- 706 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Karameleğin Yağmurlu Gülüşlerine Dair...
Yazamıyorsun. Anlıyorum, rikkatli bir yağmur saçlarının uçlarında bir çingene kahvesi! Bana da zor geliyor bunu anlatmak, yazmak; defalarca deşilen bir yaranın üzerinden bir defa daha geçmek, onu yeniden kanatmak!
İyi bir okuyucunun ıstırabı, kıvranışı, yıllarca bekleyişi; bir cümle sonrası bir cümle daha eklemek boş bir sayfaya! Ama sen kâğıtları avuçlarında intihar ettirmek adına, sıkıyorsun dişlerini. Sıkıyorsun gençliğin ardınca hayalini kurmak da çok geç kaldığının farkında olduğun umutlarını. Aslında tek istediğin doya doya yaşamak dünyayı. Biliyorsun ki, ölüm ceplerinde fazladan bir hak vermiyor vakti geldiğinde. Bu yüzden benim için bir kanat takıyorsun yalnızlığın gırtlağında tıkalı kalmış umutlara.
Senin gibiyim ben de çok zamandır. Yazıyorsun deme bana, lütfen abartmayalım! Tamam, tamam gülmene de gerek yok. İçimdeki boşluğa düşüp yenideni eğlencesi bol olan rüyalara dalmak için daha erken iken, sabah, sarı saçlarıyla yanında kıvranan bir kadın ve de sözleriyle meleklerini dizine çağırabilen şirinliği çoğaltırken elemimi; bu kadar yüzsüz oluşumu resmetmeliydim sessiz kalışlarımla. ‘Ah’ dahi çıkmamalıydı, ‘çıt’ sesi ardınca. Yanan bir doğum rüzgârının yanık sesli dağ türküsünde boyanmalıydım. Nisanı içime çeker gibi her nefes alışverişlerimde, sevdiğim, hani o çok sevdiğim sımsıcak günebakan çiçeklerinin küçücük elleriyle umutlarını taşıma heveslerini sana da gönderebilmeliydim. Yakında bulutlar, tutunabilirdim elbette! Sımsıcak simidini sokak köpekleriyle paylaşan küçük bir çocuğun yüreği kadar tertemiz kalabilmek için, ağlamayı öğrenebilmeliydim ‘yazılmayan aydınlıklar’ bahçesinde. Ama sen ağladığın için yazamıyordun ya zaten! Ne kötü kendini okurken yazamamak altından gülüşlerini!
Her defasında aynı manzarayı tahayyül ettiren bir ‘yok’ sesi çoğalıyor zihnimde. Sen ve yazamıyorsun. Sabah uyandığın gibi avuçlarına dokunan suyu hissedip, çay suyunu koyuyorsun ocağına. Bir gün bir kişi yanı başında, diğer bir gün birkaç kişi belki de! Mutlu değil misin, ne düşünüyorsun; kendin dahi kendini bilemiyorsun! Garip haline çilekeş bir sigara yakıyor fırıncı Ahmet abi. Ahmet abi, hani hiç de sevmiyorsun tavrını, pis tezgâhını; hele hele lacivert terliğinin içindeki siyah çoraplarıyla ayaklarını ve de sararmış atletini. Sıcak ya hani sizin oralar, göğüs kıllarını görmekten gına geldiğinin farkındayım; acaba o mu sebep oldu senin yazamamana?
Sonra sırada tezgâhın üstünde birken bulaşıklar olmalı, değil mi? Sen onları da iki dakikada halledersin. Belki bir defterin olmalı, iki dakikada bir yazacağın o kadar çok düşüncen var ki! Sen dahi bilmiyorsun, yağmurun sesiyle seni çağıran ateşlerin esasında Cennet’in kevserini tatlandıran har olduğunu. Mühimi yok, bulaşıkları da iki dakikada hallettin. Yorganları düzelttin, elinle bir güzelde yastıkların üzerini çırpınca; için rahatladı. Ama yastığının altında vasiyetin yok mu senin? Olmalı, senin gibi bir insanın benim gibilerine en azından söyleyebileceği bir şeyler olmalı! Sen yazmalıydın oraya da bir şeyler; birkaç cümle, birkaç kelime! Ya duvarların? Bomboş mu kalacaktı her bir duvar? En azından bir harf mesela!
Ev işleri durur mu hiç? İçin rahat olmaz ya, arada tuvaletle banyoya girersin. Çamaşır suyu bile içini rahat ettirmez. Gider tuz ruhunu aldığın gibi bakkaldan, dökersin ‘fış’ sesleriyle taşın üzerine. İçin o anda ne gibi fikirler altında kalıyor kim bilir! Hangi sevinçlerin birkaç bölünme, hangi acıların birkaç büyüme ile bu hazin sondan sonra ortaya çıkıyor? Öğlende olmuştur ya, öğleden sonra kesin bir iş koymuşsundur; kalkıp gidersin bir yerlere. Ama ya gitmeden, ayakkabıların altındaki gazete kâğıtlarına bir mısra düşemez misin nefesinle ısıtacağın mürekkep kaleminle? Sana zor gelmezdi, iyi biliyorum; ama neden bu kadar tüketiyordu alınganlığın ulu şavkına bana sessizlik seni?
Eğer seni anlatıyor olsaydım bir başkasına, sana söylemek istediklerim şunlar olurdu elbette:
‘’Bir sözle melekleri dizine çağırtabilecek insan olmanın en şirin yanıyla doğmuştu. Yıl, birkaç ömür önce, dilendiği bir nefes vardı Rabbinden. Doğumu rüzgârın yanık sesli dağ türküsüydü. Nisan ardınca gırtlağında karıncalara ekmek bırakılan baharlar yaşanıyordu toprağın bağrında. İlk ekmeğini avuçlarında tutacağı güne kadar da, daha küçüktü; hem de çok küçük! Hep büyük sevdiği için, hep büyük yalnızlıklarda kalmaya mecbur kaldı ömrü boyunca. Hepten yokuşa sürdüğünü bile bile çıkmazlığını! Şimdi geceler çoğalıp, gündüzler sıkıyorsa çehresinin yürek sıkan yanını; yaşamaya olan sevgisindendir hiçe saydığı avuntularının çoğu. Bu yüzden o yaşamalı, bembeyaz yaşayıp görmeli!’’
..ama sen bu kadarla sınırlı olamazdın ki! Herkesin yüreği değerliydi ve insan olmanın güzelliğini taşıyordu tümden bir dünya! Ama sen yaşayıp daha ne görmeliydin ki? Yazabilirdin mesela…
Bilemiyorum, yazmanı istediğim o kadar çok şeyin var ki! Şimdi ben hissediyorum kışı. Yaşlanıyor tabiat benimle beraber. Kanayan gökyüzü geceleri kızılca doluşuyor odama. Penceremde buğusu ayak seslerimin ölüme benzer. Kâinat yeni bir gezegen bölüşüyor birkaç milyar ötemizde. Genişledikçe, alışıyoruz dünyaca. Dünya yaşlandığını itiraf etmekten çekiniyor huysuz bir ihtiyar gibi! Hiç de zorlanmamalı böylesi, hiç de sevmediğini bile bile yaşamayı… A, tabi bununda kaderime ait bir tahribatı var. Bayrağımın dikilmeyeceği yerlerde namahrem umutlarım çoktan kök salmış esrarengiz eğlencesiyle. Korkuyorum desem, itirafı ısınmaz bir daha dağlarıma.
-Hey! Niye susuyorsun ki, sana diyorum ben! Ne oldu? Yoksa korktun mu sende yaşamaktan yine? Tamam, tamam lütfen ağlama! Hayır, öyle demek istemedim.
Evet, ben de çok korkağım, farkındasın. Karamsar ve bir o kadar da korkağım! Yaşamaya tutunan yaşlarım dahi götürmez beni bir yere. Meskenim yerçekiminin cazibedar geceliği, soysuz bir öpüş gibi nefes alışverişlerim. Sevda terennüm eylerken arıların bal döküşlerini avuçlarıma, zehirli bir isyanın tam ortasında kalışıma dahi aldırış etmemen normal, çünkü sen de benimlesin; yaşıyorsun! Bunu fark edip doluyorum yaşlarımla yeniden her yeni güne, cezamı en baştan kabul edip!
-Geçti mi umut otobüsü buradan?
-Bilmiyorum, ben de yeni geldim durağa.
Bir melek tekrar edebilir değil mi? Tanışıyoruz. Bir daha mavi gözleriyle, beyaz elbiseleri İsa’nın kavuşma gecesi olur Rabbine. Sen İsa’yı dahi tanımıyor olamazsın, İsa ellerinde Muhammed’in günahsızlığına dokunan bir adım, yücelten bir canlı ayet!
Kaçma! Zaten daha fazla ne kadar kaçabilirsin ki ölümden? Gel, otur dinleyelim kuşçuyu ateşlerin sanrılı nöbetlerinde. Vazgeçilmiş riyakârlıklarımız secdeye kapansın!
-Dileniyor musun?
-Ben dilenmeyi dahi beceremem hayattan!
Bir yanın neden hep huzursuz? Yoksa yağmuru yağdıran gözlerin mi yeryüzüne?
Bir yatak; iki kırlent, eski bir battaniye; bir de ruh üstüne beden elbisesi giyinmiş çırılçıplak bir can! Doğan güneşin ısıtan yanına gömülür çoğalmış kırıntılar. Onlar ki, öykülerin tomurcuğu lacivert silinişler sonrası semanın ufkunda!
-Çok çabuk korkuyorsun.
-Hakkı yok mu sence harflerin?
-Şimdi bir nokta koysan yaşamaya, kim üstüme bir çizgi çizebilir ki!
-Bitmişken; henüz her şeyin bitmediğini itiraf eder gibi!
-Yeşil, kahverengi; bardak kırılıyor…
Niye yazamıyorsun? Yoksa…yoksa sen de?
Uyumsuz sayılır, uyumsuz olmaktan çekinmeyenler hariç ömürde! Sen de biraz bunu düzeltmek için ütüyle üzerinden geçebilirsin, ıslak ıslak. Tülbent; beyaz ve ince! Görebilmelisin derisini yüreğinin. Ayağın en temiz yanına dokunur gibi karıncalar her Mayıs sabahı, Kasım’a ait sızlanışlar biriktirebilirsin elbette usul usul!
Bu yüzden sen yazmamalısın bence! Bırak benim neden yazamıyorsun diye seni sorgulayışlarımı. Her gece yastığın altında olmasa da vasiyetin, duvarların bomboş bakınsa da aynalara, gazeteler ölüm haberleriyle doluda olsa, bir başka gün yine aynı tutukluluk bükse de bileklerini, bırak; alma eline kalemi!
Sen, yazmaktan öte bir yaşamak biriktirmenin yaşlarıyla yanaklarını ıslatmayı iyi bildikten sonra, bir başka şeye ihtiyacın yok asla!
O güzel yüreğinle yaşasan yeter dünyayı! Ölüm en güzel türkünü bir gün yazacak ne de olsa!