- 732 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KÖYDEKİ ÇOCUKLUĞUM VE ANKARA HAYALİM
KÖYDEKİ ÇOCUKLUĞUM VE ANKARA HAYALİM
(İkinci Bölüm)
ANKARA HAYALİM
Amcam, askerliğini bitirip teskere aldıktan sonra, köye dönmeyip Ankara’da bir iş bulur. Evlendikten sonra köyde yalnız yaşayan babaannemi de yanlarına alarak birlikte yaşamaya başlarlar.
Daha sonraki birkaç yıl içinde amcamlar bir çocukları olsun isterler ama maalesef o yıllarda çocukları olmaz. Doktorları, amcam ile yengeme derki bu aşamada çocuğunuz olmaz der. Her ikinizin de uzunca bir süre tedavi olması gerekir. Eğer yılgınlık göstermeden tedavinize devam edip tamamlayabilirseniz sonunda çocuğunuzun olmaması için hiçbir neden yok demiş.
Bunun üzerine, amcam çocukları da çok sevdiğinden hem tedaviye devam etmek ister, hem de der ağabeyim ile yengem şayet izin verirlerse, Cahit’i köyden getirip Ankara’da okutayım diye düşünür.
Yengemden izin ister. Yengem de bana ne elin çocuğundan, durduk yerde getirip başıma iş açacaksın deyip amcama itiraz eder. Daha sonraları yengem amcamın ısrarına dayanamayıp, beni getirip okutmasına izin vermese de sessiz kalıp onaylar.
Bu sessizliğin üzerine amcam cesaretlenip, 1962 yazında hem köye tatil yapmaya hem de bu konuyu annem ve babam ile konuşup şayet onları ikna ederse beni alıp gitmeye gelir.
Ancak annem bana kıyamayıp, okullar açılınca babası getirsin deyip, amcamı tatili bitince geri Ankara’ya yalnız gönderirler.
Bunun üzerine annem amcamı kırmamak için zaman kazandığını düşünüp, inşallah götürmekten vaz geçer umuduyla olayı zamanın akışına bırakırlar. Ancak amcam da her fırsatta ısrarla, okullar açılmadan önce babamın beni Ankara’ya getirmesi için Elbistan’dan Ankara’ya gelip giden herkesle haber gönderir.
Amcamın bu sürekli ısrarı karşısında çaresiz kalan annem, gözyaşlarını benden saklayarak bir gün bana; oğlum seni yüreğime taş basıp, okuyup büyük bir adam olman için Ankara’ya göndermek istiyorum ne dersin diye bana sorduktan sonra, iyi düşün, sen istemezsen ben seni asla göndermem, kim ne derse desin, demişti.
Ben zaten hazırdım. O andan itibaren de düş ve hayalime bin tane daha katmıştım. Ankara hayalim büyük olduğundan düşüncelerim de zenginleşmişti.
Ben zenginleşmiş düşünce içinde kendimle boğuşurken bir anda annemin sorusu karşısında donakalmıştım. Düşünce bazında Ankara’ya yaklaşmış olmanın sevinciyle küçük dilimi yutup susmuş olacağım ki, annem tekrar sordu. Bak oğlum sen istemeden, seni benden bir tek Allah ayırır. Ondan başka seni benden hiç kimse ayıramaz. Buna inan sen çok kıllı bir çocuksun, kendi cevabını kendin ver bana dedi. Yoksa ikimiz de çok üzülürüz dedi. Çok iyi düşün yavrum. Sonra ikimiz de pişman olmayalım. Başkalarını da üzmeye hakkımız yok. Ona göre sen şimdi git, sakin kafayla iyice bir düşün. Sonra gel bana cevabını söyle ki, ben de senin vereceğin cevaba göre hepimiz için düşünüp doğru bir karar alabileyim. Yoksa sonunda beni kararımda yanıltırsın. Onun için şimdi bir kez daha soruyorum. Bana içinden geldiği gibi söyle ki hakkında vereceğim kararım doğru olsun dedi ve tekrarladı. Ankara’ya gidip amcanların yanında kalıp okumak ister misin? Dediğinde daha ben annemin sözü bitmeden, büyük bir adam edasıyla hiçbir tereddüt göstermeden evet anne gitmek istiyorum demiştim.
Bunun üzerine annem; tamam oğlum, sen bilirsin dedikten sonra, daha gitmene bir hafta var. Şayet o zamana kadar düşüncen değişirse bana söyle dedi. Çünkü annem de benden ayrılmaya zor katlanıp, zor dayanacağını biliyordu.
Bu endişeyle bir gün babama, gel bu çocuğu göndermeyelim. Bu yaşta ben bu çocuğun ayrılığına katlanamam, bu bana çok zor gelecek, onun için ben ne yapacağımı bilmiyorum diyordu.
Babamda bunun üzerine anneme biz köyde bu çocuğa hiçbir şey veremeyiz. Gel itiraz etme de gitsin. Çocuk hayatını kurtarsın, bak bizim halimize diyordu. Annem hala kararsızlık çekiyordu. Ya sonra pişman olursam diye benden gizli sürekli ağlıyordu.
Ben gideceğimi onun ağzından duyduğumda çok sevinçliydim. Çünkü gideceğimi bana söylüyordu. Hem de bak oğlum, sakın ola beni ele güne karşı sonunda utandırıp mahcup etme diyordu. Hem sana hasret kalacağım hem de bana böyle kötü şeyler yaşatırsan beni ecelimden kırk gün önce öldürürsün diyordu.
O anda içimden gelen kalbi bir duyguyla adeta büyük bir adam edasıyla, anneme hiçbir yaramazlık yapmayıp okuyup adam olacağıma söz vermiştim.
Bu gün annem ve babam ölmüş olsalar bile ben hala verdiğim sözümün arkasındayım. Evvel Allah’ın izniyle inşallah dünyanın en büyük şairi, en büyük düşünürü, en büyük yazarı ben olacağım. Ben buna yüreğimle inanıyorum. İnşallah Allah yardımcım olacak. Ben de sonunda anneme söz verdiğim gibi bunu başaracağım. Yoksa o yolda verdiğim söz üzerine öleceğim.
Hatta daha annem, benim Ankara’ya gideceğimi söylemeden önce ben, ola ki aniden Ankara’ya gidersem diye köydeki birçok sevdiğim arkadaşımla tek tek vedalaşmıştım bile.
Onun için benim her geçen gün Ankara sevdam artıp büyürken, Ankara’ya olan düş ve hayalim de her geçen gün bir çığ gibi büyüyordu.
O günden sonra, kim bilir diyordum, başşehrimiz Ankara, ne kadar büyük, ne kadar güzel bir şehirdir, görüp gezip dolaşacağım, birbirinden güzel yerlerin hayallerini kurarak derin düşüncelere dalıyordum.
Okulların açılmasına çok az bir zaman kala köyümüzden, babası Ankara’daki bir hastanede yatıp tedavi gören bir komşumuzla beni Ankara’ya göndermek için babam bizimle Malatya’ya kadar gelip geri Elbistan’a dönerken, biz de şimdi rahmetli olan komşumuz Hüseyin amcayla Ankara yolculuğumuza devam ettik.
Elbistan – Malatya – Kayseri üzerinden gelip Ankara’ya giriş yaptığımız Mamak’tan Etlik garajına kadar her yer yanan elektrik lambalarıyla ışıl ışıldı. Ama onca geldiğimiz yol üzerinde hiç apartman görmedim. Beni getiren Hüseyin amcaya bunlar ne diye sorduğumda, bunlar Ankaralıların oturduğu gecekondu denilen evler dedi. Ben şaşırıp dona kalmıştım. Bizim köyde bile böyle üst üste konmuş, sanki hepsi büyük bir depremden geriye kalmış birer yıkıntı, birer harabe gibi, hepsi birbirinden kötü, yolu izi olmayan bu evler çağdaşlık yolunda ilk büyük adımını atmış olan Türkiye Cumhuriyetimizin Başkentini oluşturan Ankara hayallerimle örtüşmüyordu. Bana göre o da Atatürk’ten sonra bizi yönetenlerin acizliğinde oluşmuş, aydınlık Türkiye’nin yüz karası gibi oluşmuş bir şeyiydi.
Onun için büyük bir merakla otobüste yanımda oturan Hüseyin amcaya sıkılarak tekrar sormuştum. Peki, bu evlerin görünürde yolu, izi yok. İnsanlar bu evlere nerden girip, nerden çıkıyorlar Hüseyin amca dediğimde, otobüste beni duyan herkes gülüştü. O anda Hüseyin amca da ne diyeceğini şaşırıp gülmüştü. Çünkü sorum, otobüstekiler gibi onun komiğine gitmişti.
Otobüsümüz sanki dağ yamaçlarından üzerimize yuvarlanıp düşecek gibi duran o iğreti, çirkin ve birbirinden biçimsiz rastgele yapılmış o binlerce gecekondu evlerin oluşturduğu mahalleri tek tek geçerek, o zamanlar Ankara’nın Etlik semtinde bulunan garajda otobüsten indikten sonra, köyden getirdiğimiz torbalardaki yiyeceklerle birlikte amcamların oturduğu yere gitmek üzere bir taksiye bindik.
Hayalimde çok güzel bir Ankara seyahati yapacağımızı düşünürken, taksiye binip giderken her yerde hala gecekonduları görünce Hüseyin amcaya demişim ki, bu nasıl bir başkent, nasıl büyük bir şehir. Bu şehrin hiç zengini yok mu?
Diye sorduktan sonra o zamanki o çocuksu aklımla şu cümleyi de Hüseyin amcaya söyleyerek paylaşmıştım.
Bu nasıl bir başkent? Hiç böyle bir başkent olur mu? Sanki bizi yönetenler Türkiye’nin bütün fakir ve yoksul insanlarını zorla toplayıp Ankara denilen yerde bir araya getirip oluşturdukları bu büyük ve yoksul köyle de övünerek sonunda da kendilerine başkent yapmışlar…
O zamanlar gördüğüm Ankara’nın aşağı yukarı çok büyük bir kısmı birbirine benziyordu. Ankara’nın en orta çukur yerine bir avuç zengin insan toplanıp oturmuşlar. Fakirler de onları soğuk ve sıcağa karşı sarıp sarmalamayıp korumak için onların etrafına dağılmışlar gibi bir yerleşim planı oluşturmuşlar. Ama bu Atatürk’ün kurup oluşturduğu çağdaş bir Türkiye’ye hiçbir zaman yakışmaz diye o zamanki düşüncemi Hüseyin amcaya söylemiştim. O da bana; sen ne akıllı bir çocuksun, köyde bunları hiçbir çocuk bilmezken, sen nerden öğrendin, nerden biliyorsun, diye bana uzun uzun methiye dizmişti. Ben de mütevazılık olsun diye onun sözlerini başımı yere eğip dinlemiştim.
Taksiyle giderken konuyu değiştirmek için, Hüseyin amca daha amcamların evi çok mu uzak diye sorduğumda, biraz daha var demişti.
O arada ben ona, Hüseyin amca inşallah okuyup büyük bir adam olacağım ve tüm yurdumun güzel insanlarına olmadık hizmetler edip onları ve yurdumu dünyada bir adım öne çıkarmak için olanca gücümle çalışacağım dedikçe, bana bakan Hüseyin amcanın gözleri parlıyordu.
Benim de içimde öyle bir okuma hevesi vardı ki, sanki o anda dünyanın kitaplarını elime verseler, amcamın evine varmaya hepsini bir hap gibi yutar, okur bitirirdim. Çünkü biz taksiyle gidiyorduk ama bir türlü evin yolu bitmiyordu. Allah’tan Hüseyin amca da beni ve ailemi sevdiğinden, sorularıma bıkıp usanmadan cevap veriyordu.
Onun aklında hep hasta olan babası olduğundan, bir an önce amcanın evine varıp seni babaannene teslim edip amcanla birlikte ben de hastaneye babamın yanına gideyim diyordu.
Ama gittikçe yol da sürekli uzuyordu. Hala hayal ettiğim güzel bir bina da görmemiştim. Bu da beni gittikçe kaygılandırıyordu. Kendi kendime soruyordum. Ben nasıl bir Ankara’ya geldim. Yoksa otobüs bizi Ankara diye yanlışlıkla başka bir şehre mi getirdi diye aklıma gelip telaşlanmış olsam da Hüseyin amcaya ayıp olur diye sormayıp, biraz daha yola devam ettikten sonra Hüseyin amca birden bire bizi götüren taksi şoförüne, kardeş şuraya yanaş da biz inelim dedi. Ben içimden koca bir oh çekip nihayet geldik diye sevinip Allah’a şükretmiştim.
Yine sabredemeyip Hüseyin amcaya, hani amcamların evi diye sordum. O da bana biraz bekle taksinin parasını verdikten sonra biraz da yürüyeceğiz. Bundan sonrası için taksinin gidebileceği düzgün bir yol yok dediğinde, ben iyice şaşırıp dona kalmıştım.
Birden bire o anda aklıma, gece yolda gelirken yolu yordamı yok diye gecekondular için otobüste söyleyip herkesi güldürdüğüm kendi sözüm aklıma geldi.
Eyvah deyip ben de ister istemez gülmeye başlayınca, Hüseyin amca hayırdır, Cahit neden güldün kuzum diye sordu. Ben de ona otobüste olanı anlatınca bu sefer ikimiz de gülüştük.
Ama yola sırtımızda köyden getirdiğimiz torbalarla yürümeye devam ederken, bir yandan da ben büyük bir ilgi ve merakla etrafa bakıp hayalimdeki güzel Ankara’yı arıyordum.
Bulamayınca Hüseyin amcaya sordum. Bura Ankara’nın neresi diye. O da bana, ben de birkaç kez geldim. Onun için semtlerin adını çok iyi bilmiyorum, dedi. Daha sonraları indiğimiz yeri amcama tarif edip öğrendiğimde şimdiki Sıhhiye denilen yerdeki Abdi İpekçi parkının tam orta yerindeki el heykelinin bulunduğu yerdi.
O zamanlar orada birbirini sırayla takip eden teneke saçtan yapılmış on ya da on iki tane büyük malzeme deposu ile bir benzinlik vardı. Ayrıca bir de orta yerinden İncesu deresi denilen üstü açık, pis kokan bir dere akıyordu.
Bu derenin her iki tarafında sanki birbiri üstüne konulan koca kutulardan oluşturulmuş yüzlerce gecekondu olmasına rağmen, üzerinden karşıdan karşıya geçecek bir tane bile olsa insan elinin değdiği ağaçtan yapılmış bir köprüsü yoktu. Kendi kendime söylenip, yazık dedim. Koca Ankara’nın ağaçtan bir köprüsü bile yok. Sanki köprü yapacak koca Ankara‘da hiç ağaç yoktu. Bu Ankaralılar için ne ayıp bir şeydi.
Hemen aklıma bizim köyü diğer köylere bağlayan köy yollarımız üzerindeki akan birçok dere üzerinde bile imece usulü taştan yapılmış bırakın insan geçmesini büyük arabaların bile, gelip geçeceği köprülerimiz geldi.
O an duygularım birden bire kabarmıştı. Köyüm ve köylülerimizle de gurur duyup onurlanmıştım.
Koskoca Ankara denilen Başkentte akan küçücük bir derenin üzerine insan geçecek küçücük bir köprü yapılamamış olması, o zamanki küçücük aklımla beni bile utandırdığından, ne beceriksiz yöneticilerimiz varmış dedim. Sonra da Hüseyin amcaya bu Ankara’yı yönetenler hiç kuldan utanıp Allah’tan korkmazlar mı dedim. Bunlar nasıl bir insan. Bu şehre ve insanlığa yapılan ne büyük bir beceriksizlik, ne büyük bir ayıp dedim.
Bu nasıl bir başkent, Yarabbi diye Allah’a sormaktan kendimi alamamıştım.
O yorgun halimizle, uzakta görüp yürüyerek gidip üzerinden geçip gittiğimiz köprü denilen şey, dere üzerine atılmış iki yuvarlak ağaçtan ibaret çok basit bir şeydi. Onun üzerinden karşıya bir ip cambazı gibi, geçip gittikten sonra, yarım saat daha yokuş yukarı tırmanıp amcamın oturduğu, adeta üst üste büyük kutulardan konulup oluşturulmuş ev denilen yere vardık.
İnanın; köyümden üç arkadaşımı getirip, sizce bura ne diye sorsam? Vallahi de, billahi de oraya hiç biri de ev demezdi. Çünkü Hüseyin amcanın evi burası deyip, varıp kapıyı çaldığında ben de inanmamıştım. Ama amcam çıkıp bize hoş geldiniz deyip, eve aldığında şaşırmıştım. Çünkü ev denilen o yerin yolu yoktu ama gelip giden insanların ayaklarıyla basıp oluşturdukları sadece ayak izleri vardı.
Gülerek dedim ki, böyle yolları bizim köyde ancak aynı yeri defalarca gelip gecen keçiler yapar ama başkent denilen bu koca şehirde yaşayan binlerce zavallı yoksul insanların yiyecekleri bir lokma ekmek, içecekleri bir yudum su için her gün yürüyüp gelip giderken oluşturulmuş patika denilen ayak izinden oluşturulmuş yoldu. Orada oturan herkes bu ayak izlerini yürüyüp takip ederek, evlerine ya da iş yerlerine gidip gelirlerdi.
Öyle bir yerdi ki, sanki kartal yuvası. Çıkılsa inilmez, inilse çıkılmaz. Öyle çetin bir yamacı olan tepede bir yerdeydi ki, oranın Ankara’yla hiçbir alakası yoktu.
Onun için de ne bir tuvaleti, ne akan bir damla suyu, ne bir alış veriş yapacak bakkalı, ne bir manavı, ne bir fırını, ne de bir kasabı vardı. Zaten kasabı olsa da orada oturanların hiç birisinin kasaptan et alacak parası yoktu. Onun için oraya kasap gerekmezdi. Ama insanların diğer günlük temel ihtiyaçlarını giderip karşılayacakları bir başka dükkân da yoktu.
Bana göre ev diye vardığımız o yerin adı, sadece Ankara’ydı. Yoksa Ankara’yla uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu.
Ben daha içeri girmeden, orayı görür görmez kocaman bir eyvah çektim. Köyümü terk edip geldiğime bin pişman olmuştum. Çünkü köyüm bile Ankara denilen bu yerden bin kere daha güzeldi.
Eve girip babaannem ile amcamı görünce biraz sevinmiş olsam da, birden bire üzülüp ağlamaya başladığımda babaannem ile amcam çok üzülmüşlerdi. Neden ağladığımı sorduklarında, üzülmesinler diye annemi, babamı ve kardeşlerimi özledim demiştim.
O gün eve vardığımızda saat onbir gibiydi. Ama akşam olmak bilmiyordu. O gün bir de eve bize hoş geldiniz demeye gelen ev sahibimiz Yaşar amca, amcama dönüp bu küçük ve yakışıklı delikanlıyı mı anasından, babasından koparıp getirdiniz. Çok yazık etmişsiniz. Doğru dürüst yolu okulu olmayan bu berbat yere neden getirdiniz, deyip çıkıp gittikten sonra ben sanki aklımı oynatacak gibi olmuştum.
Babaannem ne oldu oğlum. Birden bire neden sararıp soldu rengin dedi. Yoksa sana gelirken yolda yediğin bir şey mi dokundu dedi. Ben de hayır babaanne yok öyle bir şey, ben iyiyim dedim. Ama hiçte iyi değildim. Çünkü geldiğim o yerde ne bir çocuk yaşardı. Ne de bir çocuk okuyup adam olurdu.
O andan itibaren ben de Ankara’ya geldim diye ne bir sevinç, ne de okuyup adam olacağım diye bir umut kalmıştı.
Bir an önümde yaşayacağım koca bir ömür gözlerimin önünden boş yere akıp giden bir su gibi gelip geçip gitmişti. Artık ben de ne bir Ankara düşü, ne de gelecekte güzel bir hayat yaşayacağım Ankara umudu kalmıştı.
Benim için artık her şey bitmiş gibiydi. Köyümde gördüğüm düşler artık görünmez olmuştu. Köyümde kurduğum hayallerim, yolu olmayan Ankara’nın ayak izlerinde tümden silinip yok olmuştu. Onun için artık Ankara’da yaşayacağım hayattan korkuyordum. Korkudan çoğu zaman ya uykum kaçıyordu ya da çok geç vakitlere kadar uyuyamıyordum.
Düşünmekten yorgun düşüp uyuduğum gecelerde de uykumda kâbus görüp kan ter içinde korkup kalkıyordum.
Köyden gelmeden önce, huysuzluk yapıp kimseyi üzüp rahatsız etmeyeceğime anneme söz verdiğim için üzüntümü içime atıp, hiç kimseyi rahatsız etmeden geceleri kendi kendime ağlayıp uyuyordum.
Daha bir hafta geçmeden Hüseyin amcanın babası iyileşmiş olduğundan hastaneden taburcu olan babasını alıp çoktan köyümüze dönmüştü bile.
Ben Ankara denilen gecekondusu bol, koca şehirde tek başıma kalmış gibiydim. Okula başlamıştım ama yazıldığım okul hem uzaktı. Hem de çok sevimsiz bir yerdeydi.
Yazılıp gitmeye başladığım daha o ilk gün, ne okulumu ne de öğretmenimi sevmiştim. Çünkü okul müdürü beni sınıfıma götürüp öğretmenime teslim edip kendi odasına geri dönüp gittikten sonra, öğretmenim büyük bir öfkeyle dönüp bana dedi ki; benim başımdaki bela yetmiyormuş gibi bir de seni mi? Benim sınıfıma verdiler, köylü çocuğu diye beni sınıftaki tüm çocukların içinde aşağılayıp küçümsemişti. Onun üzerine bazı çocuklar okulda benimle bir süre alay ettiler.
Küçümsenip alay konusu olduğum için artık ne o okulu ne de öğretmenimi seviyordum. Şu an adını bile hatırlamadığım öğretmenim yaşlı bir kadındı. Ama daha kendini yetiştirip öğretmen olamamıştı. Sanki Türkiye de hiç öğretmen yokmuş da dersler boş geçmesin diye onu o okula öğretmen yapmışlardı.
O günden sonra ben de okula ve öğretmene karşı büyük bir soğukluk başlamıştı. Okumayı çok sevmeme rağmen, artık o öğretmeni görmemek için canım okula gitmek bile istemiyordu. Zaten sevmiyordum okulu, öğretmenin o tavrı da beni okul ve okumaktan soğutmak için işin tuzu biberi olmuştu.
Köyden gelirken okuyup büyük bir adam olacağım diye anneme verdiğim söz, hiç aklımdan çıkmıyordu. Artık korkmaya başlamıştım. Düşünüp çözüm üretemediğim içinde yorulup içime kapanmıştım.
Hareketlerimden kuşkulanıp, beni izleyip takip eden babaannem, bir gece uykumda sayıklayıp konuştuğumu duyunca, beni dinlemiş ve sabah olup okula göndermek için uyardığında da, istersen gel bu gün okula gitme seninle hoşuna gidecek başka şeyler yapalım deyince, bunu duyan amcam, anne sen ne yapıyorsun. Hiç çocukla böyle konuşulur mu, deyip gelip beni yanaklarımdan öpüp, saçlarımı karıştırır gibi yapıp sevip başımı tek eliyle okşadıktan sonra biraz da harçlık verip dedi ki sakın tembellik edip okuluna gitmemezlik etme, dedikten sonra babaanneme de bir şeyler söyleyip evden çıkıp işine gitti.
O gün bana duydukları bu yakın ilgi ve alakadan biraz olsun moral bulmuş olsam da yinede o öğretmen ve okula karşı şevkim kırılıp, hevesim kaçtığından, o okul ve öğretmende benim başarılı olmam artık imkânsızdı. Onun için artık köyümü özlemeye başlamıştım. Ama bunu nasıl amcam ile babaanneme söyleyip, köye geri nasıl dönüp gideceğimi bilmiyordum.
Bütün bunları düşünerek o gün de yolu olmayan okuluma kayıp düşmeden gitmek için önceden yapılmış ayak izlerini takip ederek gönülsüz bir şekilde okulun yolunu tutmuştum.
Ama babaannem artık benim huzursuz olduğumu çok iyi anlamış olacak ki, o akşam beni uyudu sanıp, amcama; oğlum, bu çocuğu buraya getirdin. Böyle bir okulda bu çocuk nasıl okuyup da iyi bir eğitim alıp adam olacak dedi. Köydeki okulu bu okuldan çok daha iyiydi dedi. Bak sen buralarda beğenmediğimiz o köy okulu sayesinde iş bulup tutunup kaldın dedi.
Amcam; peki anne, ne yapalım, dedikten sonra babaannem konuşmasına devam etti ve dedi ki, derhal daha merkezi bir yerde okulu iyi ve eve yakın olan bir yerde yeni ev bulup buradan taşınıp gitmeliyiz dedi. Yoksa çocuğa yazık ederiz dedi.
Amcam da peki anne dedi. Yarından itibaren araştırmaya başlarım dedi.
O gece öyle mutlu olmuştum ki, uykumda; Beni sevmeyen öğretmenden ve okuldan kurtuluyorum diye sayıklayıp sevinmişim.
Babaannemde beni dinlemiş. Sabah olunca bana sordu.
Oğlum, bizden memnun musun? Okulun nasıl? Öğretmenini seviyor musun? Arkadaşların nasıl, iyiler mi? dedikten sonra, gel otur kucağıma da bunları bana bir güzel anlat dedi.
Ben de tek tek anlattım. Allah rahmet eylesin. Çok iyi bir kadındı. Beni can kulağıyla dinledi. Anlattıklarıma çok üzüldü. Neden bana daha önce anlatmadın dedi. Bende sizi üzmek istemedim dedim. Beni öptü teselli etti. Ve dedi ki, şimdi bu sinirle okuluna gidersem, öğretmeninle ya kavga ederim. Ya da onu tüm ilgili makamlara şikâyet ederim dedi. Onun için şimdi gitmeyim de akşam amcan işten gelince konuşuruz dedi. Ama sana da söz veriyorum dedi. İnşallah önce buradan taşınacağız. Sonra da evvel Allah’ın izniyle seni İnşallah okutacağım. Çünkü dedi, seni okutmak için anana, babana söz verdik, yoksa gurbetliğe razı olup seni buraya asla göndermezlerdi dedi. Bu sözü, duyduğum bir o gün çok duygulanıp ağlamıştım, bir de bu gün yazarken yine aynı duyguları tekrar yaşayıp ağladım.
Demek ki, insanın yüreği yanıp özü kanayınca, ister istemez gözden de yaş boşalıyor. İç boş olunca, ne öz kanar, ne de göz akar. Demek ki, benim de içim dolmuş, özüm kanarmış.
Babaannemin bu sözünden sonra amcam, birkaç ay içinde tercih yapacağımız iki ev bulmuştu. Biri Aşağıayrancı ’da bir apartmanın giriş katı, diğeri de Küçük Esat’ın sonuna yakın bahçe içinde küçük müstakil bir ev. Her ikisine de gidip baktık. Aşağı Ayrancıdaki ev daha güzel olmasına rağmen babaannem eski adıyla Kıbrıs Bayraktar İlkokuluna ve otobüs durağına çok yakın okulu olan Küçükesat’taki evi tutmamızı tercih etti.
Benim bu ilkokula gittiğim o yıllarda, bu ilkokula aşağı yukarı Küçükesat Banka evleri durağından, Nenehatun Caddesi, Gazi Osman Paşanın bir kısmı. Büyük Esat ile Kırk Konakların tamamı buradan imrahor deresi, Seyran Bağları Kuyu başına kadar, Bülbül Deresi Caddesi şimdiki itfaiyenin oradaki Halinden çok daha aşağılara kadar öğrenci aynı okula gelirdi. Öyle pek fazla okul yoktu. Zaten bu saydığım yerlerin birçok yeri gecekondu semtiydi.
Yeni okuluma yazıldıktan iki ay sonra, çalışkanlıkta sınıfımın ikincisi olmuştum. Daha sonraları birinciliği hiç kimseye kaptırmamıştım. Hem arkadaşlarımı, hem öğretmenimi, hem okulumu, hem de oturduğumuz evi ve mahalleyi çok sevmiştim. İki yıl sonra oturduğumuz o eve yakın bir yerde kendimize bahçe içinde çok sevimli ve şirin iki katlı bir ev yaptırıp taşınmıştık. Okula gelenler içinde, evi en yakın olan öğrenci bendim. Aynı zamanda da o mahalledeki en güzel ev de bizim evimizdi. Bahçe içindeki bu iki katlı evimizde yaşayıp geçirdiğim o tatlı çocukluk yıllarımı asla unutamıyorum. Belki de hayatımın en tatlı, en güzel yıllarıydı.
Bendeki bu günün en büyük öğretim ve eğitim birikimi hep o yıllardan kaldı. Çünkü öğretmenim gerçekten hepimiz için bir anne gibiydi. O öğretmende okuyup da hayatta başarılı olup iyi bir adam olamayacak hiçbir çocuğu düşünüp hayal edemiyorum.
Gerçekten kendini çok iyi yetiştirmiş insan evladı olan çok iyi bir öğretmendi. Bu gün elli yıl geçmiş olmasına rağmen onu asla unutamıyorum. Şimdi onun kadir ve kıymetini çok daha iyi anlamış olduğumdan, inanın çok samimi söylüyorum ondan daha çok şey öğrenip daha fazla yararlanmak adına ömrümün sonuna kadar kölesi olurum.
O zamanlar dört yıl beraber okuduğumuz o öğretmenimiz sayesinde, ben hayatın talihsiz bir oyunu, bir cilvesi sonucu okuyamamış olsam da birçok sınıf arkadaşım ilerleyen yıllarda daha fazlasıyla okuyup devletin birçok kademesinde görev alıp, başarılı hizmetler etmişlerdir.
Daha sonraları Ankara’nın Abidinpaşa, Kurtuluş, İkinci Dede efendi civarında bir ay öncesine kadar Aşağıayrancıda otururken, şimdi de Ankara’nın en güzel semtlerinden birinde oturuyorum. Ama oturup yaşadığım hiçbir semt hiçbir ev, ne o iki katlı evimizin bulunduğu semtin, ne de orada yaşarken edindiğim arkadaşlarımın, ne de o evde yaşarken hayattan aldığım zevki, hazzı, tadı vermiyor. Onun için orayı ve orada geçirdiğim zamanı asla unutamıyorum. Çünkü orada kültürü yerleşik bir mahalle düzeni vardı. İnsanlar başarılı ve mutluydular.
Onun için o mahallede hayat bir başka güzeldi. Tıpkı güneş, her sabah köyümdeki gibi burada da bir başka güzel doğuyordu. İnsana hayat verip mutlu ediyordu. Zihnimde hayallerim hep birbirini kovalıyor, hiç bitmiyordu.
Orada kendime yeni bir dünya, yeni bir hayat kurmuştum. Çok güzel bir yer olmasa da ben güzel yaşıyordum. Çünkü artık hayatım büyük ölçüde yoluna girmişti. Okuyup iyi bir adam olacaktım. Umutlarım artmış, hayallerim yavaş yavaş gerçek olacaktı.
Onun için o yıllarda babaannemin, amcamın ve Gülten yengemin benim için o günlerde yaptıkları tüm fedakârlıkları bu gün ben unutup inkâr edecek olursam, işte o zaman dünyanın en nankör insanı ben olurum. Çünkü bu gün ben şair olup yazarlık yapıyorsam, yazdığım her şeyde o günlerde onlardan kazanıp elde ettiğim kültürel kazanımım var.
Keşke ettikleri fedakârlıkları sonuna kadar sürseydi. Ama ne yazık ki, sürmedi.
Başta anlatmadım ama şimdi kısacık da olsa biraz bahsedeyim. Beni köyden getirdiği o yıllarda amcamın çocuğu yoktu. Allah nasip eyledi daha sonraki yıllarda biri erkek, ikisi kız, üç çocuğu olmuştu. Benim için onlar bana kendi öz kardeşlerimden sevgileri daha ötede olan kardeştiler. Hepimiz birbirimizi çok severiz. Hala da ben onları onlar da beni gerçekten çok severler.
Amcamın çocuğu olduktan birkaç yıl sonra beni evde asıl sevip koruyan babaannem de ölüp Allah’ın rahmetine kavuşmuş olduğundan, Ankara’da güneş artık benim için sıcaklığını kaybedip soğuk doğmaya başlamıştı. Sıcak yazları çoktan geçmiş, sonbahar bitmek üzereydi. İstikbalime dair dayanılmaz fırtına ufukta göründüğünden, onca yılda oluşturduğumuz yerleşik düzene ait her şey artık yavaş yavaş yön değiştirmeye başlamıştı.
Amcamın her gün söyleyip durduğu o imalı sözlerinden artık kanım üşüyüp donmaya başlamıştı. Artık hiç ısınmıyor hep üşüyordum. Ona yük olduğumu söylediği o anlam dolu imalı sözlerinden çok alınıp çok kırılmıştım. Tam yolun ortasına gelmiştik ki, seni artık taşıyamayacağım, yoruldum diyordu.
Bu sözleri duyduğumda beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Olmaz böyle bir şey diyordum. Üzülmekten başka yapılacak bir şey de yoktu. Çünkü adam kendini mecbur hissetmiyordu. Belki mecbur değildi ama yaptığı hareketin doğru olmadığını bilmeyecek kadar da cahil davranıyordu. Cahilliğine kızmıyorum ama sözünde durmadığına çok üzülüyorum.
Onun için onlara bu yüzden kızmaya hiç hakkım yok deyip amcam ve yengeme evlerinde biraz daha kalıp tahsilime devam etmek için daha fazla ısrarda bulunamıyordum. Çünkü amcam takdirle bitirdiğim Gazi Osman Paşa Ortaokulundan sonra izin alıp gidip kaydolduğum Ankara Sıhhiyedeki Atatürk Lisesine yaptırdığım kaydımı sildirip, kısa yoldan ekmek parası kazanmam için beni oradan alıp Kimya Meslek Lisesine gitmem için zorlamıştı.
Amcam beni bir ağaç gibi derinden budayıp her şeyimi silip süpürüp güdük bir adam yapmıştı. Bana yaptığı bu kötülüğü bu güne kadar hiç kimseye söylemeyip içime atıp uyutsam da bazen bir dev gibi içimde uyanıp ayağa kalkıyor. Belki hakkım yok ama yine de onu affetmekte zorlanıyorum. Halen yaşıyor, keşke o da bu yazıyı okusa.
Daha sonra köyden ailem de Ankara’ya geldi. Çok kalabalıktık. Küçücük bir apartman dairesinin giriş katında on kişi.
Zavallı babam tek başına çalışıyor, evin ihtiyaçlarına yetişemiyordu. Bir de köyden gelirken her şeyimizi satıp savdıkları için açıkta kalmayalım diye oturduğumuz o küçük daireyi borç harç içinde banka kredisiyle almıştık.
Babam bir yandan bizim ihtiyaçlarımızı giderirken bir yandan da aldığımız evin borcunu ödemede gerçekten çok zorluk çekiyordu. Ama bu çekilen zorluğu bir annem bir de babam biliyordu. Onun için babam, azıcık harcırah alıp biraz olsun rahatlamak için elinden gelse ayın her günü işyerinden görev alıp yaz kış yola gitmek istiyordu. Çünkü altı kardeşten beşimiz okuyorduk. Adam çaresizdi. Yapılacak bir şey yoktu. Onun için çekilen her zorluk annem ile babamın omuzları üzerindeydi. Öyle bir an gelmişti ki, artık annemin dayanma gücü kalmamıştı. Belki bir süre sonra babam da yorulup iflas edecekti.
O arada ben Kimya (Sanat) Meslek Lisesinden mezun olmuştum. Üniversite sınavlarına girip yüksek puan almış olmama rağmen sanat okulu mezunu olmam nedeniyle hiçbir okulda okuma hakkını elde edemedim.
Hayat çok acımasız bir şekilde hep üzerime üzerime geliyordu. O zamanlar bizi yönetip hayatın tüm zorluklarını üzerimize salan hiçbir siyasetçiye şimdi hakkımı helal etmiyorum. Hepsinden de ahirette Allah’ın huzurunda söke söke alacağım. Orada da haydi kıvırsınlar da göreyim. Yıllar yılı bu ülkede kendileri istedikleri gibi yaşarken bize sadece güneşin hep bir gün doğacağını söyleyip umut verdiler. Ama güneş bizim gibiler için hiç doğmadı. Onun için bizler hep umut içinde yaşadık. Mutluluğu hiç görmedik.
Neden bu güzel ülkenin insanları hep acı çeker. Hiç yüzleri gülmez. Neden bu siyasetçileri bu kadar çok şımartır yüz veririz. İşi yapan yapmayan herkese helal olsun deriz. Neden böyle kör, sağır ve dilsiziz.
Bu gün sağlığım yerinde olmasa da inanın bana, ben bu halimle bile, devlette akıl kapasitemin çok altında bir görevde çalışıyorum.
Bu durum benim için bir zûlken, ülkem için büyük bir kayıptır. İşte yıllardır bizi yönetenleri görüyoruz. Yetmiş seksen yıldır kendileri üç beş adım ileri giderlerken bizlere adım atmayı unutturdular.
Şimdi ben elli dokuz yaşında yetmiş milyondan biri olan sıradan bir adamım. Sıradan bir adam oluşuma hiç üzülmüyorum. Ama benim kadar aklı, fikri, zekâsı ve düşüncesi olmayan birçok insanın da dar kafalı siyasetçileri arkalarına alıp devlette hiç hak etmedikleri görevlere gelip sorumluluk yüklenip bizi yönetmelerini de doğrusunu söylemek gerekirse hiç mi, hiç içime sindiremiyorum. Çünkü bu ülkede bu güne kadar devlet doğru dürüst hiç mi, hiç doğru dürüst yönetilmezken, çok şükür, son yıllarda iyi kötü bir şeyler yapılmaya çalışılıyor. Demek ki yapılmak istenilince yapılıyor.
İşte Ankara örneği, düne kadar dört bir yanı gece kondu denilen derme çatma evlerle çevrili olan bu büyük köy, nihayet altmış yıl sonraki çalışmalarla şehir olma yolunda büyük adımlar atıp, büyük ilerlemeler kaydetmektedir. Demek ki, yapılması hiç de zor değilmiş. Her şey iyi niyete dayalı irade meselesiymiş. Demek ki bu güne kadar insanların çektiği eziyet ve çile boşunaymış.
O halde şimdi daha iyilerini yapmalıyız. Daha iyisini yapmak içinde iyi insan yetiştirmeliyiz. Şimdi bizim asıl sorunumuz bu olmalı.
Çünkü yapılacak evlerde oturacak olan insandır. İnsanımızı eğitip şehirleştirerek kültür seviyesini yukarı çekip medenileştirmezsek ne yaparsak yapalım, insanımızı köylülükten kurtarıp şehirli yapamayız. Onun için her şeyden önce bu ülkede bir zihinsel devrim yapmalıyız ki insanı, insan yapalım. İnsanca da yaşatalım.
Yoksa ne Ankara, Ankara olur. Ne de Türkiye, Türkiye olur. Türkiye, Türkiye olmayınca ne Ankara, ne de İstanbul bir batı şehri olur. Ne de Türkiye modernleşip çağdaş bir devlet olur.
Bu güne kadar bizim yaptıklarımız sadece yapı malzemesi olan taş ya da betonu düzeltilmiş arazi üzerine yan yana ya da üst üste getirip koyarak şehirleri genişletip büyüterek her birini birer büyük köy yapmışız.
Halbuki bizim için asıl olan, binayı yapıp yükseltirken, içinde oturup yaşamını sürdürecek olan insanın da, bu paralelde şehirleşmesi için yeterli derecede eğitip kültürel olgunluğa ulaştırılması gerekirdi. Yoksa her ne kadar standarttı geliştirilmiş, çok yüksek teknolojilerle, istediğimiz ölçü ve büyüklükte ne kadar yüksek binalar yaparsak yapalım insanımızı köylülükten kurtarıp, şehirleştirip medenileştiremeyiz.
Medeniyet, seçkin insanların oluşturduğu bir yaşam biçimidir. Onun için medeniyet, aynı zamanda çağdaşlıktır, modernliktir.
Kısacası Allah’ın bizden istediği insan olma ölçülerini yakalayıp, o ölçüde de insan olup, insanca yaşamayı bilmektir.
Demek ki, çağdaşlaşıp modernleşmek için sadece yüksek teknolojiyle bina yapıp yükseltmek yetmiyor. İnsanı köylülükten kurtaracak olan zihinsel değişimi de sağlayıp onunla birlikte şehirleşip medenileşirsek işte o zaman insanı şehirli yapıp modernleşip çağdaş yaşamayı hak etmiş oluruz. Yoksa hiçbir zaman köylülükten kurtulamayız. Bu dünyaya da köylü gelip köylü gideriz.
Köylü, köylü gibi yaşayacağından hiçbir zaman bir şehirli gibi çevresini güzelleştirip, güzel bir çevrede yaşamasını bilmez. Güzel bir çevrede yaşamasını bilmeyen insan da şehirleşip medenileşmez. Medenileşmeyen insan da yaşadığı çevre ve şehri güzelleştirmez. Güzelleştirilmiş bir şehir çevresinde yaşayan insan, insan olup, insanca yaşayamayacağı için huzur bulup mutlu yaşamaz.
Onun için insanı, önce zihinsel olarak değiştirip geliştirmeliyiz. Zihinsel gelişen insanlarla da çevresi güzel olan şehirler yapıp, insanı güzel yaşatırken medenileştirip mutlu etmeliyiz.
İşte asıl gelişme bu olsa gerek. Yoksa rast gele her yeri taş ve beton yığını haline getirerek büyümek gelişmek demek değildir.
Bunu idrak edip Çevre ve Şehircilik Bakanlığını kuranlar, inşallah çok geç kalmadan, bu temel çerçevede bakanlığın oluşumu tamamlayıp bir an önce bu güne kadar şehir diye oluşturulmuş büyük köylerimizi gerçek anlamda şehirleştirip, insanımızı da insanca yaşatarak medenileştirirler.
İşte muasır medeniyet denilen çağdaşlıkta bu olsa gerek.
Bu çağdaşlığı gerçekleştirmeyi başaranlara ne mutlu.
07.10.2011
Cahit KARAÇ
Şair, Düşünür ve Yazar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.