- 514 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İçimizdeki deniz
Ben kendimi en çok; başkaları bana, beni anlattıkları zaman tanıdım; Koyu gri bulutların Toroslar’ın uzantısı Beydağları’nın tepesini en çok sardığı günlerden birinde, sevgili arkadaşım Nural’a ’ Şu bulutların güzelliğine bak! ’ dediğimde tanıdım örnekse. ’ Nasıl utandım Tülin ’ demişti Nural. Meğer içinden şöyle diyormuş o anda; Allah kahretsin, gene yağmur yağacak!. Her baktığım şeyde nasıl güzellik bulabildiğimi sormuştu bu konuşmanın bir yerinde. Güzellik aramıyordum ki aslında, zaten güzeldi her şey, aramama ne gerek vardı?
Sonraları uzun uzun düşünmüştüm bu konuyu. Yetinmeyi bilen insanlar kolayca mutlu oluyorlardı. Sahip olamayacağım, ya da şartları değiştiremeyeceğim bir durumda sürekli mutsuzluk üretmenin bana ne faydası olabilirdi ki, ruhumu daraltmaktan başka?
Bırakın dış etkenleri, içinize bakın, orada ne gördüğünüz önemli. İçinizde yaşama sevinci, coşkusu var mı? Gün içinde ters giden şeyler içinizdeki o sevinci ve coşkuyu azaltıyor, umutsuz ve mutsuz mu hissediyorsunuz kendinizi? Bir hafta sonra, bir ay sonra o andan eser kalacak mı peki? Zaman; kimi zaman önüne geleni sürükleyen çamurlu seller gibi, kimi zaman da billûr ırmaklar gibi akıp gitmektedir. O an sizi bunaltan, mutsuz eden her ne ise, bir süre sonra başka bir mutsuzluk sebebi yaratıp o anı unutacağınıza iddiaya girerim.
Sevmek nasıl ki öğretilebilir bir kavram değilse, mutluluk da öyle bir kavram işte. Bu anlamda mutlu olabilmenin bir yeti olduğunu düşünüyorum. Bazı insanlar doğuştan bu yetiye sahip oluyor, ömrü boyunca da her koşulda o yetiyi koruyor. Sözün özü; mutluluğu bilmeyene öğretemiyorsunuz nasıl mutlu olabileceğini. Bu durumun en klâsik örneği bardağın dolu, ya da boş tarafına bakmaktır. Boş tarafa bakmaya alışkın insanlar, içlerine bakmayı bilmeyenlerdir. İçlerine bakmayı bir öğrenseler, asıl boşluğun içlerinde olduğunu görecek, o andan sonra da bardaktaki boşluğu farketmeyeceklerdir bile.
Mutsuz olduğunuzu düşündüğünüz bir gün kendinizi sokağa atın, yaşamın taa içine. Çevrenizdeki her şeye sanki ilk kez görüyormuşsunuz gibi bakın. Ulu ağaçların gövdelerine dokunun ellerinizle. Onca fırtınaya, yağmura, sıcağa ve soğuğa karşın nasıl da dirençle toprağa kök saldığını düşünün bir kez. O ağacın size anlatacaklarını dinleyin, duymayı gerçekten isteyerek. Kaldırımın kenarına birikmiş minik toprak kümesinde yeşeren sarı çiçeğe bakın dikkatle. Genetik kodlarına işlenmiş şifreleri doğayla nasıl bütünleştirdiğini, koşulları nasıl lehine kullandığını görmeye çalışın. Karıncaların ölü bir sineği yuvalarına taşırken gösterdikleri çabayı seyredin sabırla. Denize bakın uzun uzun, derinleştirerek düşüncelerinizi. Dedeniz, babanız, siz, çocuğunuz, torununuz; aynı denize baktınız, aynı sularında serinlediniz, ayın şavkı vurup gümüşe döndürdüğünde o güzelim maviliği, benzer duygularla tazelediniz ruhunuzu.
İçinizdeki denize çok daha dikkatle bakın şimdi. Doğanın kendini her koşulda tazelemeyi başardığını gördünüz. Kendi içinizi tazelemek, mutlulukla doldurmak; karıncanın, ağaçların, denizin, çiçeğin başardığından daha zor olabilir mi? Farkındalık gerekiyor en başta. Sonrasında yaşama bağlılık, umut, neşe ve coşku. Bütün bunları içinize yerleştirecek olan sizsiniz, bir başkası değil.
İçinizdeki denizin her hareketi size bağlı, bunu unutmayın. Ruhunuzda fırtınalar kopuyorsa nasıl dinginlik bekleyebilirsiniz içinizdeki denizden? Karıncanın su içeceği sakinlikte bir deniz bulmak istiyorsanız, ruhunuzu sakinleştirin önce. Öfkeden, hırstan, bencillikten arınmış bir ruhla tutunun yaşama. Bir kuşun yüzlerce çöpü nasıl sabırla taşıyıp yuva yaptığını seyredin. Sabır, dinginliktir aynı zamanda. Telâş öldürür insanı en çok. Ama sabır içinizde, telâş dışınızda ise huzurlu ve çalışkan bir insan olursunuz. Aksi olursa içinizdeki deniz çalkantılı, dış görünüşünüz dingindir. Size bakanlar mutlu olduğunuzu sanır dingin görünüşünüz yüzünden. Oysa deli dalgalar vuruyordur gönlünüzün kıyılarına, görmezler.
Sık sık yinelediğim bir Çin Atasözü vardır; Yüreğine yeşil bir dal yerleştirirsen, şarkı söyleyen kuş, gelecektir...Yüreğinize o yeşil dalı yerleştirmezseniz, içinizdeki sakin denize rağmen gene de gelmeyecektir şarkı söyleyen kuş. İşte o eşsiz dengeyi kurmak sizin elinizde. Dengeyi kurmayı başardığınız gün, illâ ki gelirler; değerli arkadaşım Haşmet Ahmet Şenses’in şiirinde anlattığı gibi;
Birazdan bir yağmur başlar
tüm o akşam kuşlarının
geldiği saatte
hüzünlere evrilirken bir gün daha
bir yağmur başlar birazdan ve
çiçeklenir içimiz
her şeye karşın yine
biz biliriz anca bunu
başkası değil
biliriz özenle varettiğimiz
o ara kesiti
neler girmez ki
bakışlarımızın kesiştiği
her yerde beliriveren
saydam prizmasından içeri
bir biz biliriz
sen ve ben
diğer her şey
kendiliğinden gelip geçer
içinden
sarman kediler tekirler
rengarenk bilyalar
kırk küsür yıl öncesinden
yaşamın kıyısında unutulmuş
pervazlarda mırıl mırıl
düşlerin gölgesinde
akşam sefaları geçer
çocuklar geçer illa ki çocuklar
çiçeklerini kuşanmış bir bahar
gibi kız çocukları
oğlan çocukları
çilli kızıl sarı esmer
tam ortasında kentin
kendi kuytusuna sığınmış
yaşamlarıyla roman mahalleleri
tuvaline sığmayan eski zamanları
düşlere açılan
bir sokağa taşıyan resimler
birazdan bir yağmur başlar
sırf biz istedik diye belki
yalnızca bize görünen prizmasına
kesiştiği yerde bakışlarımızın
bir gökkuşağı gelir yerleşir
ve akşamın tüm o kuşları
tüm ağaçlarına parkların
ıslak tüyleriyle
ve yağmurun
sessizliğini kuşanmış dilleriyle
illâ ki gelirler