- 1186 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BOŞ DÖNMEZ AVCILAR
BOŞ DÖNMEZ AVCILAR
“Vallahi hemşerim, yalan varsa; Allah canımı alsın! Bu sözlerimde zerre kadar hilede yok, yalan da yok. O güzel işi yapan adama bu güne kadar hep dua ettim, ömür boyu da dua edeceğim. Gerçekten adam, işinin erbabıymış. Adamı da takdir etmemiz gerekiyor, değil mi canım?”
Memiş böyle merak uyandıracak bir tarzda anlatmaya başladı. Orada bulunan bütün köylüler olarak hemen etrafını çevirdik. Ağzından ne çıkacak diye merakla bekliyorduk. Onun tam karşısına, çevre köylerde bile büyük bir nam salmış olan keskin nişancı ve boş dönmez avcı Karabekir oturmuştu. Memiş‘in ne anlatacağını, o da heyecanla beklerken, bir yandanda taze demli çayını yudumluyordu.
Memiş‘in anlatacağı mevzunun boş dönmez avcı Karabekir ile ilgisini bilen köylüler, çemberi biraz daha genişletip, onu merkeze aldılar. Köylülerin kimisi iskemleye ters oturup, çenesini çapraz yaptığı kollarına koymuştu. Bu tür oturanların rahatları beyde yoktu. Bazılarıda sarma sigaralarını tüttürüyordu. Memiş‘in sağında solunda oturanlar; onun anlatacağı konuyu, dinleyenlerin merakını daha da artırmak, ilginç ve cazibeli hale getirmek; için sorular, ilaveler yapıyorlardı. Bunların bazılarına gözünle kaşınla, kısa cümlelerle, bazen de bir tek kelime ile cevap veren Memiş, artık bir şey anlatılmasının kıvamının tam geldiğini bilerek, tekrar anlatmaya başladığı konuya girdi.
“Gerçekten o adama duacıyım” der demez köylünün birisi olduğu yerden ileriye atılarak;
“Yahu, bu adam seni hangi dertten kurtardı da, ona böyle yürekten dua ediyorsun?” diye çıkıştı. Memiş, bir kaç gündür uzamış sakalların örttüğü yüzünü kaşıdı. Şöyle bir orada oturanlara baktı. Bu olayı tanıyanlara birer gülücük fırlattı. Ensesini de kaşıdıktan sonra;
“Hakikaten o adama duacıyım. Neden duacıyım, biliyorum; bazılarınız onu merak ediyor. Allah o adamdan razı olsun. Evet, sizlerinde dediği gibi beni bir hastalıktan kurtardı. Cümleniz bilir, bende de tedavi olmaz bir av hastalığı vardı... Çok şükür bu alışkanlıktan kurtuldum. Allah sizi inandırsın, eğer o adam, o işi yapmasaydı; ben daha akıllanmayacaktım. Hâlâ o dağ senin, bu dağ benim diye dolanacaktım. Gerçi bazıları daha akıllanmadı, hâlâ oralarda dolanıyor ya!...”
Bu arada sözleri böyle tane tane söyleyen Memiş, tam karşısında oturan boş dönmez avcı lakabına layık görülen Karabekir‘e bakıyordu. Taze çayını zevk ile yudumlayan Karabekir‘de, artık o eski keyf kalmamıştı. Sanki bir yanardağın lavlarını püskürtmeden önceki sessizliği vardı. Oturduğu sandalye üzerinde şöyle bir kıpırdayan Karabekir, yönünü başka tarafa çevirmek istedi. Döndüğü taraftaki görüntüler, gülüşmeler, sırıtmalar hoşuna gitmedi ki, yine eski halini aldı. Köylünün şairi İzzet dayanamadı.
“Ne var bunda Memiş? Biliyorsun, hepimiz ava meraklıyız!” Gözleri ıldır ıldır ışıldayan Memiş, şair İzzet‘in bu sözüne aynı şiddetteki ses tonuyla;
“Evet! Hepimiz ava meraklıyız amma!..” Dedi ve cümlesinin sonunu getirmedi. Bir müddet sessizlik olunca orada bulunanlardan birisi dayanamadı.
“Av merakı iyidir. İnsan hem avlanır, hem de temiz havada çevreyi şöyle bir dolaşır. Aslında bir nevi harekettir,” diye bilgiç bilgiç bir açıklamada bulundu.
Memiş bu açıklamayı biraz fazla buldu. Oturduğu sandalyayi gıçırtada gıçırtada hareket etti. Göğsünü ileriye çıkararak doğrulup, yerini düzeltti. Ardından da tane tane;
“Arkadaşın dediği vallahi doğru. Yalnız bu av merakı her gün olduğu zaman, insan hiç bir işe bakamıyor. Biz o zamanlar her türlü işi gücü bırakıp; o dağ senin, bu dere benim diye her Allah‘ın günü ava gidiyorduk. Dizlerimize yorgunluktan karasular iniyordu. Ayda bir ayakkabı eskitiyordum. Bütün işler de hanıma kaldığı için, onun yanında da bir haysiyetim kalmıyordu. Allah‘a şükür, o arkadaş o işi yaptıktan sonra, ben akıllandım. Hâlâ benim o günkü avcılık arkadaşım akıllanmadı.”
Memiş, böyle der demez boş dönmez avcı Karabekir‘e süngü gibi bir bakış fırlattı. Aslında köylülerin bir çoğu mevzuyu biliyorlardı. Fakat, buna rağmen bilmiyormuş gibi görünerek; Memiş‘e çeşit çeşit sorular yöneltiyorlardı.
“Kim bu akılsız avcı yahu?”
“Vallahi inanmam! Bizim köyde böyle akılsız bir insan olsun ha!”
“Haydi oradan Memiş! Yılda bir kere abdest alıyorsun: Hiç olmazsa kimseye iftira etme!”
“Üle Memiş! Sen nasıl oldu da akıllandın?”
“Memiş‘in akıllanması için doktorlar yeni ilaç mı bulmuş?”
“Ben de senin ile aynı fikirdeyim: Bu Memiş, başka türlü akıllanmazdı. Mutlaka o yeni icat edilen haptan kullandı da, bu öyle akıllandı.”
“Yoksa dağdaki tavşanlara öleklik mi geldi? Ölü tavşan yemeyelim diye mi avcılığı bıraktın?”
Memiş, çevresini şöyle bir süzdü. Söylenen bu sözlerin esas adresi kendisi değildi, lakin, buna rağmen bir açıklama getirmesi gerekiyordu. Bazı sitemlere, sorulara, ilhamlara sinirlenmiş gibi göründü. Hatta yanakları da biraz al al oldu. Kızdığını, sinirlendiğini belirtmek için sandalyesinden hiddetle ayağa kalktı. Yanındakiler „Kızma hemen canım“ deyip tekrar onu yerine oturttular. Bütün bu yapılan roller gayet tabii olarak yapılıyordu. Hiç kimse bu kalkışlardan, oturuşlardan, sorulardan, ses tonunu ağırlaştırıp bağırmalardan rahatsız olmuyordu. Aslında ağır ağır rahatsız olan birisi vardı...
“Bırakın böyle itham etmeyi de, bir kere beni dinleyin yahu! Yok efendim yeni hap icat edilmiş de, ben o hap sayesinde akıllanmışım. Dağlarda tavşan kalmamış, hepsine öleklik gelmiş de, ben bu işi bırakmışım. Ben öyle avcı bilirim ki, köyüne boş dönmemek için, kokusu yüz metreden hissedilen ölmüş tavşanı „Ben vurdum deyip“ evine getiren avcılar var... sizin o dediğiniz hap olsaydı, kaç para olursa olsun alırdım: O, av hastası zavallıya içirirdim. Akıllanınca da çoluğu çocuğu hiç olmazsa bana ölünceye kadar dua ederdi.”
Artık olayın seyrine kendisini kaptıran Memiş, bu arada çayından son yudumları alan Karabekir‘e göz uçuyla şöyle bir baktı. Karabekir‘in içten içe rahatsız olduğunu farketti. Gözlerini ona dikerek, bir süre sessiz kaldı. Karşıdan hiç bir tepki ve kımıldanma gelmeyince düz arazide atışa başladı. Ortalıkta başıboş dolaşan kara sineklerin sesi, Amerikan savaş uçakları gibi çıkıyordu. Bu arada kasap Ese dayı, başıboş dolaşan kara sineklere yüzüne konmamaları için kirli mendiliyle ihtar veriyordu. Özellikle saçları dökülmüş köylülerin başları yağdan pırıl pırıl parladığı için, bu kara sinekler bu parlak yerleri havaalanı zannedip, yumuşak inişe geçiyorlardı. Derin sessizlikten sonra bir müddet Memiş‘in sözlerine kara sineklerin vınlaması bir fon müziği etkisi yaptı.
“Hepiniz biliyorsunuz: Bundan onbeş sene kadar önce ben de bir keklik besleme hevesi vardı. O zamanlar Karabekir dayımla devamlı buluşur, sabah akşam keklik üzerine koyu muhabbet kurardık. Sanki dünyanın bin çeşit sorunu, bizi hiç ilgilendirmiyordu. Dünya bir yana, bizim keklik muhabbeti bir yana olmuştu. Vallahi ikisini terazinin ayrı ayrı kefelerine koyup tartsalar; mutlaka bizim kekliklerin olduğu taraf bir ton daha ağır basardı. Aslında herkesin bir merakı vardır. Bizim de o günlerde keklikti hevesimiz. Evdekiler aç mı, tok mu hiç düşünmüyorduk. Hatta Karabekir dayımın hanımı bu yüzden babasına bir kaç defa şikayette bulunmuştu. Kayınpederde, Karabekir dayımın aha şu kulağından bir kaç kere çekmişti... Bizim hanım da şikayet edecek olmuştu. Eee biz kelimenin tam manasıyla kazak erkeğiz: Vallahi bir vurdum mu, bir de duvar vurur dedim, bizim hanımdan bir daha ses seda çıkmadı. Ne de olsa sapına kadar erkeğiz canım. Bizim keklik sohbeti artık her yerde sürüyordu. Ankara Radyosu‘nu açtık mı hep keklikli türküleri dinliyorduk. „Kekliği düz ovada avlarlar, keklik gibi kanadımı süzmedim, keklik kumda eşinir, iki keklik bir kayada...“ gibi türküleri o zaman ezberledik. Keklik muhabbetinin, keklik avının aklımızı aldığı günlerden birinde Karabekir Dayım bana gelerek;”
“Üle Memiş! Yarın kurak avına gidelim mi?” dedi.
“Sen bilirsin dayı! Amma kurak hazır değil!” diye karşılık verdim.
“Orasını merak etme! Kurak avına gidecek misin? Sen ondan haber ver!”
“Gitmesine giderim dayı, fakat, benim fazla mermim de yok!”
“Ben de yeterince mermi var. Ben bugün öğleden sonra köyün yukarı başına gidip, çalı çırpıdan bir kurak kurayım,” dedikten sonra ustama yardım etmek hevesi içimde uyandı.
“Dayı, yanlız başına sen o kurağı nasıl kuracaksın? Hani geçenlerde belin filan ağrıyordu da?”
“Bel ağrısını filan karıştırma!... Bu keklik avı canım! Bu işte benim hiç bir yerim ağrımaz. Anladın mı? Sen, bu dayını üç günlük avcılardan mı sanıyorsun? Haydi bana eyvallah!” dedi ve çekip gitti.
“Aramızda geçen bu konuşmadan sonra ayrıldık. Karabekir dayım büyük bir zevkle ve canlı bir şekilde köyün üstündeki Çökelez Dağı‘na doğru yol aldı. Adeta koşuyordu. Karabekir dayım gittikten sonrada ben, kendimi keklik avının o efsunlu haline kaptırdım. Gözümün önünden birbirinden güzel av sahneleri bir bir geçiyordu. Hele bir de kurak avı olunca daha da şahane oluyordu. Karşı yamaçlarda öten kekliklerin, o güzelim sesleri kulaklarımda çınlıyordu. Evlerde beslediğimiz erkek keklikler, bu güne kadar yedikleri yemleri adeta ödeyeceklerdi. Onları kurağın biraz ilerisine yerleştirecektik. Sabahın erken saatlerinde güneş doğarken, bizim hovarda erkek keklikler ötecekti: Onların sesinin cazibesine kapılacak olan diğer keklikler kafesin yakınına gelecekti. Kendi kekliklerimizin bulunduğu kafesleri, geniş taşlar ile bizden tarafını örtecektik: Çünkü, tüfeğimizi ateşlediğimiz zaman; kendi kekliğimize saçmaların isabet etmemesi gerekirdi. Bazı acemi avcılar, yaban kekliği avlayacağız derken; tedbirsizliklerinden dolayı kendi kekliklerini avlayıp, evlerine boyunları bükük olarak gelirlerdi. Öyle değil mi Dayı?”
Memiş, bu keklik avını tatlandıra tatlandıra anlatırken; karşısındaki boş dönmez avcı Karabekir‘e böyle bir soru yöneltince; o da başıyla „Evet“ der gibi onayladı. Acaba dinlemeyen var mı der gibi Memiş, etrafını şöyle bir gözden geçirdi. Bütün herkes can kulağı ile dinliyordu. Hatta bu mevzuyu bu güne kadar beş on kere dinlemiş olanlar bile, sanki ilk defa işitiyorlarmış gibi pür dikkat kesilmişlerdi.
“Eeee! Dayım ile kurak avına gideceğiz...” diye Memiş tekrar söze başladı. “Vallahi akşamı zor ettim. Kahvede de fazla durmadım. Boş dönmez avcı Karabekir dayımda kahvede zaten kahvede görünmüyordu. Tam eve giderken; Ali Molla dayı, „Memiş! Yarın vaktin varsa, benim için dağdan odun edip gelir misin?“ diye sordu. Odun edilecek zaman mı şimdi. Allah seni inandırsın Dayı, yarın kayınbabam için değirmene gidip un öğüteceğim, dedim. Adam benim böyle cevap vermeme çok memnun kaldı. Ali Molla dayı, „Kayınbabana hizmet et evladım. Bu davranışını çok beğendim“ dedi ve yanımdan uzaklaştı. Eve varır varmaz, hanım büyük oğlanın delinen ayakkabısını gösterdi, Pazardan alırız deyip kestirip attım hiç bir şey ile meşgul olmak istemiyordum. Sadece yarın ki kurak avını düşünüyordum.
Köy yeri bu. Malum o zamanlar köyümüzde elektrik gibi medeniyete ait şeyler henüz gelmemişti. Bu mevsimde güneş battı mı göz gözü görmez oluyordu. Hele bir de yağmur yağdıysa, artık sokaklardan; çamurda yüzme bilmeden geçilmezdi. Nerelere saklandığı belli olmayan iri çoban köpekleri, bu yapışkan çamurlu gecelerde bir „Havvv!“ diye gürledi mi eve ayakkabılarla değil, ayaklardaki çoraplarla gelmek çok müşkil oluyordu. O günlerde bir sabah bizim komşu Mahmut‘u gördüm. Elindeki odun dayağı ile çamurları karıştırıyordu.”
“Hayrola Mahmut?” dedim.
“Yahu Memiş! Dün gece yatsı namazından gelirken, Kerimlerin köpeği Kırık, peşime düştü. Ondan kaçarken ayakkapılarım çamurda kaldı. Onları arıyorum. Benim gözüm tanımıyor. Sen, oralarda acaba bir şeyler görüyor musun?” diye sordu.
Biraz ileride siyah bir deri parçası görünüyordu.
“Aha! Şurada bir şey var. Belki odur senin ayakkabı,” dedim.
Elindeki odun dayağı ile karıştırdı. Dayağın uçuna bir kadın kundurası takılıp geldi. Ben gülünce Mahmut, bana döndü ve sinirli bir şekilde:
“Üle Memiş! Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Görmüyor musun, bu avrat ayakkabısı? Ben erkek ayakkabısı arıyorum!” diye bağırdı. Yanından ayrılmadan;
“Ne fark eder Mahmut, ayakkabı ayakkabıdır. Desene sen eve çorapla gittin!”
Bu sefer Mahmut gülerek;
“Ne çorabı be yahu! Eve yalın ayak zor girdim. Köpeğin sıcak soluğunu hep arkamda hissettim. Beni bu halde gören hanım; „Ne kaçıyorsun? Sen erkek değil misin?“ diye sorunca; “Kerimlerin koca köpek erkek filan tanımıyor! Erkeksen sen dışarı çık da gör! Bak kapının önünde bekliyor” dedim. Hanım da bana „Sen bilmiyor musun? Ben erkek değil, kadınım!“ dedi. Bir hayli güldük. Neden sonra fark ettim, pantolonumdan gelen kokuyu... Yahu Memiş, beni konuşturma. Şu ayakkabıyı çabuk bulmalıyım. Benim acele başka işlerim var,” dedi.
“Ben artık kendimi keklik avına iyice kaptırmışım. Oturduğum evin köşesinde minderin üzerine kıvrılıp kalmışım. Bu akşamda hanım bol soğanlı yeşit ot salatası yaptığı için derin bir uykuya dalmışım. Hele o canım bulgur pilavınıda fazlaca kaşıklayınca; kendimi oturduğum yerden kaldıramadım. Bir rüyâya dalmışım ki, sormayın. Suyunun berraklığından ta dibi görünen bir denizin kenarındayım. Öyle tatlı tatlı yüzüyorum ki, o anda dünyanın en mutlu insanıyım. Su o kadar nefis ki hem kana kana içiyorum, hem de yüzüyorum. Karşımdada küçükçük bir ada. Onun kayaları üzerinde ayaklarıyla suya vuran birbirinden güzel peri kızları. Tam onlara yaklaşırken; adeta kafama bir şey çarptı. Bir balinanın kuyruk darbesi filan derken; bir de ne duyayım... Birisi bizim evin kapısına „Çaaat! Çaaat!“ vuruyordu. Saatimde yok ki, saate bakıp, gecenin kaçı olduğunu bileyim. Pencereye baktım. Perdelerin arasından görünen manzara zifiri bir karanlıktı.”
Hanım yattığı yerden;
“Herif herif! Kalksana yahu! Kapıya birisi dayandı her halde! Eşkiye filan olması?”
“Kim olabilir gecenin bu vaktinde?”
“Bu günlerde ortalıklarda eşkiyalar dolanıyormuş da...”
“Sus, ülen avrat! Eşkiya gelse bizim neyimizi alacak. Hele bir kapıya çıkalım. Belki komşulardan birisi hastalanmıştır. Kapıya varmadan destiyi gördüm. Hemen başıma dikip „lıkır lıkır“ su içtim. Ardındanda bütün cesaretimi toplayıp, kapının arkasına vardım.”
“Kim o?” diye sordum. İnce bir ses sadece;
“Ben!” dedi.
“Sen kimsin be?” diye biraz daha sert bağırdım. Bu sefer;
“Üle Memiş! Ben! Hani kurak avına gidecektik ya?”
“Hay Allah belanı vermesin! Sen misin Dayı? Hele bekle geliyorum,” dedim.
Yediğim yemeğin ağırlığından olsa gerek, bizim keklik avını unutmuşum. Bence yemekten değil. Tam o denizde peri kızlarına yaklaşırken, onların cazibesinden dolayı keklik avını unuttum her halde? Çok şükür Allah‘a abdest filan da şart olmadı. Yoksa, Karabekir dayım, karanlıkta kapının önünde bir hayli beklemek zorunda kalacaktı... Hem de ıslak kafa ile seherin serinliğinde insan kurakta üşütebilirdi. Elbiselerimi acele ile giyindim. Eskiden bazı avcılar böyle geceleri ava giderken aceleden, hanımlarının şalvarlarını giyip, evden dışarıya fırlarlarmış. Daha sonra da güneş doğunca ele güne rezil olurlarmış. Bu duruma düşmemek için, dikkat ettim. Hem de Atatürk erkeğin, kadının donunu ayırdı da artık bu duruma düşen pek fazla değil. Allah korusun böyle bir şey olsa, bizim köyde yaşamak çok zorlaşır. Herkesin diline düşersin... Bir dile düştün mü Ellez‘in eşek derisi kadar sürerler.
Ya Allah bismillah deyip yola çıktık. Dayım önde, ben onun arkasında, köyün yukarı mahallelerine doğru gidiyorduk. Tüfekleri de omuzlarımıza astık. Kendimizi beş on yıldızlı paşalar gibi zannediyorduk. Karabekir dayımın bir elinde keklik kafesi vardı. Kafesin üzerini iyice sarmıştı. Karanlıkta düşmemek için çok dikkatli gidiyorduk. Sabahın ayazıda yüzümüze vurdukça, o güzel perili rüyâlar bir bir dağılıyordu. Yarım saatlik hızlı yürüyüşten sonra, Karabekir dayımın dün öğleden sonra kurak kurduğu yere geldik. Geldik amma kurağı bulamadık. Yer yarılmış Karabekir dayımın çalıdan çırpıdan yaptığı kurak, yerin içine girmişti sanki yerinde yeller esiyordu. Karabekir dayım kendi ekseni etrafında; ayarı bozuk şekilde pır pır dönüyordu. Ara sıra da;
“Üle Memiş! İşte, ta şuraya yaptım. Bak çalıları şuradan getirdim. Aha izleri” diye hayıflanıyordu. Nerede ise ağlayacaktı. O güzel rüyâdan ayrıldığım için, kurağıda bulamayınca ben de Karabekir dayıma öfkelenmiştim:
“Haydi oradan Dayı! Sen bu kurağı yapsaydın; burada olurdu. Senin bu kurak aya uçmadı ya!” dedikçe Dayım, acı ot yemiş danalar gibi burnundan soluyordu. Öfkeden ayaklarıyla taşları tekmeliyordu. Adeta ne yaptığı belli değildi. Bir ara ağlar gibi ses çıkararak;
“Üle Memiş, vallahi tam şuraya yaptım!” dedi.
“Amma yaptın Dayı! Yapsan her halde burada olur. Uçmadı ya!” Benim böyle cevap vermem boş dönmez avcı Karabekir dayımı daha da çileden çıkarıyordu.
“Allah seni inandırsın; çalıları sırtımla getirdim. Aha tam şuraya yaptım.”
“Dayı karanlıkta senin gözün iyi görmüyor. O gösterdiğin şeyler kül, kül!”
“Benim yaptığım kurağı kim yakmış o zaman?”
“Kimin yaktığını öğrenirsem; ilk işim sana haber vermek olacak. Sabahın bu erken saatlerinde ne yapacağız? Yeni bir kurakta yapamayız... O güzel endamlı peri kızlarının rüyâsından beni uyandırıp, sabahın köründe buralara kurak yaptım diye boşuna getirdin her halde!” der demez dayım olduğu yerde dönerek;
“Ben kimsenin tavuğuna „Kışt!“ demedim! Hiç bir kimseye bir kötülüğüm olmadı. Aman Allah‘ım benim yaptığım kurağı kim yaktı?” diye sanki ağlıyordu.
Anlaşılan birisi bize bir eşek şakası yapmıştı. Dün Karabekir dayım kurağı kurar kurmaz; birisi, onun ardından gelerek kurağı yakıp gitmiş. Mesele düşmanlık filan değil, sadece şaka olsun diye yapılmış olduğunu tahmin ediyordum. Mutlaka köylüler veya bu işi yapanlar, bizim köye boş döneceğimizi bekliyorlardır: Ardındanda bu sayede bütün köylüye, beş on gün artık tatlı bir eğlence çıkmış olacaktı. Bazı köylüler, köy kahvesinde, cami önünde, dibektaşı yanında, mahalle aralarında „Karabekir, senin kurak nerede? Yerini söylede bir de biz ava gidelim!“ deyip bizimle dalga geçeceklerdir.
Avcılık bu. Bizde de büyük bir avcılık merakı var. Bizde öyle hemen teslim olacak avcılardan değiliz. Allah bizede akıl fikir vermiş. Sabahın erken vaktinde buralara ne hayaller kurarak geldik. Hatta;
„Çökelez‘e kar mı da yağmış kırağı,
Avcı da dayı nerelere kurmuş kurağı!“
türküsünü mırıldana mırıldana, ara sıra da ıslık ile melodisini söyleyerek Sığıryolu‘nun üstüne kadar geldik. Bizim avcı Dayı ağlıyordu. Kurağı nerelere kurduğu artık tan yerinin atmasıyla belli olmuştu. Onu teselli etmeye çalıştım, fakat nafile. Hem söyleniyor, hem de ağlıyordu;
“Yahu Memiş! Bana söyler misin? Ben bu güne kadar kimin köpeğine „Oşşt!“ dedim? Benim kurağı neden yaktılar acaba?”
“Ağlama Dayı! Başka kurak mı yok? Vallahi beni de ağlatacaksın.”
“Sabahın bu saatinde kurağı nerede bulacağız?”
“Haydi toplan Dayı! Gökdere‘ye inip, oradaki taş kuraklarda avlanırız. Şu dayımın ağladığı şeye bak! Allah‘a şükür köyün her tarafı kurak dolu” der demez Karabekir dayımın yanan yüreğine soğuk su serpilmişti. Kamburlaşan beli düzeldi. Şöyle bir rahatladı. Tası tarağı topladık. Bir solukta bayırlardan aşağıya indik. Alaca karanlıkta Gökdere‘deki taş kuraklardan birisini bulduk.
Büyük taşlardan yapılmış bir kuraktı. Çok seneler önce yapıldığı belliydi. Ara sıra yıkılan kesimleri olmuştu. Her gelen avcı düşen taşları tekrar yerlerine koyuyordu. Dipteki taşlar artık yarılarına kadar toprağın içine gömülmüşlerdi. Üzerleride taş yosunlarıyla kaplıydı. Karabekir Dayım usta avcı olduğu için bizim keklik kafesini tam güneşin doğacağı tarafa koymadı. Güneş doğunca bizim keklik kafesine sağ taraftan gülümseyecekti. Güneşin doğduğu tarafta olsaydı, güneş ışıkları gözümüzü alabilirdi. Eeee Karabekir dayım, yılların usta avcısı: Elbette bu kadar işleri bilecek. Kafesin bizden tarafına iri taşları yerleştirdik.
Sabahın erken saatlerinde taşlar sanki birer buz kalıbıydı. O kadar çok soğuktular ki, değdikleri yere yapışıp kalıyorlardı. Bu taş kurağın içine girerken bir hayli zorluk çektik. Bir kişilik yapılan bu kurak, Karabekir dayımla bana biraz dar geldi. Bereket ki, ikimizde şişman değildik. Kurağın içine büyük bir dikkatle girip, kurağın etrafındaki taşları düşürmemeye azami dikkat gösterdik. Kuaraktan bir taş düşerse; civardaki uyuklayan av hayvanları ürkebilirdi.
Daracık kurağa ikimiz zor bela sığabildik. Hiç kıpırdamadan uzandık. Artık keklik avının havasına girmiştik. Soluk alış verişlerimiz bile gayet yavaştı. Bizim kafesteki keklikte „Gak guburak gak gak guburak!“ diye ötmeye başladı. Çok çok uzaklardan bizim kekliğin ötüşüne adeta „işittim“ der gibi yaban kekliklerinden bir mesaj geldi. Onların sesleri ağır ağır bize yaklaşıyordu. Kanımın akışı hızlanmıştı. Yüreğim „Güp güüp!“ diye hızlı hızlı atıyordu. Keklikler yaklaştıkça kaç tane vurabilirim diye kendi kendimle bahse giriyordum.
Yaban kekliğinin birisi üzerimizden „Pııırrrr!“ diyerek kanat çırpıp, karşı yamaca kondu. Bizim keklikte ona „Gak guburak gak guburak!“ diye karşılık veriyordu. Fakat, bu arada bir koku burnumun direğini kıracak gibi etrafımızda yayıldı. Kurak zaten daracık bir yerdi. Mezar gibi bir şeydi. Sağa sola kaynaşamıyorduk. En küçük harekette bir taş düşebilirdi ve karşı yamaca kadar gelmiş olan yaban kekliklerini ürkütebilirdi.
İyi amma bu koku da nereden geliyordu. Kokunun şiddeti gittikçe artıyordu. Dayanılacak hal kalmamıştı. Acaba dedim, Karabekir dayım yaşlılıktan dolayı altına filan mı kaçırdı. Hani fazla heyecandan, korkudan, sevinçten bazıları altına kaçırırlarmış ya... karşı yamaca en az onbeş keklik kondu. Onların şahane sesleri etrafı kapladı. Kekliğin birisi bu taraftan, diğeri o yandan öttükçe bizdede heyecan artıyordu. Ah bir de şu burun kemiğini kıran, mideyi bulandıran koku olmasa...
Vallahi bende dayanacak hal kalmadı. Karabekir dayıma söylemeye utanıyorum ama, o da, bu kaçırma veya yellenme işini tam bu ana mı sakladı? İçimden “olmaz böyle şey!” dedim. Ben böyle düşünürken iri bir keklik „Pııırrr!“ diyerek uçup, bizim kafesin üç metre kadar ilerisine kondu. Kınalı ayaklarıyla sallana sallana bizim kafese doğru gelmeye başladı. Fakat, bende o gelen kekliği görecek göz kalmamıştı. O gelen yaban kekliğinin ardından dört beş keklik daha kafesin yakınına indi. Dayanılmaz koku midemi iyice bulandırdı. Nerede ise kusacaktım. “Olmaz böyle şey!” deyip tam Karabekir dayıma sitemde bulunacaktım ki, Karabekir dayım dönüp bana;
“Üle Memiş! Tam zamanında gaz kaçırdın. Dayanılacak gibi değil! Sen bir doktora gitsen iyi olacak. Ne bu koku yahu!” der demez;
“Zeytinyağı gibi üste çıkma Dayı! Vallahi ben de tam sana diyecektim...”
Bu arada keklikler kafesin çevresinde tur atıyorlardı. Hatta bizden tarafa geçmiş olanları dahi vardı. Yaban kekliklerinden birisi bize dönüp dönüp „Gak guburak gak guburak!“ diye ötüyordu. Benim böyle sitayişte bulunmam dayımı daha da öfkelendirdi.
“Haydi oradan Memiş! Zeytinyağı gibi üste çıkan sensin!”
“Ölünü öpeyim Dayı! Vallahi ben yapmadım!”
“Üle Memiş! Sen yapmadın da o zaman kim yaptı bunu?”
İri bir yaban kekliği kınalı ayaklarını bizim kafese dayamış, kafesteki kekliği kurtarmak ister gibi hareket ediyordu. Beş yaşındaki çocuk dahi tesadüfen tetiğe basıverse; mutlaka bir kaç keklik vurabilirdi. Fakat, bizde o keklikleri görecek göz, bu kokuya da dayanacak hal kalmamıştı. Karabekir dayımla bir tartışma aldı yürüdü. Adeta keklikler bizimle dalga geçer gibi kafesin etrafına toplanmışlardı. Dayım iyiden iyiye öfkelenmişti. Baktım olmayacak;
“Ne kızıyorsun Dayı? Kuraktan çıkalım o zaman!” dedim. Benim bu fikrimi Karabekir dayımda makul buldu. Tam o anda güneşte Beşparmak Dağları‘ndan yüzünü göstermeye başlamıştı. “Merhaba boş dönmez avcılar!” der gibi bizi selamlıyordu.
Karabekir dayım ayağa kalkınca ne görsem iyi. Vallahi billahi yalanım varsa; aha Dayım! İnanın Dayımın ta sol ayağının topuğundan, bağrına kadar her tarafı insan pisliği ile batmış. Ben, bu güzel işi yapanı, hayatım boyunca takdir ettim ve her zamanda övgüyle karşılarım. Bu işi yapan adam gerçekten özene bezene yapmış. Üstünü bir güzel çimenlerle örtmüş. Velhasılı adam işinin erbabıymış. Topuğundan bağrına kadar insan pisliğine batan Dayım, kurağın yakılmasına ağlamıştı, fakat, bu işe daha da öfkelendi. Biz kuraktan çıkarken etraftaki taşları düşürüp yaban kekliklerini ürkütmüştük. Onlar karşı yamaçlara gidip, oralardan bizimle adeta dalga geçer gibi „gak guburak gak!“ diye ötüyorlardı. İğrenç bir koku ve görüntü dayımı rezil bir duruma düşürmüştü. Üzerini temizlemek için Kazangöl‘e indik. Orada Dayım soyundu. Pantolonunu, çorabını, ceketini, gömleğini bir güzel yıkadık. Dayım sabah serinliğinde tir tir titriyordu.
“Ben her zaman kurağa o işi yapan adama dua ediyorum. Çünkü, o gün avcılığımın son günü oldu. Adam işini bilen birisiymiş. İyi yapmak için pek uğraşmış,” diyen Memiş‘in sözlerine herkes katıla katıla gülüyordu. Gülerken gözlerinden yaşlar gelen köylüler ellerinin tersiyle, ya da mendilleriyle akan yaşları siliyorlardı. Memiş, boş dönmez avcı Karabekir‘e bakarak;
“Zavallı dayım, bir de beni kabahatli çıkarmaya çalıştı. Bu yaşa geldi hâlâ kuyruğu eğri bir itin peşine düşüp, o dağ senin, bu bayır benim diye dolaşıyor. Dayımın ki avcılık değil bana göre hastalık. Dayımı, Allah kurtarsın,” deyip yerinden fırladığı gibi evine doğru gitti. Arkasından avını kaçıran avcı gibi Karabekir baka kaldı. Bizde gülmekten kırılıyorduk.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 1986
YORUMLAR
Halil Kardeşim...Yazın çok uzun olmasına rağmen zevkle okudum...Okudukça da sanki eski tanıdıklarla karşılaşır gibi oldum. İsimler o kadar tanıdık geldi ki bir an kendimi 2004-2008 yılları arasında öğretmenlik yaptığım Fethiye'de zannettim. Tabii ki Fethiye merkezde değil, Yayla köylerinde... Ellerine sağlık...Çok güzeldi okumak.