- 4680 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
ANA DİLİMİZ TÜRKÇE ÜZERİNE
" Şimden gerü hiç kimse divanda, dergâhda, bergâhda, mecliste, meydanda ve dahi her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye " Karamanoğlu Mehmet Bey
Karamanoğlu Mehmet Bey’in, 13 Mayıs 1277’de, Türkçe’yi korumak amacıyla yayınladığı bu ünlü fermanını, herhangi bir ferman diye nitelendirme, hele hele önemsememek çok büyük hatadır. O dönemdeki Anadolu’nun siyasi, kültürel ve sosyal durumunu kavramadan, fermanı değerlendirmek de, yine gerçeklere tam anlamıyla ulaşmamızı engeller.
XII.yy ve sonraları, Anadolu Selçukluları’nın hüküm sürdüğü, fakat devletin her alanında, dil ve edebiyatta İran hakimiyetinin apaçık görüldüğü yıllardır. İşte bu dönemde Karamanlılar, Anadolu’da, dil alanında değil; Türk değerlerinin yaşatılması ve Türk değerlerinin korunması için her alanda büyük mücadeleler vermişlerdir. 1277’de yayınladığı fermanın özünde, bir milletin birlik beraberliğinin ilk adımının, dil birliği olduğu gerçeği vurgulanmaktadır.
Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen, burada devlet ve beylikler kuran Türk boylarının, başka milletlerin değerlerini kabullenip, kendi öz yapılarını terk etmeye başladıkları bir dönemde, sadece Karamanoğulları’nın, Türk değerlerine bağlı kalma mücadelesi vermeleri ve Karamanoğlu Mehmet Bey’in bu gerçeği, tarih sayfalarına, fermanıyla kazıması, Anadolu Türk tarihinin en önemli adımlarındandır.
Son yüzyıla geldiğimizde bu fermanı da Karamanoğlu Mehmet Bey’i de unuttuk, sistemli olarak icra edilen özden koparma politikalarıyla geçmişimizden de ana sütü gibi tertemiz Türkçemizden de uzaklaştırıldık. Geçen yüzyıllar neticesinde hangi tahakkümler, hangi işgaller yaşandı ki en köklü ve en zengin dünya dilleri listesinin ilk sıralarında Türkçemiz geldiği halde, yabancı dille eğitim dayatılmış ve özellikle ingilizce öğretilmeye çalışılmıştır.
“Türkçe bilim dili olamaz” diyen Kemal GÜRÜZ gibi YÖK başkanlarını gördü bu memleket. Kendi yetiştiği kültüre, bu vatanın değerlerine ve ana diline bu kadar düşmanlık besleyen yeryüzünde başka bir millet var mıdır sizce? Soykırım, asimilasyon, katliam gibi kavramlar sadece insanlar, milletler veya tarihi eserlere uygulanmıyor. Bu kahpe saldırı ve ihanetten en çok nasibini alan maalesef Türkçemiz oldu. Dedesiyle aynı dili konuşmayan torunlarla dolu bir ülkede, kendi mezar taşlarını okuyamayan nesiller haline getirildik.
1980 sonrası gençleri için söylenecek pek fazla şey yok aslında; yaşanan onca sıkıntıdan sonra bir yıkım gibi üstümüzden geçildi. Bu cocuklar ne siyaseti öğrendi, ne de ondan öncesi öğretildi. Kulaklarına bile fısıldanmadı; onlar çakmaktaş, şirinler, ninjalar gibi çizgi filmlerle büyüdü. Kimisi Leonardo oldu, kimisi Michelangelo. Bu kaplumbağanın, rönesans devrinin iki deha sanatçısı olduğu kime öğretildi, kimler öğrendi?
Yabancı dil öğrenilmesine karşı olduğum anlaşılmasın, burada izah etmeye çalıştığım yabancı dille eğitimin ne gibi felaketler getirdiğidir. Maalesef Akademik kariyer elde etmenin tek şartı da birkaç bilimsel makalenin İngilizce olarak ilgili dergilerde yayınlanması. Yabancı dil sınavını geçemeyen nice âlimler yardımcı doçentlik rütbesinde neden koca bir ömür bekletiliyor, bilen birinin bunu izah etmesi gerekiyor. Beyinler, 2011 yılında hâlâ bu işe zorlanıyor ve bu sitemle uyuşturuluyor.
Öyle bir noktaya geldik ki hiçbir yabancı kaynak Türkçeye çevrilmiyor. Elin İngilizine, Amerikalısına benim yazdığım bilimsel eserler lazımsa, öğrensinler Türkçeye kendileri çevirsinler. Neden kendi yazdığım ve emek verdiğim makalemi, onların diline çevirerek altın tepside ikram ediyorum?
Binlerce kelimelik Türkçe kısırlaştırıldı, yok edildi. 200-300 çeşit kelimelerle yüzlerce sayfalık kitaplar yazılmaya başlandı. Düşünce ufkumuz ve tabii olarak dünyaya bakışımız daraltıldı. Neticede Türkçemizin tertemiz, sımsıcak, rengiyle, ahengiyle, kokusuyla özbeöz bizim olan binlerce kelimesi kitaplardan çıkarıldı ve unutturuldu, yerlerine abuk sabuk, uyduruk kaydırık ne idüğü belirsiz, tatsız, tuzsuz, pis kokulu, soysuz kelimeler yerleştirildi.
Çarşıyı, pazarı, meclisi, meydanı, turistik bölgelerdeki dükkân tabelalarını, ders kitaplarını, televizyon ve radyoları, ilan tahtalarını ve dahi her yeri işgal eden ve işgale vahşice devam eden yüzyılın soykırımına dikkat çekmek istedim. Bu konudaki gayretimiz ve mücadelemiz tatsız, tuzsuz bir “hobby” değildir. Bu konuda ulaşabildiğimiz herkesi “brifinglendirmek” değil, bilgilendirmek zorundayız. Asil, ana sütü gibi tertemiz Türkçe hasretimiz “nostalji” olarak kalmasın azmindeyiz.
“ Babay, goodby” değil, SELAM VE DUA İLE…
Gazi Hüseyin KILBAŞ
YORUMLAR
Dil, Adem'in kalbine ve aklına ve hayatına bir itibar vesilesi olarak ilhak edildi. Ademoğlunun hikâyesi, dilden öte bir mecrada akmadı hiç. Dil; renk gibi ırk gibi bir kaynaşma, tanış olma, ünsiyet kurma vasıtası olarak var edildi. Bu bağlamda ona layıkı olduğu değeri vermeli fakat aşırı yüceltmelerden de sakınılmalıdır. Sözün burasında öteden beri süregelen bir tartışmanın göbeğinde mevcut bulunan dilin ifrat ve tefritini kimin ve nasıl tayin edeceği sorunu yinelemek gerekiyor. Kadir Mısıroğlu, 50 yıl sonra İslam'ı anlatacak bir dilimiz kalmayacak diyerek dil hususunu önemle vurgularken, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören gibi edebiyat ve fikir adamlarımız ise dilin bir "araç" olduğunu belirten, onu "amaç" payesine yükseltmenin faydasız olacağına varan iafdeleri vardır. Tabi ki bu, onların dil hassasiyetine sahip olmadıkları anlamına gelmez.
Evet, dil bir vasıtadır ve esas'ın yerine ikâme edilmemelidir. Dil, kendi başına bir ideoloji olarak çıkarsa karşımıza; üstünlük ve tahakküm malzemesi edilirse, elbette, gayesinden sapmış demektir. Az evvelki cümleyi Asya, Afrika hatta Amerika kıtasını da aklımdan geçirerek kurduğumu hatırlatırsam lüzümsuz tartışmaların da önünü kesmiş olurum.
Yenilgi psikolojisinin bir örneği de dilde yaşandı/yaşanıyor. Batı temelli bir varoluş serüvenini bir kenara bırakıp, yeniden İslam Medeniyeti'ni tüm öğeleriyle hayatımızın en canlı noktalarına aşılarsak, sorun kaynağından çözülmüş olacak. Türkçe ve diğer dillerimizle daha çok şiirler yazacak, hikayeler anlatacak, nağmeler söyleyeceğiz. İnşallah.
Hüseyin hocamızın yazısında önemli ip uçları var. Şahsiyetli bir toplum, şahsiyetli bir medeniyet, şahsiyetli bir dil'in varlığıyla doğrudan ilişkilidir elbet. Yukarıda okuduğunuz metnin satıraralarında, şahsiyetli bir dil'e dair açılımları görebilirsiniz.
"Dil Bayramı" vesilesiyle bugün yayınladığım yazım ile paralel görüşleri paylaştığınız yazınızı beğenerek okudum.
Türkçe'nin doğru kullanılması yönünde gösterdiğiniz hassasiyet için sizi kutlar, saygılarımı sunarım.
HüseyinGazi
Teşekkürler Bekir Hocam,
Saygı ve selamlarımla
Merhaba Gazi Bey,
Böyle bir konuyu dile getirdiğiniz için sizi kutluyorum. Türkçe yazmanın yanında dil bilgisi kurallarının da iyi uygulanması gerekir. Ne yazık ki, dilimiz yozlaştırıldığı gibi bu kurallar da önemsenmiyor. Cumhuriyet'in ilk dönem yazları, gerek Türkçe yazmada ve gerekse dil bilgisi kurallarını uygulamada büyük özen göstermişler. Milli şairimiz M.Akif Ersoy'un en başta gelen özelliklerinden birisi, şiirlerinde kullandığı kelimelerin öz Türkçe olmasıdır. Bilmem farkında mısınız? Yorumlarımda, Türkçe
yazım ve dil bilgisi kurallarına uymayı öneriyorum. Ne yazık ki bu konuda yalnızlık çekiyorum. Bu konuları yazmanın yanında
yorum yapmaktan da çekinmeyin. Yaptığınız yorumlar varsa beni bağışlayın.
Başarılar dilerim. Saygılarımla.
HüseyinGazi
BENCE ÇOK ÖNEMLİ OLAN BİR KONUYU İZAH ETMEYE ÇALIŞTIĞIM MAKALEME İLGİNİZ VE TAKDİR DUYGULARINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER. DERDİNİZ DERDİMİZDİR. YALNIZ DEĞİLSİNİZ, BU YOLDA İNŞALLAH ÖMÜR BOYU AYNI ÇİZGİDE, DERTTAŞIZ.
SELAM VE SAYGILARIMLA.