- 911 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KÖYDEKİ ÇOCUKLUĞUM VE ANKARA HAYALİM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
(Birinci Bölüm)
KÖYDEKİ ÇOCUKLUĞUM
Köyüm, Türkiye’nin güneyindeki Ak denizi çevreleyen Toros dağlarının doğuya doğru uzantısını oluşturup, Kahramanmaraş iline bağlı tarihi Elbistan ilçesine doğru başının altında bir yastık gibi uzanıp yatan, Şar dağının etelerinin devamındaki düz ovada, bir ve iki katlı kerpiç evlerden kurulu, yüz on hanelik, Akveren denilen küçük bir köydür.
1962 yılının sonbaharında Ankara’ya gelmeden önce, doğup çocukluğumu yaşadığım bu köyde her gün güneş, her sabah bir başka güzellikte doğar, umut verip güzel bir gün oluştururdu.
Köyde her sabah güneş doğup masmavi gökyüzüne doğru yükselip göz kamaştırıcı parlaklığıyla yeryüzünü aydınlatmaya başlamadan önce uyanıp kalkardım. Uyku mahmurluğuyla kahvaltımı yapar, daha sonra anamın hazırladığı bez çıkına sarılı azığımı belime bağlayıp anamın elini öpüp, hayır duasını da aldıktan sonra güneşin tanyerinde kızaran burnunu görür görmez yola koyulurdum.
Kuzuları yaymaya götürürken gittiğim yol üzerinde en çok dut bahçeleri vardı. Kuşlar bu bahçelerdeki dutla beslenirlerdi. Hatta bir gün köyümüzden yaşlı bir emminin dutla beslenen kuşların sesleri güzel olur dediğini duymuştum. Her ne kadar atalarımız “dut yemiş bülbül gibi niye susuyorsun.” Demiş olsalar da o yaşlı emminin sözü de yabana atılır gibi değildi. Çünkü kuşlar bin bir çeşit nağmelerle güzel şarkı söylerlerdi.
Onlar ötüp şarkı söylerlerken, sanki uzaktan onlara eşlik eden bir saz heyetleri vardı. Âdete bu heyetin emir ve komutası eşliğinde disipline edilmiş büyük bir uyum ve ahenk içinde o günkü sabahın oluşunu heyecanla kutlayıp sanatlarını sesleriyle icra ediyor gibiydiler.
Onları dinleyip seyretmeye hiç doyum olmazdı. Onun için her gün oradan geçip giderken hiç sıkılıp usanmadan hep onları dinleyip seyrederdim.
Hatta bazen onları dinleyip seyrederken kendimden geçip hayaller kurarken kuzuları yaymaya gittiğimi unuttuğum bile olurdu.
Birden bire irkilip kendime geldiğimde de babamın hiç unutamadığım şu nasihati aklıma düşerdi. “Oğlum, insan her ne iş yaparsa yapsın, yaptığı her işi gücü nispetinde en iyi bir şekilde yapıp yerine getirmeli.” derdi. Bu söz benim çok hoşuma gittiğinden onu unutmamak için kulağıma küpe yapıp hafızamda taşıdığımdan hiç unutmazdım. Onun için benim bu söze uygun yaşama isteğim annem ile babamı çok mutlu ederdi. Onların mutluluğu bana yaşama azmi verip, beni umutlandırıp daha çok hayata bağlardı.
Daha sonra vaktin geçip, güneşin yakıcılığı aklıma düşer düşmez hemen oradan uzaklaşıp kuzuları en güzel bir şekilde nerde otlatacağımı düşünerek yoluma devam ederdim.
Onun için iyi bir çoban, zamanı iyi ayarlamasını bilmeli. Yoksa hiçbir zaman iyi bir çoban olup, hayvanlarını en iyi bir şekilde otlatamaz. Çünkü hayvanlar da tıpkı insanlar gibi belirli zamanlarda beslendiğinden her sabah daha evden çıkmadan kuzularımızın karnını en güzel nerede doyurup besleyeceğimi düşünüp yolumu belirlerdim. Çünkü güneşin yükselip yakıcılığını artırmadan kuzuları otlatacağım yere beslenme vaktinden önce götürmem gerekirdi. Onun için “ ayran budalası olup ağzımı ayırmadan” her gün gideceğim yere zamanından önce varırdım.
Zaman benim için çok kıymetliydi. O zamanlar kol saatim olmadığından ben de tüm diğer çobanlar gibi zamanımı güneşe göre belirleyip ayarlardım. Her sabah köyden çıkarken gökyüzüne doğru yükselip tırmanışa geçen güneşi çok iyi takip ederdim. Çünkü o, öğleye kadar gökyüzüne doğru kurulu bir merdiveni çıkar gibi, yükselip çıkarak yakıcılığını ve parlaklığını artırıp kor haline gelirdi. Öğleden sonraki günün ikinci yarısında akşamı oluşturmak için çıktığı merdiveni yavaş yavaş inerek, utancından yüzü kızarmış genç bir kız edasıyla uzak bir yere saklanıp kaybolurdu.
Köyden çıkarken gittiğim yolda komşularımızın bahçelerinin kenarlarına diktikleri bol sık ağaçlardaki meyve vermeyen renkli dal ve yaprakların oluşturduğu tünellerden geçerek kırlara doğru ağaç dallarına yünleri takılan o melek gibi küçücük kuzucuklarımızın peşi sıra giderdim.
Giderken onlar da çocuklar gibi birbirleriyle beraber olmanın sevinci içinde analarından ayrılmanın hüznünü unutup, birbirinin arkasına saklanmış, başlarıyla en önde giden keçi yavrusunu takip ederek peş peşe bin bir renkteki çiçeklerin süslediği kırlara doğru yavaş yavaş yürürdük.
Ben ve kuzular otlak yerine vardığımızda güneşte gecenin ayazında kalıp kızaran burnunu uzaktan yavaşça uzatıp buruşmuş yüzüyle birlikte çıkardı.
Daha sonra o da bizim gibi elini yüzünü yıkayıp, isinden pisinden arınıp temizlendikten sonra sanki o da gökyüzünde yürüyüp giden adamın elinde yanan bir fener gibi, sabahtan akşama kadar hiç yorulup dinlenmeden yürüyüp giderdi. Giderken de hem dünyamızı aydınlatıp ısıtırdı, hem de dünyadaki her şeyin hayat bulup yaşamasını sağlardı. Sağlarken de her şeyi kendine bağlatıp arkası sıra koşturup yorardı. İşte bu şekilde hayat bulup yaşamaya başlayan tüm varlıklar için de hayat mücadelesi başlamış olurdu.
Kuzularımız, üzerlerindeki tonlarca yükü bir herkül gücüyle kaldırıp toprakta hayat bulup filizlenip yeşermiş o yemyeşil cılız otları alt dudaklarına göre biraz daha uzun olan ince üst dudaklarıyla tek tek koparıp yerlerken ben keyiften dört köşe olurdum. Çünkü kuzularımız başkalarının kuzularından çok daha iyi beslenmiş olduklarından çok iri ve büyük görünürlerdi. Bu yüzden de komşularımız beni çocuklarına örnek gösterip derlerdi ki, “Bakın Hacı Arif’in oğlu Cahit kadar olamıyorsunuz.” derlerdi. Bu söz benim duygularımı okşayıp ruhuma haz verdiğinden çok hoşuma giderdi. Onun için ben coştukça coşar, kabına sığmaz biri olurdum. Her duyduğumda da daha fazlasını yapıp daha iyi bir çocuk olmak için her gün daha çok gayret gösterip, daha çok çalışıp çabalardım.
O yüzden de şimdi rahmetle andığım annem ile babam beni çok severlerdi. Onların yanı sıra bu söze uygun bir hayat tarzı yaşamamdan dolayı köyümüzün bütün insanları beni çok severlerdi.
Kuzular kendi kendine beslenip karınlarını doyururlarken ben birden bire bir sessizliğe bürünüp hayal kurmaya başlardım. Hayal kurdukça zihnim açılırdı. Gece gördüğüm tüm düşlerim aklıma gelirdi. Aklıma gelen her düşle birlikte bin bir hayal kurar, düşünce üretirdim. Hatta bazen düşlerimle hayallerim birbirine karışırdı. O zamanda ben gece gördüğüm düşleri mi hatırlıyorum. Yoksa düş hatırlıyorum diye hayal mi kuruyordum, onu da bilmiyordum. Ama yaşadığım hayattan da her an kurtulmak istiyordum. Çünkü ayağımdaki ayakkabı eski olduğundan, adeta üstü var tabanı yok gibiydi.
Onun için ara sıra bir yere oturur, yolda yürürken ayağıma batan dikenleri tek tek çıkarmaya çalışırdım. Kimi zaman da dikeni çıkarırken kanardı. Ama hiç acı verdiğini duymazdım. Belki de ayaklarım acı çeke çeke hissizleşmişlerdi.
Ama her şeye rağmen hep umut içinde yaşardım. Çünkü insanın bu şartlar içinde bir lokma ekmeği ile içecek bir yudum suyu varsa, dünyada o insandan daha mutlu hiç kimse yok derdim. Küçücük bir kuzu çobanının bundan ötesini düşünüp hayal etmesi gerekmezdi. Ben bir memleket yönetmiyordum. Sadece önümdeki yüz on kuzunun karnını doyurmaya çalışıyordum. Hepsi o kadardı. Ama buna rağmen sürekli düşünüp hayal üretiyordum. Hayalsiz hiçbir gerçeğe ulaşılamayacağını çok iyi biliyordum.
İnsan hayal edip düşünerek akla ne kadar çok düşünce seçeneği sunarsa bir o kadar da doğru olan akıl seçeneğine ulaşır diye düşünürdüm. İnsan gönlü arzulayıp hayal etmeden, aklı doğru düşünce seçeneği üretip sunmaz.
Akla yol verip yön gösteren insan gönlüdür. Düşünmek için insan, gönlünü seyri sefere çıkarmalı ki, akıl düşünüp fikir üretebilsin. Yoksa düşünmeyen akıl başta boş bekler. Boş bedeni bekleyen baş, beden üstünde taş olur.
Beden üstünde taşıdığımız başın bizi değerlendirip kıymetlendirebilmesi için bize verilen aklı en iyi şekilde kullanıp bol düşünce üretmeliyiz ki, ürettiğimiz düşünceler içinden de akıl, bize en uygun ve makul olanı bulup çıkarsın ki bedenimiz üstünde taşıdığımız baş huzur bulsun. Bizi de mutlu edip mutlu yaşatsın.
Köyümüz düz ova üzerine kurulu olduğundan arazisi sulak ve verimli olmasına rağmen köydeki nüfusun beslenmesine yeterli değildi. Onun için köydeki herkesin ekip biçeceği bağı, bahçesi, tarlası yoktu. Köyümüzden birçok insan geçimini sağlamak için yaz aylarında çaresizce başka şehirlere çalışmak için giderlerdi.
Çobanlık yaptığım o yıllarda çocuk olmama rağmen hiçbir şeyden kolay kolay korkmazdım. İster bu bir kurt olsun. İsterse büyük bir yılan olsun. Ama o toprağa göre renk alıp gezen küçücük tırtıllar var ya, onlar içimi titretip tüylerimi diken diken ederdi. Öyle ürperir, öyle korkardım ki, hiç sormayın. Hem de çok tiksinirdim. Sanki tabanı yırtık ayakkabılarımdan içeri girip bacaklarımdan yukarı doğru çıkacaklarmış gibi bir hisse kapılırdım.
Ama korkaklığın ve yılgınlığın hayatta yeri olmadığını babam bana çok iyi öğrettiğinden hiçbir şeyden kolayca ürküp korkup kaçmazdım. Mücadelesiz hayatta kalınamayacağını biliyordum. Onun için bu gün hala öyleyim. Yoksa yaşadığım dünyadaki bu hayat, beni üzerinden hemen atar.
Çocukluğumdan bu güne kadarki yaşamımda öğrendiğim tek şey, çalışıp kazanmanın insana hayat verdiğidir. Çünkü ben çalışıp üzerimdeki baskıyı atmasam, hayat beni çok kısa sürede üzerinden atıp diskalifiye eder. Onun için ölünceye kadar ona fırsat vermeyeceğim. Çalışıp çabalayıp güzel bir hayat yaşamaya çalışacağım. Bunun için de hayatla mücadele edip ruhumu güçlendireceğim. Büyük bir azimle de hayatın takipçisi olacağım.
Her köyde olduğu gibi, bizim köyümüzde de her ilkbaharda köyümüz yeşillenip, yeşil iş elbisesini giyer. Sonbaharda o da bizim gibi yeşil elbisesini sarı renkli giysileriyle değiştirir. Değişip yere düşen kuru yapraklar üzerinde yürümek öyle çok hoşuma giderdi ki hiç sormayın.
Çocukluğum köyümde böyle kuzu peşinde koşturup geçerken, sıcak bir ağustos ayında Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisinde küçük bir memur olarak çalışan amcam tatili bahane edip köye beni alıp Ankara’ya götürmek için gelmişti. Ama geldiğinde niyetinin bu olduğundan benim hiç haberim yoktu. Sonradan öğrendiğimde içimde buruk bir sevinç oluşmuştu ama yine de Ankara’ya gidip okuyacağım diye çok sevinmiştim. Çünkü o yıllarda köyümüzden birkaç zengin ailenin büyük çocukları Ankara ve İstanbul’daki üniversitelerde okuyorlardı. Ben de o ağabeyleri okudukları için çok seviyordum. Bu gün de hala onları seviyor ve takip ediyorum. Allah her ikisinin de başarısını daim eylesin.
Ankara’ya gidip onlar gibi okuyup büyük bir adam olacağım diye çok sevinçliydim. Sevincimden yere göğe sığmıyordum. Nihayet Ankara’ya gideceğim o mutlu günde gelmişti.
Ama gidip de hayalini kurduğum büyüklükte bir adam olup ülkeme hizmet edecek miydim?
Onu bilmiyordum.
Ama gelecek için hayali olmayanın, gelecekte yapacak işi olmaz. Bunu biliyordum.
07.10.2011
Cahit KARAÇ
YORUMLAR
Çocukluğum, anılarım,kuzularım.
Hepsi teker teker gözümün önüne geldiler.
Sanki kendinizi değil de beni anlatmışsınız.
Demek ki Anadolu'mun her köyü aynı,o köylerdeki çoçukların çilesi ve hayalleri aynı.
Bize de derlerdi büyüklerimiz ''çoban git ki adam olursun,çok da gitme cüdam olursun'' cüdamın ne anlama geldiğini bilmezdim hala da bilmiyorum ya ama iyi bir şey olmadığını tahmin ettiğimden cüdam olmamak için daha fazla hayal kurardım.
Hayallerimin yanında kuzularım öğle sıcağında ağaç altında yatarken ben de ders çalışıp yatılı okul imtihanlarına hazırlanırdım.Biliyordum yatılı okul kazanamazsam köyde ebediyen çoban kalacağım,belli ki cüdam olacağım.
Şükür çalışmamız boşa gitmedi ve az da olsa hayallerimizi gerçekleştirdik.Adam olduk mu bilemem ama şükür ekmeğimizi kazanıp çoçuklarımızı muhtaç etmedik kimseye.
Sizin hayallerinizin de gerçekleştiğinden eminim.
Tebrikler.Kaleminiz yazsın hep.
SAYGILARIMLA.
Doğru söylediniz. insanın illeki hayatta hedefleri veya en azından bir hedefi olmalı ve ona doğru yürümeli.
İstekmek, başarmanın yarısıdır derler. İnşallah siz düşüncelerinizi ve hayalini kurduğunuz bir mevkiyi
edebilmişsinizdir.
Güne gelen yazınızdan dolayı tebriklerimi bıraktım sayfanıza :)