- 1935 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Hayret Efendi (Araştırma)
“ ‘Nev’i şahsına münhasır’ bir âlim ve heccâv ”
YAŞAR YILTAN
“Nice garip fikirleri, acayip sözleri, bazan da önemli ve dikkate değer görüşleri vardır. Yüzü, gözü, özü, sözü, gülüşü, söz söyleyişi, yürüyüşü, yemek yiyişi, kısaca her şeyi kendine mahsus idi, başkalarına benzemezdi. Şüphe yok ki “nev’i şahsına münhasır” denilen adamlardan biri de budur.” İbnülemin Mahmud Kemal İnal, böyle niteler Hayret Efendi’yi, “Son Asır Türk Şairleri” adlı kitabında.
Ahmet Rasim bir makalesinde ondan şöyle söz eder: “...Kalıpsız fes üzerine geçirdiği düzensiz bir sarık, buruşuk bir alın. Gözler, hemen hemen körlüğe yakın bir kıpışıklıkta( gözleri iyi görmediği halde , kır, seyrek bıyık, sakal, kadınların dediği çöpten bir ense, iki büyücek kulak ile kirli bir cübbe üzerine eğri yapışmış zannedilebilecek derecede bir vaziyette gelip geçer, ilk dinleyişte hımhım olduğuna, (burnundan konuşur) sonraları müzmin nezleden bu hale geldiğine kanaat oluşmuştu. Asabi, mağrura yakın iddiacı, kitaplar içinde yatar, kalkar (Üstü başı toz toprak içinde). Medreseden kıraathane odalarına geçmiş ayaklı bir kütüphane meziyetiyle kendisine saygı gösterilirdi...”
Çok garip düşünceleri ve sözleri olan biriydi:
Bir gün, Hayret Efendi’nin de içinde bulunduğu bir mecliste, güzellerden söz ediliyor ve güzel şiirler okunuyormuş. Bir aralık içlerinden birinin “Ben, iffetsiz güzeli sevmem.” demesi üzerine Hayret Efendi de “Ben de o kadar iffetlisini sevmem.” demiş.
Yeri geldikçe derdi ki: “Ölenlere mersiye söyleyenlere şaşarım. Asıl, güzelliğini yitiren güzellere mersiye söylemelidir ki, söyleyen de, söylenen de, dinleyen de çok üzülsün.”
Hoca Hayret, kadınlardan hoşlanmazmış. Şarabı, adına “üzüm kızı” dedikleri için içmediğini iki dize ile şöyle anlatır.
“Sevmem o rütbe zenleri, hatta şarab-ı nâbı da,
Nûş eylemem kim ismine bintülineb derler deyu
(Zen:Kadın. Şarab-ı nâb: Saf şarap.Nûş eylemem:İçmem. Bintülineb: Üzüm kızı)
Her ne kadar bu düşüncede olsa da, ömrünün son yıllarında evlenmiş, bir de kendisine hiç benzemeyen güzel bir çocuğu olmuş. Hatta, sevmek için öpmek isteyenlere de “Aman öpmeyiniz, cemalini soldurursunuz.”diyerek karşı çıkmış.
Kendisinin düşünmediği, söylemediği her şeye şiddetle karşı çıkardı; tabi bunun içine yeni olan her şey girerdi. Bir gün mikroskopa kızarak şöyle söylenmişti:
“Keşfeyledin hakaiki de iş mi eyledin?
Dünyayı cahil eyledin ey hurdebin utan!”
(hakayik: hakikat,gerçek. Hurdebin:mikroskop)
Muallim Cudi Efendi, onun için şöyle diyordu: “Hayret, donanımlı bir gemi idi. Fakat dümeni olmadığından nereye gittiğini bilmezdi. Hayatı öyle orsa boca geçti.”
Mehmet Akif de onun için “Görgülü kör” derdi.
Gerçekten döneminin en tanınmış alimlerinden biriydi, ama bu bilgilerini yazıya dökemedi.
Garip düşünceleri ve sözleri yüzünden, bilgisine hürmeten görmesi gereken saygıyı bir türlü göremedi. Ve bundan dolayı da meziyetlerinin anlaşılmamış olduğu kanısındaydı:
“Kimseler farketmese, Hayret, acep mi şiirimi;
Ben garibim, sözlerim de böyle sertâba garip!”
(Sertâba: baştan ayağa)
diye dert yanardı.
Çok garip olan görüşlerinin yanı sıra, zaman zaman da olsa çok doğru görüşleri de vardı:
“Bir gönül ehline(usta bir şaire), kötü bir şiir söyleyip, bunun düzeltilmesini teklif etmek; eski bir ayakkabının bir usta ayakkabıcıya tamirini teklif etmeye benzer.”
“Kitaba müracaat ederek cevap vermek, kabak bağlayıp yüzmek gibidir.”
1848 yılında Adana’da doğdu. Asıl adı Mehmed Bahaüddin’dir. ‘Hayret’ mahlasını
aldıktan sonra, asıl adı unutuldu. Çünkü hep “Hayret” adıyla anıldı. Adana ulemasından Arapça ve Farsça okuyarak ilim tahsil etti ve icazet aldı. Sonra İstanbul’a giderek Süleymansubaşı medresesine girdi. İstanbul’da girdiği sınavı kazanarak Darülmuallimin’den diploma aldı. Daha sonra çeşitli okullarda öğretmenlik yaptı: 1870’te Adana Rüşdi Mektebi, 1873’te Söğüt Rüşdi Mektebi, 1876’da Üsküdar’da Paşakapısı, 1878’de Gülhane Askeri Rüşdi mektebi, 1879’da Mektebi Sultani.
1880’de öğretmenlikten istifa etti. Bir yıl sonra da Kütüphaneler müfettişliğine
atandı.1886 yılında Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) “Encümeni Teftiş ve Muayene” üyeliğine tayin edildi.1890’da ayrılmak zorunda kaldı. Sonra, bir süre Kandiye İdadi Mektebi’nde Edebiyat
Öğretmenliği yaptı. 1892’de istifa etti. Yıllarca uğraştıktan sonra, 1899’da Encümeni Teftiş ve
Muayene üyeliğine tekrar getirildi. 1908’de Darülfünun “Ulûm-ı Diniye ve Edebiye” bölümlerinin
Müdürlüğünde bulundu.
1909’da “İslam” adlı bir gazetede 31 Mart olaylarını öven bir makalesi nedeniyle, beş yıl süreyle Rodos’a sürgüne gönderildi. Yazar Halid Ziya’nın(Uşaklıgil) aracı olması ile 1910 yılında affedildi ve İstanbul’a geldi. 1911’de emekli edildi. Rodos’a sürgüne gitmesi, rica ile affedilmesi ve zorunlu olarak emekliye sevkedilmesi, ona ağır geldi ve çöktü. Bir süre sonra da öldü.(1913).
Alim bir kişi olmasına rağmen, ilmini yazıp da kitaplaştıramadı. Ancak, sadece “Suk-i Ukâz”(düzyazı) ile “Şehrayin ve Sihr-i Beyan”(manzum) iki eseri vardır. Şiirleri genellikle hiciv ve hezel niteliği taşımaktadır. Hayret Efendi’nin şiirlerinin bir kısmı, ölümünden sonra onu sevenler tarafından bir araya getirilmiştir. Şu anda bunlar Beyazıt Kütüphanesinde bulunmaktadır.
Sultan Abdülhamit zamanında, Encümeni Teftiş ve Muayene adıyla anılan bir sansür kurulu vardı ki, basılacak kitaplar burada incelenir, padişahın vehmine dokunacak satırları ve hatta sayfaları çıkarılır ve eserlerin böyle basılmasına izin verilirdi.
Hayret Efendi de bu kurulun üyesiydi. Ve bilgisi nedeniyle de uzun yıllar da bu kurulda görev yaptı. Her ne kadar ll.Abdülhamit’in sansür kurulunun üyesi de olsa zaman zaman sözle de olsa hem o devri, hem de çevresindekileri hicvetmekten korkmazdı.Tabi, böyle birinin böyle bir kurulda tutulmasının nedeni, âlim olmasından kaynaklanırdı. Çünkü bu kurulda bulunan kişilerin hemen hemen hepsi, önlerine gelen kitapları çoğu zaman okumaz, “tab’ı caiz değildir”deyip basılmasına karşı çıkarlardı. Bu üyelerin içinde bir tek Hayret Efendi önüne gelen kitapları inceler, diğerleri de onun kararına uyarlardı; O, “tab’ı caizdir” derse, kurulda bulunan herkes de “tab’ı caizdir” derdi. Yok eğer o, “Tab’ı caiz değildir.” derse kurulda bulunan herkes de ”tab’ı caiz değildir.”derdi. Hayret Efendi ise, genellikle olumlu görüş bildirirdi. Onun olmadığı bir gün, kurula şair Halil Edip Bey’in şiir dergisi gelmiş, birçok yeri de orada bulunan üyelerce, okunmadan üzeri çizilmişti. Bu durum, Şair Eşref tarafından şu dörtlükle hicvedilmişti.
Çizerler her eserden, bî-muhâbâ, birtakım yerler,
Edip’im sanma kim yalnız senin Divânı çizmişler.
Geçen gün encümende yok iken (Hayret) bütün heyet,
Arapça bir sühan zan eyleyip Kur’an’ı çizmişler!
(Bî-muhâbâ:Korkusuzca. Sühan:Söz)
Şair Eşref’in hiciv şaheseri olan bu dörtlüğünde de görüldüğü üzere; o, kendisinden her istenileni yapmayan, her zaman kendi bildiklerinin doğru olduğuna inanan ve bu konuda asla taviz vermeyen inatçı bir kişiliğe de sahipti.
Bunun yanı sıra ‘hürriyet’ aşığı olduğunu açıktan söylemekten çekinmeyen Hayret Efendi, incelenmek üzere kendisine bırakılan Namık Kemal’in tarihi üzerine “Tab’ı caizdir” yerine ”Tab’ı caiz değil, müstahabtır” ibaresini yazması meşhurdur.(Müstahab:Basılabilir)
Hayret Efendi,” Takdir-i Talim” başlığıyla yazdığı makalelerinin birinde, Recaizade Ekrem’in “Talim-i Edebiyat” adlı eserini şiddetle eleştirmiş ve azarlarcasına sözler söylemişti. Recaizade Ekrem de bundan dolayı çok üzülmüştü.
Yine Encümen-i Teftiş ve Muayene kurulu üyeliği sırasında, zamanın ileri gelenleri aleyhinde fırsat buldukça atıp tuttuğu, “birtakım cahiller arasında kaldığı”ndan şikayet ettiği bir gün, Hersekli Arif Hikmet Bey’in yanında “fazileti ile ilmi ile” böbürlenmek istemiş. Arif Hikmet, dayanamamış, birdenbire parlamış: “Canım, Hayret Efendi, neye küfrediyorsun? İlmim var dersen, senden daha büyük alimler mevcut...Malım var dersen, ayağındaki çoraba bak!..Cemalim var dersen senin benim gibi heriflerin yüzüne sadaka olarak bakarlar!” Hayret Efendi, yüzüne karşı böyle sözler söyleyebilecek bir adamın mevcut olabilmesine hayret etmiş, ağzını açıp da Arif Hikmet Bey’e bir şey diyememiş.
Ali Ruhi adında birini hicveden aşağıdaki dörtlük, Hayret Efendi’nin en çok beğenilen hicveyelerinden biridir:
“Şairi ateş-zeban bilmem fülanum ben deyü
Şimdi bir zırlak zuhur etmiş gezer pek lafzen
Bikr-i mazmundan da dem urmuş bakın divaneye
Bikr-i mazmun nerde sen nerde behey eşşek...”
(Ateş-zeban:Çok dokunaklı söz. Zuhur etmiş.Ortaya çıkmış. Bikr-i mazmun:İlk kez söylenmiş sanatlı söz)
Şiirleri içinde kendisinin en çok beğendiği dörtlüklerden biri de şuydu:
“Eskimişken yüzü seyret ki ne yüzsüzlüktür
Diyecekmiş bize, yüz kıta bakındı sözüne
Söylesin, biz ona söz söylemeye hacet yok
Yamarız söylediği kıtayı kendi yüzüne.”
İbnülemin Mahmud Kemal İnal onu kısaca şöyle anlatır:
“O dindar biriydi. Türk ve Arap dil ve edebiyatını çok iyi bilirdi. Yaratılıştan şairdi: İlim ile çok uğraştı, ama bu konuda önemli bir eser ortaya koyamadı. Sakinken sohbeti pek hoştu, ama sinirliyken çekilmez biri olurdu. Aşırı derecedeki sert oluşu, öfkesi, bencilliği ve kendini beğenmişliği yaşamı boyunca ona rahat yüzü göstermedi.”
“Kendinden başkasını adam yerine koymak istemezdi. Herkesi azarlamayı kendisinin bir hakkı ve yetkisi farz ederdi. Fakat başkalarının kendisine kaba davranmasını bırakın, nazik bir şekilde bile hitap etmelerine hakları olmadığı kanaatindeydi.”
Yine kendisini herkesten üstün görürdü: “.../ Yerde ünvandır bana Hayret aceb devletliyim / Söylen ey ruhaniyan, göklerde unvanım nasıl?”
O insanları, makam ve mevkileri ne olursa olsun sözlü olarak hicvetmekten sakınmazdı.Ama kendisi en küçük bir itiraza bile dayanamazdı. Çünkü ona göre, onun sözleri mutlaka doğruydu ve hikmetli sözlerdi. Başkalarının kendisi hakkında çok az da olsa olumsuz bir söz söylemelerini bile istemezken, kendisi başkalarını istediği gibi eleştirirdi. Başkalarını eleştirme hakkını bir tek kendisinde görürdü.
Aslında ince ruhlu bir yapıya sahipti, ama davranışı ve konuşması kabaydı. Karakterini bilmeyen biri, onunla konuşurken, yüzüyle, gözüyle, diliyle kendisine karşı bir düşmanlığı var sanırdı. O, sadece meziyetlerinden dolayı övülsün isterdi. Gülmesi de başkasının gülmesine benzemezdi. Gözleri iyi görmediğinden yazıyı gözlerine iyice yaklaştırıp öyle okumaya çalışırdı. Ama, yine de inat eder gözlük kullanmazdı. Hatta hiç fotoğrafı da yoktu. Fotoğrafını çekmek isteyenlere de şiddetle karşı çıkardı.
Kısaca; Hayret Efendi, her şeyiyle sadece kendisine benzeyen, eşi benzeri olmayan ‘nev’i şahsına münhasır’ biriydi.
--------------------------
KAYNAKLAR:
1. BÜYÜK LAROUSSE
2. Son Asır Türk Şairleri - İbnülemin Mahmud Kemal İnal
3. “Hoca Hayret Efendi”-Selahaddin Güngör. (Yeni Çağ: 24.06.1953)
4. “Adanalı İki Hiciv Şairi”- Midhat Cemal Kuntay.(Son Posta: 25.01.1951)
5. Resimli Türk Edebiyatı Tarihi – Nihat Sami Banarlı
YORUMLAR
İyi Akşamlar Yaşar bey,
İyi bir araştırma sonrası güzel bir makale yazmışsınız. Hayret Efendi'yi bilmiyordum. Sayenizde öğrenmiş oldum.
Teşekkür ederim. Ben, daha çok yazım ve anlatım konularında yorum yapıyorum. Yazınız, bu yönlerden de olumlu.
Başarılarınızın devamını diliyorum.
Saygılarımla.