- 1014 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bana Aşkı Tarif Et | Bölüm 1
1 Aralık 2010… Hikâye dediğin bir yerde başlamalı. Sabahın köründe olmamalı ama başlamalı. Ne yazık ki her zamanki gibi erkenden uyandım. Gözlerimi ovuşturarak nerede olduğumu anlamaya çabaladım. Çift kişilik bir yataktaydım. Yatak gayet rahattı. Yastık ortopedikti. Ve… Nevresimin üzerinde çizgi film karakterleri var idi. Evimde değildim. Aklıma gelen tek şey gecenin güzel geçtiğiydi. Üçte uyuduğumu biliyordum. İçimde belli belirsiz bir kıpırtı seziyordum. Karnımdaki kelebekler yeniden doğuyordu galiba.
Manevi ablamın evinde olduğumu ve yattığım yatağın da manevi kardeşim Melike’nin olduğunu hatırladığımda kahvaltı sofrasına oturmuştuk bile. Son anda ne için bu kadar erken kalktığımı idrak ettim ki henüz ağzıma tek lokma koyamamıştım. Okula gidecektim. Ve yazılım vardı. Ama ben sadece bütün gün boş bir şekilde gülümsemek istiyordum.
Dedem vefat etmişti. Annem cenazeye gitmişti. Yazılım var diye beni götürmemişlerdi. Ben de gece ablamda kalmayı tercih ettim. Haliyle servis gelmeyecekti. Beni de babamın ekip arkadaşı bırakacaktı. Aman ne hoş… Babamla aynı şehirde olmasak da pek ala beni kontrol altında tutabiliyordu. Lise çağında bir genç kızsanız; muhtemelen baba ile kız arasındaki anlaşmazlık konusunda fikirleriniz vardır. İşte biz bu anlaşmazlıkların bütünüydük.
Dedemin vefatının üzerinden 3 gün ancak geçmişti. Canım sıkılsa olmuyordu sıkılmasa olmuyor… Bir yandan “Annem nasıl acaba?” diye içim içimi yerken öbür yandan ölüme gülümsüyordum. Oldum olası ölenin arkasından ağlayanlar saçmalıyor gibi gelirdi bana. Ölüm kötü bir şey olsa idi istisnasız her insan ölmezdi ki. İşte bu yüzden ne çok üzülebildim dedeciğime ne de üzerimdeki onsuz kalma hissini itebildim omuzlarımdan. Ama az da olsa neşemi yerine getirebilenler vardı.
Nihayet aşağı indim. Sırt çantama ne doldurduysam taşınamayacak ağırlıktaydı. Ama benim zavallı omuzlarım artık alışmışlardı. Çok zorlanmadan aşağı inebilmiştim. Asansörü çalışmayan bir apartmanın beşinci katından merdivenler aracılığıyla inmek… Gerçekten sırtımdaki ağırlığı ve attığım adımı umursamayacak ruh haline sahiptim o gün.
Gelen adamı tanımıyordum. Adını da hatırlamıyorum. Selamlaştık sakince. Sessiz bir adamdı kanaatimce. Babamların ekipten böyle mülayim bir adam çıkmasını garipsemedim değil.
Okula varana kadar –nedendir bilinmez- temkinli ve özenli kelimelerle bir kaç soru sordu adını hatırlamadığım polis ağabey.
- Fen lisesi miydi senin?
- Yok, Anadolu Öğretmen Lisesi.
- Ha, iyi bakalım…( sessizlik ) Kaçıncı sınıftın sen? diye devam eden sorular ve cevapları.
Sonunda okula girdim.
- Harçlığın var mı? Baban da yok ya şimdi ağabeyin sayılırım çekinme.
- Harçlığım var, teşekkür ederim, dedim.
Bıraktığı için teşekkür edemeden gitmişti zaten. İroni akan gözlerle okulumu süzdüm ve içeri girdim.
<İnanın hafızamdan utandım. Okul boyunca geçen konuşmaları hatırlamıyorum. Olaylar silik. Bir tek yazılıya nasıl girdiğim ne kadar not aldığım hatırımda. Sonrası ise muallâkta. Dikkate almamamın sebebi ise malum…>
Her nasılsa yazılı vakti geldi. Yeni dilciyim ya, ilk yazılım ya… Bende öyle bir korku var ki. Ama kaç alırsam alayım razı olacağımı da biliyorum. Hatta beklediğimden yüksek olacağını da… 10. Sınıf, bir gayretle eşit ağırlıkta geçince koca bir yılın İngilizce konuları tamamen eksikti. Sınıf ise tamamını görmüştü. Adamlar hazırlıklıydı tabi. Rakipler sağlam olunca korksam kaygılansam mı yoksa eksiğimi tamamlayana kadar kendimi mazur görsem mi? Bilemedim doğrusu… Yazılı da zordu hani. Bilinmeyen bir yığın kelime vardı. Gramer ne yaparsam yapayım o yazlıya kadar yetiştiremeyeceğim bir yığın konu içeriyordu. Kâğıt bana baktı, ben kâğıda. Sonunda dedim “Kızım Hilal, kaleme kuvvet!”. Bir gayretle çözdüm ki anlatamam.
Her neyse yazılı bitti. Buket Hocamız makamına kuruldu, ilgili kişilerse başına toplandı. Yazılılar okunuyordu. Benim kâğıdımı Emre okudu onunkini de ben. <Hafızamdan daha çok utandım. Okuduğum kâğıdın notunu hatırlamıyorum.> Sonuç da ne? 51 aldım…
Hoca bana baktı. Hiç bu kadar iyi olacağını tahmin etmediğini çünkü gerçekten fazlasıyla konu eksiğimin olduğunu söyledi. Bu cümlenin iyi mi kötü mü olduğunu çözemedim işin açığı. Garip bir tebessüm, sonra bir sırıtma, sonra tekrar tebessüm, sonra bir somurtma ve işte… Gerçekten iyi olmasını umarak dersin sonunu bekledim.
Son dersin bitimini iple çekerken zilin sesi duyuldu. Servise nasıl koştuğumu bilmiyorum. Sanki erken binince eve erken varacakmışım gibi… Taktım kulaklığı. Camdan dışarıyı seyreder vaziyette vardım eve. Çarşamba… Vakti gelmişti artık. Eve girdim üzerimi değiştirmek üzere…
“Seda bekliyor!” Daha yeni gelmişti aklıma. Sedayla dershaneye gidecektik. Daha doğrusu o gidecekti ben de ondan sonra gidecektim. Sonra da beraber dönerdik eve. Planımız oydu. Eve geldim. Kimsecikler yoktu. Apar topar üzerimi değiştirdim. Diğer parçam olan makyajımı tamamladım. Son bir aynaya baktım. Yeterli dedim. Kapıyı çektim. 3 kere çevirdim anahtarı. Kilitli! O zaman artık gidebilirdim.
Hızlı olsam biraz daha erken varmış olurdum ama nefes nefese olurdum hoş bir görüntü olmazdı. Bir yandan da mesaj geliyordu. “Nerde buluşacağız?”. Bilmiyordum.
En klasik cevabımdır benim. Yine onu kullandım.”Sen karar ver.” Konuşma uzayacak gibiydi. İkimizde birbirimizden inattık. Sen söyle, ben söylemem diyerek zaten karşılaştık birden ortada. Turuncunun önünde. –Bir cisim yaklaşıyor efendim…-
Heyecan? Yok. Ateş yükselmesi? Yok. Titreme? Yok. Etki de mi yok? Bilinmiyor!
Bana doğru yaklaşıyordu. Düşünsenize, hayatınızda ilk defa karşılaştığınız ve konuşmalarından etkilendiğiniz bir karşı cins size doğru yaklaşıyor. Gayet karizmatik ve sempatik bir yüzü var. Hiçbir şekilde etkisine kapılmamanız normal olur muydu? “Yine mi ben?” dedim içimden.
- Selam! kadife gibi sesi dökülüverdi dudaklarının arasından.
Yine hiç heyecanlanmadım. Bana ne olmuştu ki? Bayılmış ve rüya görüyor olma ihtimalim var mıydı?
Hafifçe başımla selamlayıp “Selam!” dedim ben de. Gözlerine baktım. Normal bir insanda var olduğu gibi iki adet gözü vardı. Kısık vaziyette beni süzmekle meşguldü. Birden kendi kendime göz ucuyla bakma ihtiyacı duydum. Sıska ama rahatsızlık verici görüntüsü olmayan bacaklarım gayet düzgünlerdi ve titremiyorlardı. Kahverengi montum beni daha zayıf göstermişti. Saçlarım en doğal haliyle açık bırakılmıştı. Evet! Her zamanki bendim. O zaman endişelenmeye son vermeliydim.
Bana doğru yaklaştı. Tereddütlüce:
- Öpeyim mi?” dedi.
Hiçbir şey demeden yanağımı uzattım. Sadece yanağını değdirdi. Önce sağ yanaklarımız dokundu. O an kokusunu aldım. Parfümü… Her neyse çok güzel kokuyordu. İşte o kokuyu almamla ilk heyecan birikintisi sol göğsümde bir yerin üzerine akmaya başladı. Kızardığımı hissettim. Ama hava akşamüstü loşluğundaydı. Ben de bozuntuya vermedim.
Yine bir “Ne yapalım?” sorusuyla karşı karşıyaydım. Neden sorarlardı ki bunu bana. Her şeyi rahatça cevaplardım ama bir “Ne yapalım?” sorusuna bir de telefona cevap vermek benim için zulümdü. O öyle sorunca durakladım biraz. Sonradan aklıma dershaneye gitmem gerektiği geldi. “Of!” dedim içimden…
- Buradan aşağı doğru yürüyeceğiz. Sonra sen beni dershaneye bırakacaksın. Programımız budur, dedim. Garipçe kaşlarını kaldırdı.
- Ne zaman dershanen?
- Şimdi.
Yüzündeki hayal kırıklığı görülmeye değerdi. Hoşuma gidiyordu erkekleri hayal kırıklığına uğratmak. Öylece baktı.
- Bu kadar mıydı yani? dedi umutsuzca.
- Gitmek gibi bir mecburiyetim yok. Ama Seda bekliyor.
- Gitme o zaman!
Gözlerinin içi parlayarak bakıyordu yüzüme. Sanki onu ölümden döndürecek ilacı bulmuşum gibiydi. Oysa altı üstü dershaneydi. Ve ben sadece bir iki soru çözmek için gidecek sonra dönecektim. Ama o bunu bilmiyordu tabi.
- Yürümeye başlayalım da düşünürüz.