- 689 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GİDEROS'DA BİR HAFTA
Onu ilk gördüğümde, “İşte bunalmış, sığınacak liman arayan bir genç,” diye düşünmüştüm. Umudunu yeni gelecek konuklarla kuracağı ilişkilere bağlamıştı sanki. Temiz, saf bir delikanlı olduğu kesindi de -ne bileyim- başka anlamlar da mı gizliydi sıkılgan bakışlarında?
Orta yaşlı, tombulca bir hanımın, “Serhat bak konuklarımız var,” demesiyle, koşarak yanımıza gelmiş, çantalarımızı elimizden kaparcasına almıştı. Küçük, taşımakta zorlanmayacağımız parçaları bile bırakmadı bize. İstersek, ikimizi de kucaklayıp ayaklarımızı yerden kesmeye hazırdı. Çocukça tavırları, yapmacıksız gülüşüyle saflığını ele veren bir gençti Serhat. Koltuk altıma sıkıştırdığım kitaba bakışından etkilenerek, okumak isterse kendisine verebileceğimi söyleyince, “Abi, açık söyleyim ben kitap ne okumuyom, biliyodum okumayı ya şimdi unuttum,” demişti.
Okumayı biliyormuş ya unutmuş...
Bizden önce bu koyda tatil yapmış bir arkadaşımız, “Seçiminiz, krallar gibi ağırlanmak, el üstünde tutulmak değil de çalışkan, sıcak, içten insanlar ve olağanüstü bir doğadan yana ise hiç durmayın, şimdi tam zamanıdır,” diyerek ilgimizi coşturmuştu.
Durgun bir göl görünümünde Gideros Koyu. Karadeniz hep hırçın dalgalarıyla anılır ya yok öyle bir şey. Dikkatli bakılmazsa denizle bağlantısını anlamak bile olası değil.
Son yıllarda, eşim de ben de tatil için nedense güz günlerini seçer olduk.
Ve deniz de değil artık gözdemiz. Menekşeli kayalıklar, çağıldayan dereler, nazla salınan ağaçlar ve kanat çırpışları içimizi serinleten kuşların doğası çekiyor bizi.
Gölgesi suda oynaşan ağaçların kucakladığı koy, yeşilin ve alın gönül okşayıcı alaşımıyla donanmış tepelerle çevrili. Bugün bizim yamaçlarda görmek istediğimiz de yeşilden ala, aldan da sarıya doğru akıp giden bir yaşam ustalığı.
Ya sarıdan sonra?..
Burada yaşayanları, kendilerine özgü sorunları yokmuş gibi delice kıskanıyorum.
Denize sıfır mülkün asıl iyesi Asiye Nine, Sevgi Hanım’ın annesi, Serhat’ın babaannesi oluyordu. Bir dakika bile boş durmaya katlanamayan biri o.
Evinin arkasındaki bahçede tavuklar gibi deşiniyor akşama değin.
Bu yıl on yedisine bastığını söylüyordu Serhat.
Evleri İstanbul’daydı, babaannesine yardımcı olmaya gelmişti. Boyu posu, yaşıyla ilgili savını doğrulasa da sorularıma aldığım yanıtlar, konuşma ve davranışları, on üç on dört yaşlarında gösteriyordu onu. Halası da Babannesi de fırsat buldukça, ondan uzak durmamızı öğütlemekten geri durmuyorlardı.
İstanbul’la ilgili yoklama sorularıma verdiği yanıtlar da bir garipti Serhat’ın. Örneğin İstanbul’un iki yakasının olduğundan habersizdi. Taksim Meydanı da Galata Kulesi de onun için bir anlam taşımıyordu. Atatürk, ne Cumhuriyetin kurucusu ne de büyük bir adamdı. Sarhoşun, oğlancının biriydi. Boğaz köprüsünden de hiç geçmemişti, buraya, Gideros Koyu’na babasının teknesiyle gelip gidiyordu. Evlerinin bulunduğu Samandıra Mahallesi, İstanbul’un neresinde, bir türlü anlatamamıştı.
Yine, hangi yakada olduğunu, İstanbul’a uzaklığını kestiremediği orman içinde bir “mektep”ten söz ediyordu. İki yıla yakın sürmüştü “talebeliği.” “Kuran’ı, Allah’ı, Peygamber’i namazı niyazı her şeyi orada öğrendim,” diyordu. Namaz hocasının; huylanmasına, ağlayıp hırçınlaşmasına aldırmadan şurasını burasını ellemesi, düpedüz okşaması, okulu bırakmasının asıl nedeniydi Serhat’ın. İşin bu yanını ailesine açmaktan kaçınmıştı. Kimsenin buna inanmayacağından o denli emindi ki. Hocanın tacizlerinden kurtulmak için, arkadaşlarıyla çok kavga ettiğini, mektepten almazlarsa katil olabileceğini söyleyince, oğlunun ne “manyak” biri olduğunu iyi bilen babası, daha fazla diretmeyip isteneni yapmak zorunda kalmıştı.
O mektepten kurtulmasını bir mucizeye eşdeğer görüyordu Serhat.
Babası mı? Gerçek bir canavardı. Katildi aslında. Bir kez öyle dövmüş öyle dövmüştü ki Serhat’ı, öldü diye bırakmıştı. Araya yüce Allah’ının girmesiyle yeniden canlanabilmiş, yaşama dönmüştü çocuk.
Babası için, “Gemilerde çalışırdı, Allah kahretsin, kaptandı işte abi!” diyordu. “On gün evdeyse üç ay, bazen altı ay denizde olurdu, kokusunu bile unuttururdu bize. İnsan karısına, çocuğuna, nerede olduğunu bildiren bir mektup yazmaz mı? Yazmazdı işte! Annemi de beni de Allah’ın kulu saymaz, adam yerine koymazdı ki yazsın. Beni çok kötü bir çocuk diye bellemişti. Ben de kötünün kötüsü olmak için elimden geleni yapardım,” derken, mutluluk okunuyordu gözlerinde. “Esrar, eroin, sigara, rakı, şarap, yemediğim bok kalmadı. Çete reisliği de yaptım. Samandıra’da sokaklar benden, benim çetemden sorulurdu. O zaman daha on beş yaşında bir çocuğum, düşünsene! Bizim takıldığımız kızlardan birine yan bakanı Allah gelse elimizden alamazdı. Çetemi birkaç kez dağıttılar ama çok sürmedi yeniden ayaklanmamız, kendimizi göstermemiz.”
Bunları anlatırken kafasında hep babasının gölgesi vardı sanki. Birden konuyu değiştirip ondan söz etmeye başlıyordu Serhat.
“Bir gün olsun karşısına alıp konuşmadı benimle, iyi mi? Yanlış bir iş mi yaptım, sopa hazır. Doğru bir iş mi yaptım, kimsenin haberi bile olmaz. Sana bir şey söyleyim mi abi, denizde boğulan bir çocuğu ölümden kurtardım da babam ne dese beğenirsin, ‘iyi bok yemişsin.’ Kafam bozuldu, ben de ona, ‘bok yesem seni yerdim,’ dedim. Ondan sonra gelsin tekmeler tokatlar.”
Babası emekli olalı neredeyse bir yıl oluyormuş. Cide’ye yerleşip bir tersane kuracağını söylermiş hep. Serhat buna inanmıyormuş ya kimin umurunda.
“Kendi işini kuracak, bundan böyle adam gibi yaşayacakmış abi.
Hadi ya! Sen kim, adam gibi yaşamak kim kaptan bozuntusu.
Bıkmışmış ite köpeğe hizmet etmekten. Sen nesin peki?”
Konuşarak yeğnilmeyen Serhat, yakınında duvar, masa, sehpa ne varsa, ya onları yumrukluyor ya da kafesteki kurtlar gibi birkaç adımlık gidiş dönüşlerle rahatlamaya çalışıyor.
“Bekliyorum abi, gözüm yollarda vallahi. Eğer motorumu getirmezse, bak sana söylüyorum, öldüreceğim, Allahımı inkâr edeyim öldüreceğim onu! Çılgın gibi motor sürerim abi, uçarım vallahi. Bunu herkes de bilir. Kimse benimle motor koşturma yarışına giremez. Kaptan onun için Cide’ye getirmek istemiyo motorumu.”
Serhat’a, motosikletiyle hiç kaza yapıp yapmadığını soruyorum.
“Çok” diyor, sayısını anımsamıyor bile.
“Söyledim ona, motor olmadan beni çalıştıramazsın dedim. Dersanede (tersane) işçi lazım ona. Motorum olmadan kaptan değil feriştahı tutamaz beni Cide’de. O’nun bunu iyi bilmesi gerek. Öyle değil mi ama abi? Motor var ben varım, motor yok ben üç günden yokum.”
Motoru geldiğinde beni nasıl gezdireceğini anlata anlata bitiremiyor Serhat. Fırtına gibi dalacakmış Gideros’a. Birlikte uçacakmışız. Bugüne dek kimseye böyle kıyak ne yapmış ne de yapmayı düşünmüşmüş. Tek binmeyi severmiş o.
Kıymetini bilmeliymişim Serhatçığımın. Bilmez miyim hiç(!)
Annesi mi? O, babasının yaptığı hiçbir şeye karışmazmış, “Çocuk onun, ister öldürür ister güldürür, ben karışıp Allah’ıma asi olamam,” der, çekilirmiş kıyıya.
“İkisi de birbirinden pislik bunların abi. Koltuğunun altında bir kitap, o sokak senin bu sokak benim dolaşır akşama dek. Kaptan onu, o da biz yok sayıyor abi.
Sen de kitapları seviyo, koltuğunun altına alıyosun ya o başka. Sakın alınma. Sen çok iyi bir adamsın, bana bir şeyler öğretmek istediğini de biliyorum. Senin gibi birini hayatta görmedim vallahi. Benim annem, dedikodudan başka bir şey bilmez. Okuryazarmış da hanımefendi, din iman öğreniyormuş. Kimi kandırıyor bu kadın? Nerde öğrenmiş okumayı, hem de Arapça okumayı? Abi, Allah’ımı inkâr edeyim hepsi yalan, hepsi fos.”
Motoruyla yapacağı gösterileri izletmeden bizi bırakmayacaktı, bu kesindi. Babasına her gün telefon ediyor, İstanbul’da daha ne beklediğini soruyordu. Onu kırmamak için dönüşümüzü bir gün erteledik. Babasının geleceği gün kesinleşince yerinde duramaz oldu Serhat. Gitmeden önce, bizi bırakmaması için halasına bin türlü vaatte bulunmuştu. Alır almaz koya dönecek ve beni uçuracaktı. Ustalığına güvenmeliydim Serhat’ın. Korkmam için hiçbir neden yoktu(!)
Ben ve motosiklet… Bugüne değin bir araya gelmemiş iki düşman. Düşünmek bile istemiyorum böyle bir şeyi. Nasıl olsa eşim bu serüvene izin vermeyecek, tüm ağırlığını koyacaktı. Böyle durumlarda güvenim sonsuzdu ona. Buna karşın, Motoru görmek, Serhat’a ne denli ustaca kullandığını, hiç onun gibisini görmediğimi, anlattığından da korkusuz biri olduğunu söylemeyi, dostluğumuzun vazgeçemeyeceğim bir gereği sayıyordum.
Motorunun üstünde koya kasırga gibi girmesini beklediğimiz Serhat’ın başına gelen felaketi sabahın köründe öğrendik.
Gelmeyecekti o. Haberler de çok kötüydü.
Babası yine yanlış yapmış, oğlunun haylazlık yapacağını, işle ilgilenmeyip motoruyla oyalanacağını düşünerek tapındığı aracını İstanbul’da bırakmıştı Serhat’ın. Olanları tamı tamına anlayamamıştık ama ortalığın kana bulandığı anlaşılıyordu. Serhat, her ikisini de -hem kaptanı hem de annesini- bıçakla delik deşik etmişti.
Kendisinin de ağır yaralı olduğu söyleniyordu.
Ölen var mıydı? Daha çok şişirme haberler miydi duyduklarımız? Bunu anlamak için oturup her şeyin aydınlanmasını beklemek gerekiyordu.
Eşimin sağduyusuna ve kararlılığına boyun eğerek, olayların içine daha fazla girmeden Gideros’dan ayrılmaya karar verdik. Serhat’ın halası Sevgi Hanım da babaannesi Asiye Nine de daha biz uykudayken Cide’nin yolunu tutmuşlardı. Hesabı bir gün önceden ödeyip ilişiğimizi kestiğimiz için beklememiz de gerekmiyordu.
Tek haber kaynağımız Muhtar Murat Reis, ne olup bittiğini öğrenir öğrenmez arayıp bildirecekti bize.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.