...
-Öyle icap ediyor!
Önemli bir sebep olmadan kadının bir gerekçe belirtmeden işi bırakmayacağını düşünen Ferhat:
-Bana ne olduğunu anlatır mısınız dedi, yüzünüzü niçin saklıyorsunuz? Kadının yanıt olarak anahtarları masaya bırakması üzerine yerinden kalkan Ferhat: Başını kaldır dedi, yüzüme bak! Kadın sağ gözünü eliyle kapatarak, başını kısmen kaldırabildi. Ferhat’ın yüzüne bakmak istemiyor, omuzları titriyordu.
Bir karış önünde duran Ferhat’ın, bileğinden tutması üzerine kadın inleyen bir sesle:
-Lütfen bırakınız efendim dedi, görmeseniz daha iyi olur! Ferhat’ın, ne olduğunu anlamadan kadının bileğini bırakmaya niyeti yoktu:
-Neyi görmezsem daha iyi olur? diyerek kadının bileğini yüzünden çekmek isterken:
-Hayır... diyerek bir adım geriye sıçrayan kadın bileğini bir anda Ferhat’ın elinden kurtardı! Bu kez de iki elini yüzüne kapatıp gergin bir yay gibi eğilerek geri çekilirken: Ben artık gidebilir miyim? diye sordu. Ferhat kesin kesin bir ses tonuyla:
-Hayır dedi, ne olduğunu ben anlamadan bir yere gidemezsin. Ferhat’ın sesindeki kararlılığı hisseden kadın:
-Peki dedi, siz bilirsiniz. Bakalım benim gibi siz de hem gülüp hem ağlayacak mısınız? Ben önce ağlayıp sonra gülmüştüm! Bakalım siz hangisini önce yapacaksınız!
Kadına pek de nazik davranmadığını düşünen Ferhat; işittiklerinden fazla bir şey anlamamış, gözlerini merakla kadına dikmiş bekliyordu. Ellerini yüzünden çeken kadın yavaş yavaş doğrulduktan sonra, örtüsünü geriye çekerek başını kaldırıp tek gözüyle Ferhat’a baktı! Kadının sol gözü şişirilmiş mor bir balon gibiydi ve yüzünün çeyreğini kaplamıştı. Ferhat’ın gözleri şaşkınla fal taşı gibi açılmıştı. Ne gülebildi ne de ağlayabildi. Talihsiz kadının işini bırakmasının sebebi anlaşılmıştı. Ferhat aklına gelen ilk soruyu sordu:
-Size bunu kim yaptı? Kadın soruyu duymamış gibi:
-Merakınız geçti mi efendim? Ben artık gidebilir miyim? Bu kez de Ferhat kadını yanıtsız bırakarak sorusunu tekrarladı:
-Sedef hanım, bunu kim yaptı? Konuşmayı uzatmak istemeyen kadın:
-Hiç kimse... dedi, temizlik yaparken merdivenden düştüm! Kadının doğruyu söyleyemediğini anlayan Ferhat:
-Hep aynı senaryo dedi, merdivenden düşmekle gözünüz bu hale gelmez! Bu halinizle gelip bir de muayenehaneyi temizlediniz öyle mi? Lütfen muayene odasına geçiniz. Kadın istemeyerek de olsa odaya geçip işaret edilen koltuğa oturdu. Masasına geçen Ferhat: Nasıl oldu, anlatır mısınız? diye üsteledi. Kadın üzgün bir sesle:
-Beyim... dedi.
-Tahmin etmiştim, niçin?
-Maç yüzünden... Beyim Beşiktaş taraftarı, arkadaşları Galatasaray’lı. Bahis tutmuşlar. Beşiktaş kazanırsa arkadaşları beyime ziyafet çekeceklermiş, yok Galatasaray kazanırsa beyim arkadaşlarını misafir edecekmiş. Önceki gün yapılan maç berabere bitmiş. Hiç gol atan olmamış. Ziyafetlerin suya düştüğünü gören arkadaşları beyime: ’Önce sen bize ziyafet çek, sonra da biz sana...’ demişler. Beyim de kabul etmiş. Dün akşam iki arkadaşını alıp eve getirdi. Bir şişe rakı üçüne yetmeyince mutfakta beni sıkıştırdı: ’Sen ne kirli çıkısın dedi, sende para vardır, sökül bakalım!...’ Bende para kalmamıştı. İki gün önce büyük çocuğun astım ilaçlarını almıştım. Yemin ederek paramın olmadığını söyledim. Bana: ’O zaman git bakkaldan büyük bir şişe veresiye al da getir dedi!’ Bakkal içki ve sigarayı zaten veresiye vermiyordu. Gece yarısı kadın başıma rakı bulmak için dışarıya çıkmak istemeyince boğazımı sıkmaya başladı! Can havıyla elinden kurtulup: Elin adamlarını gece yarısı evine getirmeye utanmıyor musun? diye bağırmamla gözüme yumruk attı galiba, yumruğunu kaldırdığını ve çok parlak bir ışık hatırlıyorum sadece. Mutfakta bayılmışım. Çocukların ağlaşmasıyla kendime gelmişim. Büyük oğlanın nefesi daralınca kardeşini uyandırmış. Ben ayılıncaya kadar başımda ağlaşmış olmalılar! Beyim arkadaşlarıyla birlikte gitmişti, daha dönmedi. Çocukları tekrar yatırdıktan sonra aynada gözümün haline baktım. Önce ağladım, sonra kendi halime güldüm, ne yapayım? Gözümün hâlâ görebiliyor olmasına şükrediyorum! Kadının sözlerini kesmeden dinleyen Ferhat:
-Bir de şükrediyor ha dedi! Bu halinle mi?... Ani bir hareketle ayağa kalkan kadın:
-Şükretmeyip de ne yapacağım dedi... Gözüm kör olsaydı daha mı iyi olurdu?
Talihsiz kadını muayene masasına oturtan Ferhat; kapaklarını aralayarak göz küresini inceledi. Göz akına kan yürümüş kıpkızıl kesilmişti. Kadından, işaret parmağının ucunu gözleriyle takip etmesini isteyerek göz hareketlerini kontrol ettikten sonra muayene odasının kalın perdesini çekerek ışığı söndürdü. Alacakaranlıkta oftalmoskopla göz dibini değerlendirdi, muayenesini bitirip ışığı açtığında suratı asılmıştı:
-Sedef hanım, ilaç kullanmanız gerekiyor diyerek masasına geçti. Reçeteyi yazarken muayene masasından inen kadın:
-Ben müsadenizi rica ediyorum efendim dedi. Hakkınızı helal edin! Kadının gitmeye davrandığını gören Ferhat:
-Sedef hanım, ayrılmadan önce bana on dakika müsade edin dedi, maaşınızı getireyim. Ferhatı’ın, yazılan ilaçları alması için parasının olmadığından emin olduğu kadın:
-Efendim ne maaşı? diye sordu. Bugün ayın sekizi, bir ay olmadı ki... Ferhat kesin bir tavırla:
-Lütfen ben gelmeden muayenehaneden ayrılmayınız dedi. Madem ki işi bırakıyorsunuz, maaşınızı ve bir buçuk yıllık tazminatınızı getireyim. Yarım saat içinde geri dönen Ferhat çalışma masasına geçer geçmez, ayakta sabırsızlıkla beklemekte olan kadına sordu:
-Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?
-Canıma tak etti artık, çocuklarımı alıp Adapazarı’na babamın yanına döneceğim! Burada kalamam. Bu yaptığı ne ilkidir ne de sonuncusu olur... Bir daha buralara dönmem. Masanın üzerindeki iki demet parayı ileri doğru uzatan Ferhat:
-Buyrun Sedef hanım dedi. Bundan sonraki yaşantınızda size bir faydası olmasını diliyorum. Paranın miktarına şaşıran kadın:
-Bu kadar parayı alamam dedi, fazla bunlar... Ferhat kararlı sesiyle:
-Size verilen sadaka değil dedi, kendi emeğinizin karşılığı buyurun paranızı alın. Duygulanan kadın:
-Hakkınızı helal edin efendim, diyerek çekingen bir hareketle paraları aldı. Muayene odasından çıkmak üzereyken kapıyı kapatarak geri döndü. Odanın ortasına kadar gelerek titreyen sesiyle:
-Bu cuma, hayır-mübarek gün siz beni ve çocuklarımı sevindiriyorsunuz ya; Rabbim de sizi sevindirsin dedi! Sizi her iki dünyada da bahtiyar etsin efendim. Böyle bir günde bana el uzattınız ya, Rabbim de her zaman size el uzatsın. Bilemiyorum efendim gönlünüzde ne varsa, Allah size onu versin!
Gönlünden kopan dua ve ıslak yüzüyle odadan çıkan kadın, salonun askılığından çantasını aldı, iki deste parayı yerleştirerek fermuarını çekti, Ferhat’a ve bir buçuk yıl emek verdiği muayenehaneye gönlü sızlayarak veda ediyordu.
Kendi odasına dönen Ferhat, soğumuş sütü bitirinceye kadar dudaklarını bardaktan ayırmadan içti. Kadının halini düşünürken gözleri bir ara Hilmi beyin bir gün önce masasında unuttuğu yirmi sekiz sayfalık gazeteye takıldı. ’Dolar affetmiyor’ başlığı, üç haneli enflasyonun da habercisi olmuştu. Gazetenin son sayfanın en üst satırında kırmızı yazıyla: ’Beşiktaş, Galatasaray’ı on kişiyle salladı, yıkamadı’ yazılıydı. Kupa finalinde gol sesi çıkmadığını belirten haberin üst ve sağ yanındaki resimlerde göze ilk çarpan Beşiktaş’lı futbolcuların formasının ön kısmında beyaz eşya markasının reklamıydı. Galatasaray’lı sporcunun formasına da bir televizyon kanalının logosu basılmıştı. ’Her şey paraya bakar oldu!’ diye düşünürken, hasta bekleme salonundan gelen inilti ve telaşlı konuşma sesleriyle ayağa kalktı. Ferhat’ı, üzüntüyle başladığı, yorucu bir gün bekliyordu.
Ferhat yorucu geçen güne bir bardak sütle başlayıp iki bardak çayla devam etti. Muayenehanenin kapısını çektiğinde gözlerinin karardığını hissederek eve gitmeyi göze alamadı. Ana caddede aşağı doğru yürürken gözlerinin içi gülen bir çocuk eline yapışarak:
-Doktor abi beni tanıdın mı? diye sordu. Ferhat çocuğu tanır gibi olmuş ancak tam emin olamamıştı:
-Tam olarak hatırlayadım dedi. Elini bırakmaya niyeti olmayan çocuğa: Bir şey mi diyeceksin? Çocuğun yüreğindeki sevinç yüzüne yansımıştı:
-Abi dün akşam sen bize para verdin ya...
-Hatırladım, peki şimdi ne istiyorsun?
-Yok abi bir şey istemiyorum.
-Öyleyse... Çocuk, Ferhat’ın elini bırakarak:
-Abi benim param daha bitmedi ki dedi, parmağıyla yeni aldığı kazağını işaret ederek: Bu elbiseleri senin verdiğin parayla aldım, ayakkabı da aldım. Elini çocuğun başına götüren Ferhat:
-Aferin sana dedi! Tıraş da olmuşsun. Yemek yedin mi?
-Sabah bir çorba içtim, hem de yarım ekmekle...
-Yani sen sabahtan beri bir tas çorbayla mı duruyorsun! diye şaşıran Ferhat kendi açlığını düşünerek: Sen bir tas çorba, ben bir bardak sütle... diye devam etti: Gel bakalım beraber bir şeyler yiyelim.
Musa’nın şansıyla barışık olduğu bir gündü. Çalışabileceği bir iş ve barınabileceği bir yer bulabilse, mutluluğu hayal sınırlarının ötesine taşacaktı. Pizza solununa kadar, çocuk yüreğine sığmayan sevinçle Ferhat’ı takip etti. Masada çocuğu tam karşısına oturtan Ferhat:
-Adın ne senin? diye sordu. Çocuk içinde onlarca balığın yüzmekte olduğu akvaryuma kayan sürmeli gözlerini Ferhat’a çevirdi, tatlı bir tebessümle:
-Musa, dedi.
-Musa ha... Firavunların içinde Âsa’sız bir Musa! İşin kolay değil çocuk... ’Firavun.’ kelimesine takılan Musa:
-Abi sen bana ne söyledin? diye sordu.
-Sana demedim çocuk, sen Musa’sın... İnşallah bu koca şehrin firavunları rahat bırakır seni! Peki o arkadaşların ne oldu?
-Abi onlar benim arkadaşım değil. Ben iş ararken peşime takıldılar. ’Biz sana iş buluruz, dediler.’ Dün akşam yanlarında kaldım. Korktum, kaçtım.
-Demek iş arıyordun, bulabildin mi peki?
-Kefil istiyorlar abi, bir de telefon numarası...
Ferhat, masaya gelen garsona iki pizza ve meyva suyu ısmarladıktan sonra Musa’ya:
-O çocuklara katılmadan önce nerede kalıyordun? diye sordu. Bana her şeyi anlatsana. Yalan konuşursan hemen anlarım ona göre... Musa telaşlı bir sesle:
-Tövbe olsun abi, hiç yalanım yoktur. Babam: ’İstanbul’a git iş bul dedi. Buralarda sen de ziyan olma... Sen iş bul yerleş, biz de sonra geliriz.’ Bir ay önce İstanbul’a geldim. Amcamın evine gittim. Amcam iyi adam, balıkçıda çalışıyor. Ben de yanında çalışmaya başladım. Karısı amcamla kavga ediyor. ’Senin kötü kokundan bıktım, bir de bu çocuğun kokusunu çekemem diyor. Çocuğa başka iş bul diyor!’ Amcam, başıma bir iş gelir diye korkuyor: ’Benim gözümün önünde olacaksın diyor.’ İşte bunun için karısıyla her gün kavga ediyor. Amcamın karısı diliyle demiyor ama gözleriyle bana: ’Bu evden git, diyor!’ Ben de iş arıyorum. Abi, sen belki bana bir iş bulursun.
Musa’nın, bir tek kelime yalan söylemediğine emin olan Ferhat:
-Peki bu akşam nereye gideceksin? diye sordu. Musa, sevincine gölge düşüren bu soru üzerine başını öne eğererek:
-Bilmiyorum abi dedi. Otele gidersem param çabuk biter, eve gitsem amcam sevinir ama karısı yine kavga eder. Abi, sen bana bir iş bul!
Garson pizzaları getirinceye kadar Ferhat çocuğa nasıl bir iş bulabileceğini düşündü. Çocuğun saf ve güvenilir olduğunu hissediyordu. Bir bataklığa saplanmadan elinden tutularak kurtarılabilirdi.
Pizza ziyefetin sonra çocuğu Hilmi beyin pastanesine götüren Ferhat, karşılıklı hal-hatır sorma faslından sonra sözü fazla uzatmadan:
-Sana bu çocuğu getirdim Hilmi bey dedi, adı: Musa. Çocuk kendisine bir iş arıyor. Düşündüm de belki senin pastahanende buna uygun bir iş bulunabilir. Ne dersin; Musa’ya göre bir iş var mı, ya da senin tanıdıların arasına eleman arayan birileri... Hilmi bey gözlerini kısarak Musa’yı süzdükten sonra:
-Sayın doktorum, adres ve telefon numarasını bıraksın; elemanlardan çıkan olursa derhal işe alırız, bu arada ben arkadaşlara da haber ileteyim eğer eleman arayan varsa neden olmasın...
Pastahaneden sonra caddenin karşısındaki eczaneye giden Ferhat, eczacı hanımdan da benzer yanıt alınca Musa’yı muayenehaneye getirdi:
-Bizim temizlik işlerine bakan kadın bu gün işten ayrıldı dedi. Senin anlayacağın yeni bir işçi buluncaya kadar burayı temizlemek bana düşüyor. Sen de bana biraz yardım edersin, işimiz bitince seni bir otele bırakırım.
-Otele mi?... Abi, otel çok para ister!
-Daha iyi bir fikrin varsa söyle, bu akşam nerede yatacaksın peki? Musa düşünmeden:
-Abi bur’da kim yatıyor? Yani gece...
-Hiç kimse... İşim bitince kapıyı çekip eve gidiyorum.
-O zaman ben yatayım!
-Nasıl? muayenehanede mi yatacaksın?
-Abi yemin ederim ben bir şeyini çalmam!
-Ona şüphem yok, gece yalnız başına korkarsın!
-Abi yemin ederim korkmam, ben dağda çobanlık yapmışım; kurttan korkmamışım, kuştan korkmamışım. Bur’da niye korkayım ki... Ferhat konuşmayı daha fazla uzatmak niyetinde değildi. Kesin bir dille:
-Olmaz Musa dedi. Bütün gece aklım sende kalır, başına bir iş gelirse diye... Yalnız başına olmaz. Burayı temizleyelim, işimiz bitince seni bir otele bırakırım.
Sedef hanımın sabah bir buçuk saatte pırıl pırıl bıraktığı hasta bekleme salonu, muayene odası ve koridoru; Yoğun bir çalışma gününün akşamında, Ferhat ve Musa iki saatte ancak temizleyebildiler. Ferhat, yerlerin temizliğini yaparken; Musa, elindeki ıslak temizlik beziyle masa ve koltukları teker teker sildi.
Ferhat içinden gelen sese kulak verip Musa’yı otele bırakmaktan vazgeçerek eve getirdi. Annesinin bir şey sormasına meydan bırakmadan:
-Misafirimiz var dedi.
Bilge hanım temiz yüzlü çocuğu kısaca süzerek:
-Hoş geldiniz dedi. Ev sahibinin sesindeki sıcaklığı hisseden çocuk:
-Hoş bulduk, diyerek bilge hanımın elini öperek alnına götürdü.
Bilge hanım ayaklarına terlik uzattığı çocuğu salona aldıktan sonra mutfağa geçti. Çocuğu televizyonun karşısındaki koltuğa oturtan Ferhat, annesini mutfakta fazla bekletmedi. Bilge hanım mutfağın kapısını kapatır kapatmaz:
-Ferat’ım, kim bu çocuk? diye sordu. Ferhat:
-Adı: Musa dedikten sonra anlatmaya başladı: İstanbul’a bir ay kadar önce gelmiş. Amcasının yanında kalıyormuş. Amcasının hanımı kendisine iyi davranmayınca evden ayrılmış. Sokak çocuklarına takılmış, geceyi onlarla geçirken korkudan sabaha kadar uyuyamamış. Bu gün de beni buldu, iş arıyordu. Muayenehaneyi temizlerken bana yardım etti. Aslında otele bıracaktım nedense gönlüm razı olmadı, alıp eve getirdim.
-Muayenehaneyi niye temizledin? Ben yarın gelirdim. -Kendi odamı değil, diğer bölümleri temizledik. Sedef hanım bu sabah işi bıraktı.
-Sedef hanım işi mi bıraktı, sebep neymiş peki?
-Kocası olacak adam içki yüzünden kadının gözüne yumruk atmış. Gözü kapanmıştı. Çocuklarını alarak babasının evine döneceğini söylüyordu... Sedef hanımın işi bırakmasına üzülen Bilge hanım sözü tekrar çocuğa getirdi:
-Peki bu çocuk ne olacak böyle? diye sordu. Ferhat:
-Muayenehaneyi temizlemeden önce pizzacıya götürdüm ama şimdi biraz açıkmıştır. Yemek yesin sonra bildik bir otele bırakırım, sabah kendisine bir iş arar. Bu gün bir iki yere baktık ama süre talep ettiler.
-İyi o zaman, ben sofrayı şimdi hazırlarım.
-Bir iki bardak çay içsem iyi olacak, çok yoruldum. Yemeği sonra yesek olur mu?
Ocağa çaydanlığı koyan Bilge hanım:
-Peki, su kaynayıncaya kadar şu çocukla biraz konuşayım dedi. Bakalım neyin nesi?
Bilge hanım geri döndüğünde Ferhat çayını kendisi demlemiş ilk bardağı dolduruyordu. Şekerliği Ferhat’a uzatırken:
-Oğlum, çocuk daha on üç yaşında dedi; anladığım kadarıyla bu çocuktan kimsenin haberi de yok. Amcası ve babasına bildirmediniz mi? Arıyorlardır şimdi. Emniyete haber verseydiniz bari... Hatasını tamir etmenin telaşına düşen Ferhat:
-Hemen telefon edelim dedi, her şey üst üste geldi, fazla düşünmeye zaman kalamadı.
Aklı, Zernişan’la dağılmasa; oğlunun böyle bir hatayı işlemeyeceğinden emin olan annesi elini Ferhat’ın omzuna koydu:
-Sen otur çayını iç dedi, ben telefon ederim.
Ferhat, elindeki yarım çay bardağıyla dipsiz düşünceler kuyusuna çekiliyordu. Bir gün önce gözlerine perdelenen hüzün sahnesi; üzerindeki peri büyüsünü bozmak bir yana, üstüne kahır tütsüsü yakmıştı.
Yarım saat sonra, kararsız düşünceler girdabında dolanan oğlunun karşısına dikilen Bilge hanım:
-Çocuk kendi göbeğini kendisi kesti dedi! Çocuk telefonda babasıyla konuşurken ne dese beğenirsin?
-Ne dedi?
-’Ben doktorun yanında iş buldum!’ demez mi!...
-Demek öyle söyledi, peki ya amcası, emniyet...
-Endişenme hepsiyle görüştüm. Zannedersem amcası yarın çocuğu almaya gelir. Muayenehanenin adresini verdim çünkü...
Yemekten sonra televizyon izlerken oturduğu koltukta göz kapakları kapanan Ferhat’ın uyumak üzere olduğunu gören Bilge hanım:
-Uyuyacaksan, yatağına geç Ferat’ım dedi. Ferhat güçlükle araladığı gözleriyle Musa’yı işaret etti. Oğlunun ne kadar yorgun ve uykusuz olduğunu bilen anne, sürmeli gözlerini televizyona diken çocuğun masum yüzüne bir bakış fırlattıktan sonra:
-Kalsın dedi, bu gece senin yanındaki odada yatsın. Sabah kahvaltısından sonra kendinle götürürsün.
Ferhat bitkin bir halde uzandığı yatağında deliksiz bir uykuya daldı. Musa, Bilge hanımın verdiği pijamaların içinde kaybolarak, ömründe ilk kez kaloriferli bir evin rutubetsiz havasında uyudu. Bilge hanım, biraz tedirgin bir halde tavşan uykusuna yattı.
Az uykuyla yetinmek doktorların kaderidir. Asistanlığından beri Ferhat’ın uyurken hastaya çağrılmadığı geceler nadir olurdu. Uykusunun bölünmediği gecelerin sabahında kendisini olağanüstü dinç hissederdi. Musa’nın eve misafir edildiği gecenin sabahında zinde olarak uyandı. Tıraş olduktan sonra mutfakta kahvaltı hazırlarlayan annesinin omzuna dokunarak yanağını uzattı. Yıllardır alıştığı bu hareketi, aylardır bekleyen anne, Ferhat’ın yüzünde derin nefes alarak:
-Canım Ferat’ım; senin yüzünün güldüğü saniyeler benim ömrüme yıllar ekler, bunu bilirsin dedi. Nasıl, rahat uyudun mu? Ferhat tebessümle:
-Uykusuzluk benden intikamını aldı galiba dedi, gözümü açtığımda sabah olmuştu. Musa nasıl peki, uyandı mı?
-Bakmadım, git uyandır gelip kahvaltısını yapsın.
Musa’nın giydiği pijamaların içinde sadece başı gönüyordu. Elleri ve ayakları kendisine büyük gelen pijamanın içinde kaybolmuştu. Odanın sıcaklığından üzerinden attığı yorganı kucağında biriktirerek uyuyakalmıştı. Ferhat üçüncü seslenişiyle gözlerini irir iri açan Musa’ya:
-Günaydın küçük bey, sabah oldu dedi. Sen şimdi pijamalarını çıkarıyor; giyinip, yüzünü yıkadıktan sonra kahvaltıya geliyorsun, tamam mı? Musa’nın:
-Tamam abi. demesiyle çocuğa sadece bir gün kısmet olan odadan ayrıldı.
Ferhat annesi ve Musa’yla birlikte muayenehaneye geldi. Musa’ya hasta bekleme salonundaki televizyonu açarak:
-Küçük bey sen televizyon seyret dedi. Bizim kısa sürecek temizlik işimiz var. Sonra hep beraber alış veriş merkezine gideceğiz.
Televizyondaki filme kendini kaptıran çocuk, hasta bekleme salonuna gelen kadını tanır tanımaz:
-Abla sen eczacısın diyerek ayağa kalktı. Kadın gülerek:
-İyi bildin çocuk, eczacıyım dedi. Doktor bey burada mı?
-Abi de bur’da, annesi de bur’da...
-İsabet olmuş, ben Bilge hanıma bir merhaba diyeyim, sonra seninle konuşuruz.
Ferhat, annesiyle görüşmesi beş dakikayı bulmayan eczacı hanımı muayene odasına alarak çalışma masasının önündeki koltukları işaret ederek:
-Lütfen şöyle buyurun! dedi. Eczacı hanımın yerine oturmasından sonra kapıyı kapatarak karşısındaki koltuğa geçti. Eczacı hanımın:
-Detayları konuşalım. demesi üzerine Ferhat:
-Sizi dinliyorum Nesrin hanım dedi, lütfen devam ediniz. Eczacı hanım gece sakin kafayla düşündüklerini Ferhat’a anlatmaya başladı:
-Eczanemizde iki kız çalışıyor dedi. Bir eczaneyi neredeyse tek başına çekip çevirebilecek yetenekteki eski kalfam nişanlı, bu yaz düğünü olacak. Evlendikten sonra işine devam edip edemeyeceği konusunda pek emin değilim, tedbirli davranmakta fayda var. Düşündüm ki; dün bana getirdiğiniz çocuğu şimdiden işe alırsak yaza kadar bir şeyler öğrenmiş olur. Çocuk işçi çalıştırmanın da kendine göre sakıncaları olsa da; madem ki iş arıyor, bu çocuğa bir fırsat vermeli diye düşündüm. Sizin izlenimiz nasıl? Çocuğun güvenilir olup olmadığı konusunda bir ön sezinin sizde oluştuğunu düşünüyorum. Ferhat, Eczacı hanımın endişesini anlayışla karşılıyordu. Musa’nın kendisini mahcup etmeyeceğini düşünerek:
-Bence bu konuda pişman olmazsınız. Musa’yı saf ve henüz işlenmemiş bir cevher olarak görüyorum. Biraz tanısanız çok seveceğinizden eminim. Yalnız çocuğun barınma sorunu var o konuda ne yapabiliriz?
-Bu gün eczanemiz nöbetçi, çocuk işe bir başlasın bakalım. Bu arada beyimle görüşeyim umarım bu konuya uygun bir çözüm buluruz.
Bilge hanım kahve tepsisiyle odaya girinceye kadar, Musa’yla ilgili karar verilmişti. Şansına yarım fincan kahve düşen Bilge hanım, Ferhat’ın koltuğuna otururdu. Köpüklü kahveden ilk yudumun lezzetini damağında tutan Nesrin hanımın gözlerine bakarak:
-Bir sonuca vardınız mı? diye sordu. Eczacı hanım verdiği kararın isabetini düşünerek:
-Çocuğa bir şans tanınması konusunda doktor beyle ortak kanaate vardık.
-Sürmeli’ yi götürüyorsunuz yani...
-Sürmeli mi dediniz?
-Musa’dan bahsediyorum. Çocuğun gözlerine dikkatli bakmamışsınız anlaşılan. Kudret’ten sürmeli çocuk...
Nesrin hanım, miyop gözlerini olduğundan daha küçük gösteren gözlüğünü kâğıt mendille silerken; oğluyla göz göze gelen Bilge Hanım:
-Hayırlısı olsun dedi.
Odadan Ferhat’la birlikte çıkan Nesrin hanım ayağa fırlyan Musa’nın bir adım önünde durdu. Mavi gözlerini çocuğun sevimli yüzünde dolaştırarak:
-Haydi bakalım Sürmeli, misafirlik bitti gidiyoruz dedi. Musa gözlerini iri iri açarak:
-Abla gidiyor muyuz, nereye?...
-Sen değil miydin iş arayan? Buldun işte. Eczaneye gidiyorsun, yanımda çalışacaksın. Haydi doktor abinle vedalaş!
Buruk bir sevinç yaşayan musa ne söyleyeceğini bilemiyordu. Kahve fincanlarını toplayarak yetişen Bilge hanım:
-Alışveriş merkezine giderken Musa’yı da beraber götürmeyi plânlamıştık ama ziyanı yok dedi. Hayırlısıyla işe başlasın da biz dönüşte eczaneye uğrarız artık.
Nesrin hanımın, Musa’yla beraber ayrılışından bir saat sonra; Ferhat’la haftalık alış verişlerine çıkan Bilge hanımın, dönüşünde ilk işi eczaneye uğramak oldu. Kolları uzun gelen eczacı gömleğinde sadece parmakları görünen Musa işe başlamıştı. Bilge hanım gülümseyen yüzüyle elindeki hediye paketini Nesrin hanımın masasına bırakarak:
-Sürmeli’ye pijama takımı aldım dedi. Ben gittikten sonra kendisine verirsiniz.
Musa, ikindi üzeri kendisini geri götürmek için gelen amcasına, kesin bir dille eve dönmek istemediğini belirtti. Eczaneden açtığı telefonla Musa’nın amcasıyla babasını görüştüren Nesrin hanım:
-Kısmet böyleymiş, Musa artık bize emanet diyerek son noktayı koymuş oldu.
Musa, gece yarısından sonra pijama takımını giyerek eczanenin parfüm kokulu nöbet odasında; uykuya dalıncaya kadar çocuk masumiyetiyle Ferhat için gönülden dua etti.
***
Ferhat için, zorluk halkalarıyla birbirine zincirlenen günler başladı. Zernişan’ı aramaya karar verdiği her gecenin sabahında, kırılan cesaretiyle güne umutsuz başlıyordu. Şartlar daha başlangıcında aleyhine görünse de isyankâr gönlüne söz geçiremiyordu. Sedef’in işi bırakmasının üzerinden bir hafta geçmişti. Yoğun geçen bir çalışma gününün sonunda yorgunluğu yüzünden okunan Ferhat, muayenehaneyi bir an önce temizleyip eve dönmeyi düşünüyordu ki; salona gelen eczacı hanımın sesini duydu:
-Doktor bey, burada mısınız? Ferhat odasının kapısına kadar gelerek:
-Buradayım Nesrin hanım, hoş geldiniz dedi. Ben de hastalarımı yeni bitirmiştim, tam zamanında geldiniz buyurunuz lütfen. Eczacı hanım Ferhat’a elini uzatarak:
-Hoş bulduk dedi, keşke biraz zamanım olsaydı konuşurduk. Size haber vermeye geldim: Eskiden kızımın evinde çalışan temizlikçi kadını bulup konuştum. Anahtarları verirseniz yarın sabah işine başlamış olur. Eğer kadın işe başlamadan önce kendisiyle görüşmek isterseniz belli bir saat kararlaştıralım o saate muayenehaneye gelsin, konuşursunuz. Sizce hangisi uygun? Ferhat fazla düşünmeye gerek duymadan:
-Nesrin hanım, sizin aklınıza yatmış olmalı ki buraya kadar zahmet ettiniz dedi. Bir dakika müsade edin size anahtarları getireyim.
Muayenehanenin anahtarlarını alan Eczacı hanım, Ferhat’ın gözlerine bakarak gülümsedi:
-Böylelikle ödeşmiş olduk dedi, tamam mı? Ferhat, Eczacı hanımın söylediğinden bir şey anlamamıştı:
-Ne gibi?... diye dordu.
-Siz bana kalfa olarak yetiştireceğim bir çocuk buldunuz, ben size temizlikçi kadını...
-Musa nasıl, alıştı mı?
-Çabuk kavrıyor, iyi huylu bir çocuk.
-Peki, ya barınma sorunu...
-Akşamları kendimizle birlikte eve götürüyoruz. Bizim kendi çocuğumuz gibi oldu.
-Çok sevindim! Sayenizde çocuğun hayatı kurtuldu.
Eczacı hanım, getirdiği haberlerle bir nebze olsun Ferhat’ın üzerindeki yorgunluğu kaldırmış olarak muayenehaneden ayrıldı. Temizlikçi kadının bulunması, Musa’nın iyi bir işe başlaması ve güvenilir barınma koşullarına kavuşmasıyla morali kısmen düzelen Ferhat, Aklından bir türlü çıkmayan Zernişan’ı bulmak için hiçbir çaba sarfetme gücünü kendisinde bulamadığı bir günün daha sonuna gelmişti. Zernişan’ın gözlerinin önünde arabaya bindirilerek uzaklaştığı o uğursuz sahnenin caydırıcı rolü olmasaydı, okul veya dershane kapısında nöbet tutma pahasına genç kızı çoktan bulmuş olurdu.
Sihirli aynanın perisiyle karşılaşmadan önce, şifa bulan hastaların gözlerinde okuduğu minnet duygusuyla huzur bulduğu muayenehaneye artık sığmadığını hissediyordu. Hastalarını muayene ederken zihnini toparlamak için ne kadar çaba sarfettiğini düşünerek muayene odasındaki masasına oturdu. Bu koşullarla çalışmaya fazla devam edemeyeceğini anlamaya başlamıştı. Yüreğindeki peri ateşini kendisiyle birlikte her yere geleceğine hiçbir kuşkusu kalmadığından: Buralardan uzaklaşmak! düşüncesi de bir çözüm getirmezdi. Gözleri, gün içinde yarıdan fazlası eriyen reçete koçanıyla okşanırken yüzüne yayılan ucuk tebessümle masadan kalkarken; koridordan hasta bekleme salonuna telaşlı bir ses yankılandı:
-Doktor! Acil hastamız var, doktor...
Koşar adımlarla gelip, Ferhat’ın öne dikilen genç:
-Hemen gidelim dedi, çok acil... Çabuk ol! Doktorun kapının önünde kıpırdamadan şaşkın gözlerle kendisine bakıp hareketsiz kaldığını görünce: Hasta acil diyorum sana! diye bağırdı. Ana caddenin karşı tarafında, üç sokak ileride, köşebaşında... Yürüyerek daha çabuk varırız, acele et, haydi...
Kaderin cilvesi dedikleri türden bir rastlantıyla annesinin: ’Küpeli horoz!’ adını taktığı genç Ferhat’ı hastaya çağrıyordu. Ferhat’ın eli ayağı birbirine dolaşır gibi oldu. Acil hastalar için hazır bulundurduğu çantasını alarak deri montlu gencin peşine düştü. Telaşlı genç arabaların arasından koşup zıplayarak caddenin karşına geçtiğinde; Ferhat, kaldırımdan yola henüz adımını atamamıştı. Genç, yolun karşısından eliyle: ’Çabuk ol!’ işareti yaparak, ardına baka baka koşturdu. Gencin tepesine doğru dikleştirip uçlarını kırmızıya boyattığı saçlarını gözden kaçırmamaya çalışarak gösterişli bir apartmana kadar takip eden Ferhat; giriş kapısının solunda duvara gömülü duafondan: ’Burak, çabuk olunuz lütfen, çok acil!...’ uyarısıyla apartmana gençten önce adımını attı. Dördüncü katta meşgul edilen asansörün dönüşünü beklemeden, kırmızı damarlı mermerle kaplanmış geniş basamaklı merdivene yöneldi. Hızlı adımlarla iki kat merdiven çıkan Ferhat’ı, kapısı açık dairenin önünde zarafeti ilk bakışta göze çarpan ve sabırsızlıkla bekleyen bir hanım karşıladı:
-Doktor bey hoş geldiniz dedi, beni takip ediniz lütfen.
Hasta orta yaşlı bir adamdı. Yatağına oturmuş, kucağına biriktirdiği yastıkların desteğiyle aldığı nefesini güçlükle verebiliyordu. Hastanın tansiyonu ölçek Ferhat, kalbini ve solunum seslerini dinledikten sonra ayak bileklerini de muayene ederek teşhisini koydu. Acil tedavi ilaçları kutusundan çıkardığı iki ampul ilacı aynı enjektöre çekerek hastanın kolundan çok yavaş bir şekilde vermeye çalışıyordu ki; kocasının tıkanmak üzere olduğunu gören kadın kendisini tutamadı:
-Daha hızlı olamaz mı? diye sordu. Kadının endişeni anlayan Ferhat sakin bir sesle:
-Sonra konuşuruz efendim dedi. Lütfen sakin olunuz, hastanız iyileşecek.
Beş dakikayı aşan sürede ancak tamamlanan enjeksiyonun ardından, hastanın kalbini yeniden dinleyen doktorun ilaç kutusundan üçüncü ampulü çıkardığını gören kadın, tükenmeye yüz tutan sabrıyla:
-Durumu nasıl? diye sordu. Ferhat, küçük bir enjektöre çektiği ilacı, hastaya adaleden zerk ettikten sonra, kaygısı derinleşen kadına:
-Gereken tedaviyi yapıyorum efendim dedi. Endişeye gerek yok. Dudakları kıpırdayan kadın, doktorun ses tonundan hastanın yanında fazla soru sormaması gerektiği anlamış ve susmuştu ki; sallana sallana içeri odaya giren Burak:
-Nasıl, iyileşecek mi? diye sordu. Ferhat’ın yanıtlamasına meydan bırakmayan kadın:
-Burak, lütfen doktorun dikkati dağıtma! diye genç çocuğu azarlar gibi konuştu. Git istersen salonda otur! Zılgıtı yiyen Burak içerlenmiş bir halde:
-Ne yapsam, kimseye yaranamıyorum zaten! diye söylenerek salona uğramadan dış kapıyı sertçe çekerek evden ayrıldı.
Acilen yapılması gereken tedaviyi tamamlayan Ferhat, gözünü saatinden ayırmadan hastanın nabzını saydıktan sonra, yerinde duramayan kadına:
-Durumu iyiye gidiyor dedi. Dinlensin, on dakika sonra tekrar kontrol ederim.
Ferhat, telaşsız hali ve söyledikleriyle kadının yüreğine bir nebze olsun su serpmişti. Kocasının nefesindeki düğümün gevşemekte olduğunu anlayan kadın yan odadan getirdiği sandalyeyi doktora uzatarak:
-Ayakta kaldınız dedi, buyurun...
Yatağın ayak ucuna çektiği sandalyeye sessizce oturan Ferhat hastanın gittiçe rahatlayıp sessizleşen nefesini dinlerken; dairenin giriş kapısı telaşla açılıp kapandı. Birkaç kişinin birbirine karışan sabırsız sesleri üzerine odadan dışarı çıkan kadın gelenleri sakinleştirmek için:
-Merak etmeyin dedi, doktor yanında... Gereken tedavisini yapıyor, kimsenin endişesi olmasın!
Kadın odaya döndükten birkaç dakika sonra kocası kucağındaki yastıkları yatağın kenarına çekerek ayaklarını karyoladan aşağıya sarkıttı:
-Ben iyiyim dedi, bir şeyim kalmadı!
Hastanın yatağından inmeye davrandığını gören Ferhat, ayağa kalkarak elini hastanın omzuna koydu:
-Hemen değil dedi. kontrol edeyim ondan sonra...
Hastasını tekrar kontrolden geçiren doktorun yüzü aydınlanmıştı:
-Geçmiş olsun efendim, atlattınız diyerek aletlerini toplayıp çantasına yerleştirdi.
Eşinin yüzündeki mutluluk ifadesini okuyan kadın, sevinçle ışıldayan gözlerini Ferhat’a çevirerek:
-Çok teşekkür ederiz, minnettarız dedi. Doktorun bir şey söylemesine zaman bırakmayan hasta yatağından inerek eşine:
-Doktoru salona al hanım dedi, bir kahve ikram edin, ben çocuklara bir görünüp geleyim. Anlaşılan: Burak haylazı ortalığı velveleye verdi!
Geniş antrenin sonundaki salonun ışıklarını yakarak doktoru içeriye alan kadın yer gösterdi:
-Buyurun, siz dinlenmenize bakın dedi. Kahveniz nasıl olsun efendim?
-Zahmet olmazsa orta şekerli olsun.
-Rica ederim, zahmet ne demek... Bizim için büyük mutluluk diyen kadın; Ferhat’ı, pahalı mobilyalarla özenle döşenmiş salonda yalnız bırakarak mutfağa yöneldi.
Altın yaldızlı tavandan sarkan kristal avizelerin renk cümbüşü altında kalan Ferhat; adamın kibar görüntüsü ve kadının zarafeti ile bağdaşmayan Burak’ın yersiz davranışlarını, zenginliğin olgunlaşmamış kişiliğe yüklediği şımarıklığa yorumladı. Düşünürken, zihninde sessiz sedasız uçuşan benzersiz hayal, desenleri kesimle kabartılmış Çin halısının üzerinde kayıtsızca dolanan gözlerini alıp o kadar uzaklara götürdü ki; salona sessizce süzülen genç kızın uzattığı kahve tepsisini;
-Doktor bey, kahvenizi buyurun lütfen! uyarısıyla ancak görebildi.
Narin bileklerin uzattığı, kenarları altın kaplama gümüş kahve tepsisine doğru eğilen Ferhat tabağı kaldırdığında; Zihninin dolambaçlı yollarında aylardır kendilerini ele vermeyen büyülü gözleri tepsideki yansımada yakaldı! Elinde titremeye başlayan kahve fincanını yanındaki sehpaya bırakarak; hayal olma endişesine kapıldığı yansımanın, gerçek simasına doğru başını yavaşça kaldırdı. Genç kızın hafif tebessümüyle gizemi daha da derinleşen peri gözlerinin büyüsüyle sarhoş olan Ferhat; ancak aşk ve tutkunun gönülden koparabileceği yanık bir sesle:
-Zernişan!... dedi.
Olağanüstü bir ses tonuyla ismi telaffuz edilen genç kız neye uğradığını şaşırdı! Manyetize olmuş doktorun anlam yüklü ve sahiplenen gözlerindeki itirafla aklı karışmış olarak geri çekildi. Pek de yabancı gelmeyen bu tutkulu bakışları hatırlamaya çalışarak salondan çıkarken; alış veriş merkezinde dört ay kadar önce, gözlerini kırpmadan kendisini aynada süzen yabancıyı hatırlayıverdi. Kahve ikram ettiği doktor, aynada bakıştığı yabancının ta kendisiydi!
Mutfağa dönen Zernişan’ın gözleri babasını aradı. Leyla hanım:
-Merak etme, babanın durumu iyi dedikten sonra kızındaki durgunluğu fark etti: Peki senin neyin var? Annesinin ısrarlı bakışlarından gözlerini kaçıran Zernişan:
-Hiç dedi... Bir şeyim yok, sana öyle gelmiştir. Kızının sözlerinden şüpheye düşen Leyla hanım:
-Doktor yoksa babanla ilgili olumsuz bir şey mi söyledi? diye sordu. Zernişan donuk bir sesle:
-Hayır, babamla ilgili bir şey söylemedi dedi. Endişelenen Leyla hanım kalkıp salona doğru yürürken on iki yaşındaki Yusuf annesinin peşine takıldı. Ferhat sehpaya bıraktığı kahvesini unutmuş düşünüyordu. Leyla hanım ve Yusuf henüz oturmuşlardı ki, salona babacan tavırlarıyla Semih bey girdi. Üç kişilik koltuğa Ferhat’a yakın oturdu. Bir saat öncesinin daralan nefesi zamanında yapılan tedaviyle gür sesiyle yine buluşmuştu:
-Doktor bey, çok teşekkür ederim diyerek Ferhat’ın düşünceli yüzüne baktı. Rahat bir nefes alabilmenin değerine paha biçilemezmiş! En büyük zenginlik sağlık, bence gerisi yalan.
Eşinin esnemekte olduğunu gören Leyla hanım, Ferhat’a:
-Bu gece kullanması gereken bir ilaç var mı? diye sordu. Vakit çok geç olmadan eczaneden temin etsek.
-Bu gece kullanması gereken başka ilaç yok, diyen Ferhat, Semih beye dönerek kartını uzattı: Yarın saat on civarında muayenehaneye gelirsiniz, yapacağım bazı tetkiklerden sonra gereken ilaçlarınızı yazarım. Bu arada bir sorun olursa bana telefonla ulaşabilirsiniz.
Semih bey, Ferhat’tan aldığı karta göz gezdirirken, Leyla hanım:
-Yine başladılar! diyerek hışımla yerinden kalktı. Mutfağın karşısındaki odadan eve ne zaman geldiğini anlaşılmayan Burak’ın isyanı duyuluyordu:
-Ne yapsam yaranamadım. Ne zaman başınız sıkışsa yine de beni ararsınız. Bilmiyor muyum?... Zernişan billûr sesi yükseltmiş itiraz ediyordu:
-Kim kimi aramış, kapıdan kovsak bacadan giriyorsun, bu kadar yüzsüzlük pes doğrusu!
-Ben mi yüzsüzüm? Sizi saygıya davet ediyorum hanımefendi! Unutma ki karşınızda gördüğünüz bu Burak bey için kızlar can atıyor!
-Can mı atıyor? Aklına yanayım o kızların, onlar da senin gibidir mutlaka.
-Bana bak, ne zaman seninle anlaşmak istesem bir sorun çıkarıyorsun zaten.
-Sorun çıkarmıyorum. Benimle anlaşmak istiyorsan önce kulağındaki küpeyi çıkart! Sonra da tependeki horoz ibiğini kestir!
-Ne diyorsun sen, kızlar saçıma bayılıyor...
-Sakın senin haline gülmekten bayılıyor olmasınlar?
Beynine kan sıçrayan Burak, Zernişan’ın üzerine yürürken içeriye hışımla giren Leyla hanım:
-Ne oluyor size, utanmıyor musunuz? ikisini birden azarladı. Birbirine saygınız yoksa içerideki hasta adama saygınız olsun. Bu yaptığınız çok ayıp, çok!...
Burak hırsından deliye dönmüş bir halde odadan çıkıp hıncını dış kapıdan alırken, Leyla hanım sesini yumuşatmaya çalışarak Zernişan’a:
-Kızım kaç kez söyleyeceğim sana diye sitem etti. Bu deliye uyma demiyor muyum? Sen yine de bildiğini okuyorsun! Tartışmayı baştan sona sessiz bir biçimde dinleyen Nurbanı hanım dayanamadı:
-Kızın bir suçu yok dedi, bilmiyor gibi konuşma! Bütün fitne ve fesatı çıkaran çil horozun kendisi! Kızın ne suçu var? Annesinin sözleri üzerine yatışmış gibi görünen Leyla hanım doktoru uğurladıktan sonra koluna girerek uyuklamaya başlayan Semih beyi yatağına götürdü.
Ferhat aklına takılan sorularla muayenehaneye döndü. Annesiye vereceği müjdeyle acele edip odadan çıkmak üzereyken çalan telefon ziliyle kapıdan geri döndü. Ahizeyi kaldırarak, muayenehaneye gelen bütün telefonlara verdiği açış cümlesini tekrarladı:
-Ben doktor Ferhat efendim, buyurun... Kısa bir duraksamanın ardından, telaşla perdelense de arayanın billûr gibi sesi duyuldu:
-Biraz önce muayene ettiğiniz hasta ile ilgili olarak annem aramamı istedi. Babamı uyandıramıyoruz. Gözlerini açıp yine dalıyor. Annem endişe içinde, ’Gece geç saatlerde başına kötü bir şey gelir mi?’ diye merak ediyor. Size sormamı istedi, bunun için rahatsız ettim.
Olağan koşullarda ilaçların olası yan etkileri hakkında hastalarını bilgilendirmeyi ihmal etmeyen Ferhat; üzerindeki Zernişan’ın büyüsü ve aklını meşgul eden sorulardan, ihmalkâr davranmıştı. Heyecanını gizleyemeyen sesiyle yutkunarak:
-Endişe etmenize gerek yok, dedi. Son yaptığım iğnenin beklenen etkisi. Babanıza sakinleştirici yapmıştım. İlacın etkisiyle rahat bir gece geçirecektir. Sabah uyandığında kendisini çok daha iyi hisseder, bunun için bir endişeniz olmasın...
-Telaşlanacak bir şey yok yani, öyle mi?
-Yok.
-Teşekkür ederim, iyi geceler...
-Durun! kapatmayın lütfen... Siz şimdi babanızın yanına gidip uyandırmaya çalışmadan sadece nefesini dinleyin. Nefesini rahat alıp veriyorsa sorun yok demektir. Bence rahat bir gece geçirecektir. Yarın sistemik bir muayeneden sonra gerekli ilaçlarını yazacağım. Babanız için ne gerekiyorsa yapılacağından kuşkunuz olmasın. Sizden ricam: Babanızı kontrol ettikten sonra beni tekrar arar mısınız? Telefonunuzu bekleyeceğim. Sizinle özel olarak konuşmak istediğim birkaç konu var!
Ferhat’ın son cümlesine söyleyecek bir söz bulamayan Zernişan telefonu yavaşça kapatarak dalgın bir bir halde babasının odasına yöneldi. Kızının yüzündeki ifadeyi çözemeyen Leyla hanım sabırsız bir ses tonuyla:
-Doktor ne söyledi? diye sordu. Sakin görünmeye çalışan Zernişan babasının üzerine eğilip nefesini bir süre dinledikten sonra:
-Endişe edecek bir durum yokmuş dedi. Doktorun yaptığı son iğne sakinleştirici olduğu için babama uyku veriyormuş. Bu gece güzel uyurmuş. Yani senin korktuğun gibi değilmiş. Yarın babamı bir daha muayene edip ilaç yazacakmış. Bunları söyledi! Leyla hanım rahatlamış olarak kızına:
-Bana her ihtimale karşı babanın başında nöbet tutmak düşüyor dedi. Anneanneni ve Yusuf’u yatırdıktan sonra sen de fazla bekleme...
Ferhat’ın gözü kulağı telefondaydı. Heyecanlı bekleyişi beş dakikayı bulamıştı ki telefonun zili çaldı. Heyecanla beklediği telefon Ferhat’ın değişmez ilk cümlesini tek kelimeye indirgemişti:
-Efendim dedi. Oğlundan heyecanla duyduğu tek kelimeyla duraksayan Bilge hanım:
-Ferat’ım geciktin, merak ettim dedi. Ferhat’ın annesine anlatacağı çok şey vardı ancak Zernişan’ın arama olasılığını düşünerek kısa konuştu:
-Acil bir hasta için eve çağrıldım dedi. Henüz döndüm. Durumu nasıl oldu diye telefon bekliyorum. Gecikirsem merak etme!
Bilge hanım, oğlunu bekleyerek televizyon karşısında uyuklarken; Ferhat, heyecanla Zernişan’dan gelecek telefonu bekliyordu. Saatler gece yarısını geçtiğinde sabırsızlığı ve sönmeye yüz tutmuş umuduna rağmen yerinden kıpırdayamadı.
Zernişan, ’Sizinle özel olarak konuşmak istiyorum!’ cümlesine yabancı değildi. Daha liseye başlamadan duymaya alıştığı bu cümleye: ’Sizi dinliyorum, konuşun!’ yanıtıyla kısa ve keskin bir karşılık vererek karşısındakini hazırlıksız yakalardı. Anneannesinin verdiği akılla Zernişan’ın kullandığı bu taktik, konuşmak isteyenin aklını genellikle bir anda karıştırır, iki kelimeyi bir araya getirmesine meydan bırakmazdı. Zernişan için ’Seni seviyorum!’ cümlesini duymak da söyleyenin şansını daha başlangıçta kaybetmesi demekti. Zernişan’a göre iki kelimelik bu cümle insanın her iki dünyada da asla vazgeçemeyeceği kişiye saklanması, ömründe ilk ve son kez kullanması gereken, geriye dönülmez bir ikrardı. Bu ikrarın uluorta ve kolay ifade edilebilirliğine tahamülü yoktu. Tuttuğunu koparan ve yapışkan cinsten çapkınlara karşı da son silahı saklıydı: ’Ben Nişan’lıyım!’ diyerek gülümseyip geçerdi. Bu cümlesini inatçı davranan kimi erkelere yemin ederek tekrarladığı oluyordu. Karşısındakinin, genç kızın nişanlı olduğunu anlayarak umutlarını suya düşüren bu cümleden Zernişan’ın kastı: Ensesi ile saçlı deri arasına gizlenen, nohut büyüklüğünde pembe renkli doğum nişanıydı. Soylu bir aileden gelen ve mistik inançları çok güçlü olan anneannesi Nurbanu hanım bu doğum gülünü, Zernişan beş yaşındayken saçlarını tararken fark etmiş, doğum gülünün gizlenişine bakarak: ’Bunda bir keramet var!’ düşüncesiyle kimseye söz etmemişti. Birkaç kez Leyla hanımın ağzını arasa da, kızının bu doğum nişanından haberi olmadığını anlayınca bu konuda bir daha ağzını açmamıştı. Nurbanu hanım yetmiş yılı aşan hayat tecrübesiyle Zernişan’ın etrafına ördürdüğü duvar, gençliğin bitip tükenmek bilmeyen enerjisi ve delice cesaretine rağmen aşılamamıştı.
***
Zernişan, Ferhat’ın konuşmak istediği birkaç konunun babası ile ilgili olmadığını sezmişti. Anneannesi ve Yusuf’un uyuduklarını görünce salona döndü. Televizyonu açarak karşısındaki koltuğa oturup düşünmeye başladı:
Saat gecenin birini geçse de karasızlığını bir türlü yenemedi. Her ne kadar görüşme ricası Ferhat’tan gelmiş olsa da; aramayı, o güne kadar harfiyen uyduğu anneannesinin önerileriyle bağdaştıramayan aklı buna izin vermiyordu. Oysa gönlünden geçen duygu esintisi başka söylüyordu: Kendisinden on beş yaş büyük bir erkek, şansını daha başlangıcında önemli ölçüde kaybetmiş sayılırdı. Doktorun aynadaki bakışları ve salondaki: ’Zernişan!...’ hitabındaki ses tonu aslında hiçbir kuşkuya meydan bırakmıyordu. Doktoru arayıp ondan ’Seni seviyorum!’ cümlesini duyup; ’Ben nişan’lıyım!’ demek izlenecek en doğru yol gibi görünüyordu. Nasılsa doktor da bundan kendisinin birisiyle nişanlı olduğu anlamını çıkarır sonunda vazgeçerdi. Gözleri duvardaki saat ile aynalı konsolun üstündeki telefon arasında gidip gelmeye başladığında salona gelen annesi uykulu gözleriyle televizyona bakıp:
-Bu saatte film mi izliyorsun, sesini kıs biraz dedi. Annesinin solgun yüzüne bakan Zernişan:
-Babam nasıl? diye sordu.
-Rahatlamış görünüyor, derin bir uykuda...
-İyi olduğuna sevindim.
-Televizyonla fazla oyalanma, sabaha kursa gideceksin. Çok geç olmadan uyusan iyi edersin, diyen Leyla hanımın salondan ayrılmasından sonra Zernişan salonun kapısını kapatıp, televizyonun sesini kısarak telefonun yanına kadar gelmesine rağmen elini uzatacak cesareti kendisinde bulamıyordu.
Yelkovanın peşinden sürüklediği akrep üçü geçmişti. Perinin telefon etme olasılığı gittikçe azalsa da, Ferhat muayenehaneden ayrılamıyordu. Umut ve sabırsızlıkla beklenen telefon saat dörde doğru çaldı. Ahizeyi heyecanla kaldıran Ferhat:
-Efendim... dedi. Kısa bir sessizliğin ardından telefondan Zernişan’ın billûr sesi süzüldü:
-Gittiğinizi sanıyordum.
-Gitmek mi?... Perisinden telefon bekleyen hangi Ademoğlu çekip gidebilir ki, dedi. Gitmem her şeyin başlamadan sonu olurdu peri. Sen aramasan bile sabaha kadar bekleyecektim. Bir periye tutulmak, ondan telefon beklemek; sevgisinden damla tadıp, özlem deryasında çırpınmak herkese nasip olmaz! Değil mi ki arama ihtimalin vardı; akıl ve iradem, gönlüme söz geçirebilir miydi? Bir gecelik uyku uğruna perimi zerre kadar olsun üzebilir miydim? Seve seve beklerdim peri. Bir saat sonra da arasan yine cevap verirdim. Sana söz verip de yerine getiremediğim anı yaşamaktansa hiç yaşamamayı tercih ederim. Zernişan düşündüklerinde yanılmadığını anlamıştı:
-Niçin? diye sordu.
-Sihirli aynanın perisi, bir bakışıyla beni öylesine bir yola düşürdü ki; çöllerinde vaha, kıraçlarında gülistan, uçurumlarında dal ve denizlerinde sandal bulduğum... Çile mahkûmunun zulasında saklı huzur...
-Sihirli aynanın perisi mi dediniz?
-Alış veriş merkezinde, aynada göz göze gelişimizden söz ediyorum. O andan beri eski Ferhat değilim. Büyüleyici bakışınla bütün yaşantımı değiştirmiştin. Aylarca her yerde seni arar oldum. Gökte ararken yerde bulduğumda gözlerime perdelenen hüzün sahnesinin ömrümden kaç yıl alıp götürdüğünü bilemiyorum! Kahır bulutlarıyla ufkumun zindan kesildiği başka bir gün hatırlamıyorum. Gözlerimin önünde Burak’ın arabasına binmiştin. Çok erken olacak ama sormadan edemeyeceğim: Burak ile arkadaşlığınız ne düzeyde?
-Arkadaş mı dediniz?... Hayır, öyle değil: Burak teyzemin oğlu!
-Teyzenizin oğlu mu? Burak!...
-Niye şaşırmış gibi konuşuyorsunuz? Teyzemin oğlu işte...
-Akraba olabileceğinizi düşünememiştim. İlk gördüğümde, Zernişan’ın bu çocukla ne işi olur ki diye şaşırmıştım; şimdi de teyzenizin oğlu olduğunu öğrenince şaşırdım. Pek anlaşamıyorsunuz galiba.
-Burak aslında kötü bir çocuk sayılmaz, yanlış kişileri örnek alıyor. Düşünmeden ileri geri konuşur, çalışarak hayatta başaramayacağı şeylere baba parası ile erişmek ister. Ondan dolayı pek anlaşamayız. Kılık kıyafeti de cabası, fazla göze batıyor. Burak hakkında söyledikleriyle Ferhat’ın sırtından görünmez dağların yükünü kaldıran Zernişan: Bu saate kadar iş yerinde kaldığınıza göre aileniz sizi merak etmez mi? diye sordu. Aşk ve tutkusuna derin bir minnet yüklenen Ferhat:
-Anneme gecikeceğimi söylemiştim, beni merak edecek başka kimsem de yok. Peki ya senin ailen... Benimle konuştuğunu anlarlarsa nasıl bir tepki gösterirler?
-Bu güne kadar ailemden sakladığım bir şey olmadı, bundan sonra da olmaz. Annem üzerime çok titrer. Sorarsa doğruyu söylerim. Kızarsa uykusuz kaldığıma kızar, benim yanlış bir şey yapmayacağımı bilir.
-Annenizle her sırrınızı paylaşır mısınız?
-Benim şimdiye kadar saklayacağım bir sırrım olmadı. Niçin olsun ki? Her zaman bana yardımcı oluyor. Doğru yolu gösterir.
-Anladım, ailen sana karşı anlayışlı davranıyor, peki ya bu telefon görüşmemizden annenin şu an haberi var mı, ya da olacak mı?
-Şu an herkes derin bir uykuda... Sabah annem bir şey sorarsa: Görüşme teklifinin sizden geldiğini, bunun için aradığımı söylerim.
-Peki ya: ’Ne konuştunuz?’ diye sorarsa, cevabınız ne olacak?
-Konuştuklarımızdan aklımda kalanları söyleyeceğim elbette. Kendimden bir şeyler katacak değilim. Onun için söylemek istediklerinizi tamamlayınız, buyurun sizi dinliyorum efendim:
-Beni iyi dinle peri: Kalemin göz yaşıyla yazdığı, sözlerin üşüdüğü cümleler vardır! Düşünce kalıplarının almadığı, söz ve yazıyla anlatılamayan ancak yaşanarak anlaşılan duygular vardır! Sana damlalarını ifade etmeye çalışırken bile aciz kaldığım okyanusu sunabilmeme ömrüm yeter mi bilemiyorum. Büyüleyen bakışlarınla gönül okyanusuma düşürdüğün cemreyle başımda tüten efkâr bulutu; özlemle zincirlenmiş dağların, geçit vermeyen yalçın kayalıklarına yoğunlaştı peri! Artık ne önümü görebiliyor, ne de yönümü tayin edebiliyorum!...
Zernişan’la telefon konuşması bir saate yakın süren Ferhat, perisini daha fazla uykusuz kalmasına gönlü razı gelmiyordu:
-Dediğim gibi: Sana söylemek istediklerime bir ömür yetecek mi bilemiyorum diye tekrarladı, Seni daha fazla uykusuz bırakmak da istemiyorum. Şunu unutma her gece saat ikiye kadar muayenehanede olacak ve senden telefon bekleyeceğim. Uygun bir zaman bulursan aramaktan çekinme. Bekleyeceğim peri. Duygu tufanı ve heyecan kasırgası içinde senden gelecek telefonu bekleyeceğim. Ferhat’ın söylediklerini can kulağıyla dinleyen Zernişan:
-İyi geceler, daha doğrusu mutlu sabahlar efendim! diyerek telefonu kapattı.
İçi içine sığmayan Ferhat eve döndüğünde annesini salondaki koltukta buldu. Oğlunu beklerken uykusuzluğa karşı verdiği mücadeleye yorgun bedeni dayanamayan kadın üzerine attığı battaniyenin altında büzüşüp olarak uyuyakalmıştı. Ferhat’ın seslenmesiyle aralanan göz kapakları:
-Zernişan’la konuştum anne. Bana telefon etti, ondan geciktim! cümleleriyle şaşkınlığa açıldı. Üzerindeki battaniyeyi fırlatarak:
-Oğlum ben mi rüya görüyorum, sen mi ne dediğini bilmiyorsun diye hayretini belirtti. Zernişan bana telefon mu etti dedin, yoksa uyku sersemliğiyle ben mi yanlış anladım? Ferhat yüzündeki mutluluk tebessümüyle:
-Doğru anladın anne dedi, Zernişan bana telefon etti uzun bir süre konuştuk. Bilge hanım duvardaki saate göz attıktan sonra inanamayan bir yüz ifadesiyle oğlunu süzdü:
-Bana bu saate böyle şakalar yapma Ferat’ım dedi, yüreğimi ağzıma getirme! Ne zernişan’ı?... Bana acil bir hasta bakıyorum dememiş miydin?
-Doğru, baktığım acil hasta Zernişan’ın babasıydı. O çocuk da teyzesinin oğluymuş, beni eve o çocuk götürdü. Yedi kat gökte aradığım Zernişan caddenin karşı tarafında üç sokak ileride oturuyormuş da haberimiz yokmuş, iyi mi? Sedef’in mi, Musa’nın mı yoksa senin mi... Kimin duası tuttu bilemem ancak Zernişan’ı buldum anne. Kartımı bırakıp beni aramasını rica ettim. Aradı, bir saate yakın konuştuk...
-Peki kız ne dedi sana, bir umut verdi mi?
-Bir şey söylemedi, zaten en çok ben konuştum.
-Yani nutkun tutulmadı, öyle mi?
-Yüzünü görmeyince, telefonda konuşmak rahat oluyor. Fırsat bulursa beni geceleri aramasını rica ettim. Belki yine arar, ne de olsa telefon numaramı biliyor artık.
Sabah kahvaltısı hazırlarken Zernişan’ın yerini boş gören Leyla hanım oğluna:
-Yusuf, ablana seslen de kahvaltıya gelsin dedi.
Kapıyı üst üste çalan Yusuf içeriye:
-Abla diye seslendi. Abla, annem seni kahvaltıya bekliyor. Sözlerini birkaç kez tekrarlayan Yusuf, içeriden bir yanıt alamayınca geri döndü:
-Ablam uyanmadı dedi, sesimi duymadı galiba.
-Oğlum, ablanın hafta sonları dershanesi yok mu, nasıl uyanmaz! diyen Leyla hanım, kapıyı yavaşça açarak başını uzattı. Zernişan, kucağına topladığı yorganına sarılmış uyuyordu. Seslenerek uyandıramadığı kızının kolundan tutarak sitemli cümlelerini sıraladı:
-Kaç kere söyledim şu huyundan vazgeçmedin dedi: Sen yorganı değil, yorgan seni ısıtacak diye... Uyan haydi, dershaneye gecikeceksin daha. Zernişan’ın zorlukla aralanan göz kapaklarının:
-Ferhat... diyerek kapandığını gören Leyla hanım:
-Sen böyle üstü açık yatmaya devam edersen daha çok Ferhat’la Şirin rüyası görürsün dedi. Uyan artık, kursa gideceksin.
Zernişan’ın gücü göz kapaklarının ağırlığına yetmiyordu. Bir mutluluk rüyasıyla derinliklerine süzüldüğü uyku tünelinden geriye dönemiyordu. Leyla hanım kızının pembeleşen yüzüne sevgiyle bakıp:
-Kız, sen hastalandın mı yoksa? diyerek elini Zernişan’ın alnını yapıştırıp, bekledi... Ateşin de yokmuş. Ee, bu uyku da ne böyle! Uyansana kız, beşik mi salladın sabaha kadar?
-Çok güzeldi! diyerek gözlerini uykunun sislerinden arındıran Zernişan’ın yüzü daha da pembeleşmişti. Leyla hanım:
-Güzel olan ne? diyerek sesini yükselti. Kalk artık, dershaneye gecikeceksin.
Beklenen saatten önce eşiyle birlikte muayenehaneye gelen Semih beyin yapılan muayenesi ve yapılan tetkikleri yüz güldürücü sonuçlanmıştı. Ferhat, tansiyon düşürücü ve sakinleştirici iki ilaç yazarak imzaladığı reçeteyi önerilerini sıraladıktan sonra Semih beye uzattı. Semih bey halinden memnun olarak eczaneden sonra iş yerinin yolunu tutarken, Leyla hanım çarşıda kısa süren alış verişinden sonra acele adımlarla evine döndü.
Zernişan ile Ferhat arasındaki gece yarısından sonraki telefon görüşmeleri sürerken, kızının sabahları uykuya kanmamış olarak yorgun kalktığını gözlemleyen Leyla hanım; eşinin iş toplantısı dolayısıyla gecikeceğini belirttiği gece, ders çalışmak yerine salonda televizyon izleyen kızının yanına gelip oturdu:
-Bana bak dedi! Derslerini savsaklamaya başladın gibime geliyor, sabahları da uyanamıyorsun. Ne oluyor sana? Derslerini çalışıp uyuyacağına, geceleri televizyon mu seyrediyorsun? Zernişan televizyonun sesini kısarak annesinin göğsüne yaslandı, çekingen bir sesle:
-Televizyon değil anneciğim, doktor Ferhat dedi. Gece yarısından sonra telefonla görüşüyoruz! Aramak istemiyorum ama; benden telefonun beklediğinden emin olduğumdan mıdır nedir bilemiyorum, arıyorum işte. Bir haftadır böyle devam ediyor... Leyla hanım aklının ucundan bile geçemeyecek bu itirafa şaşkınlık ve kızgınlığını saklamaya çalışarak bir müddet düşündükten sonra:
-Bir haftadır doktora ne söylemeye çalışıyorsun? diye sordu.
-Ben bir şey demiyorum. Ferhat konuşuyor dinliyorum sadece. Bizi rahatsız etmek istemediğinden burayı hiç arayamıyormuş. Ben ararsam konuşabiliyoruz. O da gece yarısından sonra...
-Ne istiyor senden, ne konuşuyorsunuz, neler söylüyor? Şunları açıkça bir anlatsana.
-Çok şey söylüyor, hiçbir şey demiyor! Okyanustan damlalar gibi, şimdi nasıl anlatsam ki... Konuştukları da insanın aklında fazla kalmıyor; hem çok etkiletici hem de kendilerini çabuk unutturan sözler!
-Kızım benimle Ali-Cengiz oyunu oynama! Nasıl yani... Bir haftadır elin adamıyla konuşuyorsun da sonucu koskocaman bir sıfır mı? Dudaklarında belli bellirsiz bir gülümseme dolaşan Zernişan:
-Çok iyi tanımladın anneciğim dedi, öyle gibi...
-Peki bu işin sonu nereye varacak? Böyle her gece elin doktoruna telefon edip uykusuz kalmak akıl kârı mı? Derslerin, üniversite sınavların ne olacak? Bu kadar kritik bir zamanda kendi elinle başına sardığın belânın farkında mısın kızım?
Annesinin sorduklarına yanıt bulamayan Zernişan bir suçlu ezikliğiyle:
-Bilemiyorum!... diyerek sustu.
Leyla hanım tipiye tutulmuş gibi buruşan yüzünü yana çevirerek uzun müddet düşündü. Zernişan’ın üzerine varmak ve sinirlenmek yangına körükle gitmek olurdu. Sevgi, anlayış ve sabırla kızının yanında yer alarak sürece dahil olmak; bu badireyi kazasız belâsız atlatmak için elzem görünüyordu. Dürüstlüğünden kuşku duymadığı kızını kanatları altına almalıydı. Sevgi yüklü ve yumuşak sesiyle:
-Sana yardım edeceğim yavrum dedi, doktor bu akşam da senden telefon bekliyor mu?
-Bekliyordur.
-Ara o zaman, niyeti neyse açıkça söylesin. Unutma ki; örtülü niyetlerin diyetleri ağır olur kızım. Çekinmeden sor: Ne fikri varsa açıkça zikretsin ki, biz de ne yapacağımızı bilelim. Bu gece istediğin kadar konuşmana izin veriyorum. Telefon etmek için gece yarısına kadar beklemene de gerek yok. İyice düşün taşın ve sorman gereken her şeyi sor, aklına takılan hiçbir soru işareti kalmasın kızım. Yarından itibaren de derslerine odaklanırsın artık, biliyorsun sınavların da yaklaşıyor.
Zernişan, annesinin bu kadar anlayışlı davranabileceğini düşünmemişti. Üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi hafiflediğini hissediyordu. Leyla hanım zihninde dolaşan soruların yanıtlarını bulmak için sabırsızlığını belli etmeden:
-Babanın rahatsızlığından dolayı günlerdir doğru dürüst uyuyamadın, diyerek ayağa kalktı. Doktorla konuştuklarını bana yarın söylersin. Ben yatmaya gidiyorum, sana iyi geceler kızım.
-Sana da iyi geceler anneciğim, diyen Zernişan annesinin hemen yatacağını sanmıştı.
Odasının ışığını söndüren Leyla hanım kapı aralığından sabırla salonu gözetlemeye başladı. Beş dakikayı bulmayan sessiz bir bekleyişin ardından, Zernişan’ın televizyonu kapatarak düşünceli adımlarla aynalı konsole doğru yürüdüğünü görünce; odasının kapısını sessizce kapatarak, paralel telefonun bulunduğu masanın önündeki sandalyeye oturdu. Kısa bir tereddütten sonra ahizeyi kaldırıp, her ihtimale karşı mikrofonu avucuyla kapatarak dinlemeye başladı.
Zernişan’ın gece yarısından önce telefon edeceğine ihtimal vermeyen Ferhat telefonu kaldırır kaldırmaz:
-Ben doktor Ferhat efendim dedi, buyurun!
-Erken aradım, konuşabilecek misiniz? diyen Zernişan’ın duru ve sihirli sesini duyan Ferhat yutkunarak:
-Bir dakika izin ver peri dedi! Muayenehaneyi kapatayım daha rahat konuşuruz.
Leyla hanım, kızıyla doktor arasındaki konuşmada hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için can kulağıyla dinlemeye başladı. Yaşı, eğitimi ve tecrübesine rağmen Ferhat sesindeki titremeyi gizlemeyi başaramıyordu, heyecanla:
-Evet sevgili peri, şimdi rahatça konuşabiliriz dedi.
-Şunu bilmenizi istedim ki; bu sizi son aramam oluyor. Söylemeyi unuttuğunuz, ya da söylemeye çekindiğiniz ne varsa açıkça dile getirmeniz için aradım. Buyurunuz efendim bütün içtenliğimle sizi dinliyorum.
-Affedersiniz, şaşırdım peri! Bilmeyerek sizi incitecek bir söylemde mi bulundum?
-Hayır, öyle değil... Kendimi aileme karşı suçlu hissediyorum. Gece konuştuklarımızı düşünmekten derslerime yoğunlaşamıyorum. Sınavlarda başarısız olup ailemi üzmek istemem. Şimdi sizi dinliyorum efendim.
-Sana söylemek istediklerime ömrümün yetmeyeceğini düşünürken; duygu, düşünce ve hayallerimi dar bir zaman dilimi içinde ifade etmemi istiyorsun peri... Ummanı damlalara kim sığdırabilmiş ki?... Verdiğin karara saygı duymakla birlikte nedense kendimi dar ağacına giderken son isteği sorulan bir idam mahkûmuna benzetiyorum! Çağlayana dönüşmüş duygularım var peri, beni meçhule sürükleyen... Sınırların ötesine taşan düşüncelerim var, hepsi de seninle biçimlenen... Peşinden umutla koştuğum hayallerim var, sana gelirken yolları düğümlenen...
Aklımdan neler geçiyor peri, bir bilebilsen... Tropikal iklim kuşağında, kimsenin bilmediği bir adada; sana kendi ellerimle fildişinden bir saray kurmak isterdim, okyanus melteminin kulelerinden süzülürken sevgimi fısıldadığı... Bir yakut taht düşledim peri, her gün huzurunda eğilip; bir emriniz var mı sultanım diye sorduğum... Okyanus dalgalarının beyaz köpüklerini coşkuyla bırakıp geri çekildikleri sahili düşledim peri, o kumsalda tüm bedenimle ince kum zerrelerine dağılmak istedim; senin üzerinde gezindiğin...
Ferhat’ın duygu yüklü konuşması sürerken Zernişan:
-Doktor olduğunuz için bir şey soracağım dedi, babamın hasta olduğu gece size telefon etmeden önce göğsüme ani bir sancı girdi! Nefes aldırmadı, neredeyse bir dakikaya yakın sürdü, sizce bu ne olabilir? On sekiz yaşındaki kızın göğsündeki bir ağrının kâlbinden kaynaklanabilme ihtimalinin zayıf olduğunu düşünen Ferhat:
-Bu ve buna benzer şikayeti olan hastaların yapılan muayeneleri neticesinde genellikle adale spazmı teşhis ediyoruz dedi. İnsanlar kâlp hastalığı sanarak yersiz panik yapıyorlar, yine de muayene olmakta fayda var.
-Şimdi yok, geçti...Bir şey daha söylemek istiyorum: Biliyor musunuz, annem size ettiğim telefonlardan haberdar.
-Bence isabet olmuş. Birkaç gün içinde annem de sizin eve gelmeyi düşünüyordu.
-Anlamadım, anneniz bize gelmeyi mi düşünüyor, niçin?
-Annenle tanışmak için... Sence bir sakıncası yok değil mi?
-Bilmem, ne sakıncası olsun ki... Söyleyeceğiniz başka bir şey yoksa telefonu kapatmak zorundayım, dediğim gibi bu sizi son arayışımdı.
-Söylemek istediklerime zaman da kelimeler de yetmez Zernişan, seninle diz dize, göz göze oturup konuşmak isterdim. Gönlümden geçip de dilimin ifade etmekte güçlük çektiği duygularımı gözlerimden okumanı isterdim peri.
-Size, iyi geceler diliyorum efendim.
-İyi geceler peri... Sana, Maldiv Adaları’nın meltem esintisinde bir gece, bulutların üzerinde bir uyku, sevgi ve tutkumun derinliğine tanık olduğun vuslata kanatlanan pembe düşler diliyorum.
Zernişan’ın ardından paralel telefonu kapatan Leyla hanım, üzerini değiştirmeye erinerek yatağına uzanıp; doktorun, yaşamın gerçeklerine soyut düşen, sınırları belirsiz, hayal ürünü tozpembe bir düş ülkesinin afakî nimetlerini Zernişan’ın ayaklarına sermekte olduğu hissine kapılarak düşünmeye başladı:
Doktorun, on sekiz yaş bocalaması içindeki bir kızın yönünü gerçekle düş arasındaki sis bulutunda yitirmesine yetip de artacak sözlerini aklından geçirmeye çalıştı. Zernişan: ’Çok şey söylüyor, hiçbir şey demiyor!’ şeklindeki tespitinde haklı görünüyordu. Dinlediği uzun telefon konuşmasında aklına takılan iki noktayı kayda değer bulmuştu: Zernişan’ın göğüs ağrısı ve Ferhat’ın annesi.
Zernişan, telefonda sorduğu göğüs ağrısından annesine hiç söz etmemişti. Leyla hanım, bunun üşütmeye bağlı geçici bir ağrı olacağına hükmederek üzerinde fazla durmadı. Ferhat’ın, annesinin birkaç gün içinde tanışma ziyaretinde bulunacağını belirtmesini daha önemli bulmuştu. Söz konusu ziyaretin gerçekleşmesi halinde aklına takılan pek çok soruya yanıt bulacağından emindi. Bir an için doktorun doğruyu söylemediğini düşünerek karanlığa mırıldandı:
-Göreceğiz bakalım doktor bey! İki gün, üç gün bilemedin bir hafta içinde annen gelmezse; gözümden düşer, bütün inandırıcılığını kaybedersin. Henüz on sekiz yaşındaki bir kızı baştan çıkarmak için sarfettiğin yaldızlı cümlelerin hesabını o zaman sorarım sana; eğer dediğin doğru çıkarsa: Aşk böyle bir şey olmalı!
( Beşinci bölümün sonu...)