- 1186 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beðeni
ROBERT ALMANCA ÖÐRENÝYOR
ROBERT ALMANCA ÖÐRENÝYOR
Kýþ günü olmasýna raðmen gökyüzü açýktý. Bazý aðaçlarýn yapraksýz dallarý hafiften hafife titriyordu. Aralýk güneþi bir aralýk bulunca karþý pencerelerden odama kadar gelip bana el sallýyordu. Dýþarýda dolaþmalý derken birden telefon çaldý. Arayan Durmuþ Ali abimdi. Bekletmeye gelmezdi. Ben daha açýp “Buyurun!” demeden o;
“Neredesin yahu? Böyle güzel havada insan eve kapanýr mý? haydi çabuk gel! Seni Alstadt’ta bekliyorum!” dedi ve cevabýmý beklemeden telefonu “Çat!” diye kapattý.
Telefonda da olsa bir “Merhaba!” diyememiþtim. Avrupa Birliði’nin görevlilerinin Türkiye’ye olan kýstaslarýný emir þeklinde dikte ettirdikleri gibi kendi diyeceðini söyledi ve telefonu kapattý. Pencereden dýþarýya tekrar baktým. Havadan güneþli olmasýna bakarak fazla giyinirsem; terlerim diye düþündüm. Pencereyi açýp, dýþarýdaki havayý biraz tenefüs ettim. Bayaðý soðuktu. Yani senin anlayacaðýn donkiþotluk yapmaya gerek yoktu.
Kazaðýmý giydim. Boyun atkýsýný da baþýma kadar doladým. Paltomu üstüme geçirdim. Ardýndanda kasketimi baþýma bir güzel oturttum. Aynaya bakýnca kasketli görüntümü pek beðenmedim. Çok fazla köylü gibi görünüyordum. Derhal kasketi çýkarýp, onun yerine medeniyet timsali olan silindir þapkamý baþýma geçirdim. Siyah çerceveli gözlüðümü de taktým. Deri eldivenleri de ellerime geçirdikten sonra þöyle bir aynaya baktým ki, Allah nazardan saklasýn: mafya filmlerindeki babalar gibi olmuþtum. Aksesuar olsun diye yanýma bir de çanta aldým. Bu çanta ile gerçekten mafya babasý görüntüsündeydim. Siyah çizmelerimi giydikten sonra ver elini sokak...
Gelen tranvaya bindim. Bu saatlerde genellikle kocalarýný erkenden öbür dünyaya gönderme baþarýsýna ulaþmýþ ve kendi emekli maaþlarýný bitiremeyen, bir de onun üstüne rahmetli kocasýndan dulluk maaþlarý alan yaþlý kadýnlar, tranvayýn müþterisidir. Kýpkýrmýzý rujlarla boyadýklarý dudaklarýný, titrete titrete Alstadt’taki pastahanelere giderler.
Boyunlarýnda tilki derisinden ya da vizon atkýlarý olur. Baþlarýnda yine kürk kalpaklarý, sýrtlarýnda ise vizon kürkleri bulunur. Bir çoðu böyledir. Kulaklarý, gerdanlarý, boyunlarý, yakalarý, elbiselerinin göðüsleri, parmaklarý gösteriþli mücevherlerle doludur. En önemlisi de yanlarýnda ekseriyetle uzun tüylü bir fino köpeði bulunur. Bu zavallý köpekler, aþýrý beslenmeden dolayý hareket etmekte güçlük çekerler. Köpeklerin boðazlarýnda yularlarý dahi kalitelidir.
Tranvaya binince iþte böyle bir manzara ile karþýlaþtým. Orta bölmede tek bir koltuk buldum. Oraya yerleþtim. Yaþlý kadýnlar kuçaklarýnda tuttuklarý köpeklerinin boyunlarýný ve sýrtlarýný okþarken, bir yandanda yanýndakine, ya da öbür uçtakine laf yetiþtiriyordu. Önümdeki koltukta oturan iki genç ayaða kalktýlar. Yüzlerini buruþturarak en arkaya gittiler. Onlar gidince; ben de mi gitsem diye düþündüm. Aman þunun þurasýnda ne var. Bekle bakalým deyip, hem bu kadýnlar ne konuþuyor diye kendi kendime dinle dedim.
Yan taraftaki alt komþusunun çok gürültü yaptýðýný anlatýyordu. Yabancýlarmýþ komþusu... çöpleri düzgün çýkarmýyorlarmýþ. Piþirdikleri yemeklerde pek çok kokuyor dedi. Sonrada kuçaðýnda yatmakta olan köpeðini okþadý okþadý ve ardýndanda köpeðin iki gözünün arasýndan öptü. Öpülen köpek bu durumdan çok memnun oldu ki, “Haydi bir daha!” der gibi dilini çýkardý.
Tranvay sürücüsü, tam duraða gelirken; önüne çýkan bir arabadan dolayý çok acý fren yapmak zorunda kaldý. Böyle bir beklenmedik fren, yaþlý kadýnlarýn baþlarýndan keplerinin, þapkalarýnýn düþmesine sebep oldu. Hatta birisinin takma saçý da yana yattý. Biraz önce köpeðinin gözlerinden öpen kadýn, can korkusuyla tutunacak yer ararken, köpeðinin yularýný salýverdi. Hürriyetine kavuþan köpekçik, hemen o sýcak kucaktan yere atladý. Duraða gelince açýlan tranvay kapýsýndan dýþarýya fýrladý. O anda tranvaya binerken bacaklarýnýn arasýndan neyin geçtiðini farkedemiyen kadýn;
“Kýz! Ne idi o?” diye baðýrdý. Eðer tranvaya binen kadýn kapýnýn sapýna tutunmasaydý; kadýncaðýz tranvayýn altýna yuvarlanacaktý. Yanýndak arkadaþý olan kadýn da;
“Kýz! Ayten korkma! Ýt idi o it!” diye cevap verdi.
Dýþarýdaki bir yolcu tarafýndan yakalanan köpek, bir süre sonra yaþlý kadýna tekrar verildi. Köpeðini bulan kadýn, bu sefer köpeðinin neresi gelirse öpmeye baþladý. Bir yandan da;
“Sen gidersen ben nasýl yaþarým!” diye hem aðlýyordu, hem de söylene söylene köpeðini öpüyordu.
O iki Türk kadýný, önümdeki boþ koltuða oturdular. Düþme tehlikesi geçireni, hâlâ kendisine gelememiþti. Diðeri, köpeðini öpen kadýný göstererek;
“Ýþte þu köpekti seni korkutan” dedi. Adýnýn Ayten olduðunu öðrendiðimiz kadýn ise;
“Ah ulan! Þunlara þöylenecek çok þey var amma!” dedi “Ya sabýr!” deyip, öbür yana döndü. Tranvaya binmeden etmekte olduklarý yarý kalmýþ sohbetlerine devam eder gibiydiler. Temizlik iþinden geliyorlarmýþ. Bitaz yüksek sesle Türkçe konuþunca; köpeðini öpen kadýn, gözlerini yuvalarýndan fýrlatacak þekle sokarak;
“Burasý Türkiye deðil! Almanca konuþun!” diye baðýrdý.
O anda derin sohbet etmekte olan kadýnlar, bu sözün kendilerine söylendiðini neden sonra farkettiler. Kadýna sert bir bakýþ fýrlatarak;
“Þu kocakarýnýn yediði naneye bak!” deyip yine kendi sohbetlerine daldýlar. Sohbetleri o kadar güzeldi ki, bir ara diðer kadýn, bir türküyü mýrýldanarak ellerini oynar gibi yaptý. Ellerini havaya kaldýrýnca, onlarý izleyen kocakarýnýn köpeði korktu. Bunu gören kocakarý;
“Almanca konuþun dedim ya! Burasý Türkiye deðil! Çirkin þekilde konuþunca köpeðimi korkuttunuz!” diye baðýrdý.
Bu hakareti iþiten Ayten;
“Ulan beni tutmayýn! Ýtine þey ettiðimin gavuru!” deyip, yerinden öyle bir fýrladý ki, bir anda ortalýk ana baba günü oldu. Kocakarýlar baðýrýyordu. Köpekler havlýyordu. Neyse Ayten’i arkadaþý arkadan tutunca, yerinden kalkamadý. Bir durak sonra da söylene söylene indiler. Onlar gittikten sonra kocakarýlar, onlarýn ardýndan geleneksel dedikodularýna baþladýlar.
Yerimden kalktým. Kocakarýnýn itinin boynunu okþadým. Gidi kerata okþanmayý seviyor her halde... Mayýþtý. Boynunu uzattý. Köpeðini mayýþmýþ halde gören kadýnda, bu durumdan haz aldý.
“Dil bilmez yabaniler köpeciðimi korkuttular!” diye yýlýþtý.
Ben de ona Almanca;
“Adýn ne senin?” diye sordum.
Söylediðimi anlayamayan köpek, gözlerini açarak aptal aptal yüzüme baktý.
Kocakarý ise;
“Robert! Kocamýn adýný koydum” dedi. Sanki benden aferin bekliyordu. Bu cevabý gözlerinin içi gülerek vermiþti.
“Zavallý Robert! Seninde Almanca öðrenmen lazým. Annene söyle. Seni eski Sovyetler Birliði’nden gelen göçmen diye sosyal dairelere kaydettirsin. Senin Almanca kursu paranýn hepsini o zaman öderler. Sen sen ol, sakýn Türkiye’den geldim deme! Eðer öyle söylersen, bütün Almanca kursunun parasýný cepten ödemek zorunda kalýrsýn!” dedim. Bu cevabým karþýsýnda orada bulunan kocakarýlar aptal aptal yüzüme baktýlar.
Tranvay da ineceðim duraða gelmiþti. Kasketiyle tipik bir Türk þeklinde Durmuþ Ali abim durakta beni bekliyordu. Tranvaydan indim ve birbirimize sarýldýk. Tranvay hareket edince bütün kocakarýlarýn bakýþlarý bizden taraftaydý. Hatta Robert adýndaki köpek bile bize bakýyordu. Gülümseyerek onlara el salladým. Otamatikman hepsi, hatta Robert bile bana el sallayarak cevap verdiler. Tranvay köþeyi dönünce hem gözüm önünden, hem de hafýzamda onlar silinip gitti.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / Aralýk / 2004