- 1343 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
Umut'un Jelibonu
"Baba" diye seslendi, öyle az kullanırdı ki bir başına bu kelimeyi. Heyecanla baktı adam ara vererek elindeki gazetenin siyah beyaz sayfalarına. Oğlu arkasında bir şey tutuyordu, küçücük kalbinde manasız bir telaşla kavradı koltuğun kenarlarını diğer eliyle. Yüzünü uzatınca yukarı, iri ve yuvarlak gözleri doluştu babasının yüreğine. "İngiltere mi yener Portekiz mi?" Adam, oğlunun sağa yatırılmış saçlarını detaylı biçimde okşadı ve kısa bir süre düşünüyormuş gibi yapıp gözlerini tavana dikti ve aniden "Hımm. İngiltere" dedi. Çocuk başını salladı onay verir gibi. İçinin katmerli derinliklerine iğne oyasıyla işler gibi bastırarak yerleştirdi bu cevabı. "Peki. Amerika mı yener Nijerya mı?" dedi tek bir nefeste. Babası bir kez daha gözlerini yukarı uzattı. Sanki ince hesaplar yapıyordu zihninin derinliklerinde. Sonra parlak gözleriyle bir kez daha açtı oğlunun yüzünde. "Amerika." Çocuk koltuktan çekiverdi ellerini. Arkasında tuttuğu şeyi, uzunca bir yaprağa bandırılmış dünya haritasını yerleştirdi halının üzerine. Ellerini bir kez Amerika, sonra da pek çok kez Nijerya’nın kapladığı alanda gezdirdi. Sonra sağ işaret parmağı Afrika ülkelerinde dolandı bir süre ve heyecanını hiç eksiltmeden "Peki Amerika ya karşı Nijerya ve Kamerun bir olsa, ya da Gabon da katılsa? O zaman yenerler mi?" diye sordu. Babası duraksadı bir süre ve şaşkın ifadesini gizlemeden "Ama olur mu öyle şey? Ülkeler teke tek maç yapar. Birleşmez ki biri diğeriyle" dedi. Minicik dünyasını dolduran sayısız bilgi içerisinde, babasının hiç ummadığı bir hayali sorguluyordu çocuk. O yüzden isyan dolu bir ses ile karşılık verdi ona. "Hayır. Maç demiyorum ki ben! Savaş. Savaşırlarsa kim kimi yener diye soruyorum baba." Savaş! "Bütün kötü alışkanlıklardan uzak tutma gayreti içinde olan biz, ebeveyn milleti, farkında olmadan en karanlık düşüncelerle nasıl da çabucak doldurmuşuz çocuklarımızın beynini?" diye yankılandı iliklerine kadar ulaşan yağmur. Şaşırmıyordu, elini televizyonun kumandasına uzattı ve açık olan haber kanalını derhal değiştirdi. Bir başkası, Kemal Sunal filmlerinden bir tanesine karşı savunmasız kalacak kadar muhtaçtı gülmeye belki. Oğlu haritadan bir türlü kaldırmıyordu başını. Evet, hiç şaşırmadı adam. Korktu biraz ama çokça utandı. Bunca zaman oğlunun yediği yemeklere hormon girmesin diye önlem alan, bu koca adam utanıyordu şimdi ısrarla yüzüne çarpılan bu sorulardan. Oğlu, ülkeleri kağıt üzerinde kıstırdı parmaklarına ve hızla çevirdi yüzünü tekrar. "Baba" dedi bir kez daha ilavesiz olarak. "Efendim oğlum" diye karşılık verirken sesinde ufacık bir titreme ve tereddüt vardı adamın. "Amerika kocaman. Onu kim yenebilir ki?" Eliyle Brezilya, Arjantin’i tartıya çıkarırken, aniden hızla haritanın sağ köşesine uzandı. "Buldum. Kamçatka da epey büyükmüş. Belki o yenebilir değil mi?"
Sonra bir gün baba ölmeli, çocuksa büyümeliydi belki. Ama öyle olmadı. Baba soğuk gecelerin ilk saatlerini ana haber bültenlerini seyrederek geçirdi. Çocuk ise kendisini içine almak istemeyen bir dünyada başı önde gezdi. Her gün tıraş oldu çocuk, birileri için siyasi anlam taşımasın diye apolitik kalmaya gayret etti ama bu da aidiyetsizlik olarak ona döndü geri. Kafasını kaldırmadan okuyup mücadele ettikten sonra kendisi için hazırlanmış son, bir böcek kadar sıradan ve değersiz olduğunun başka babalar tarafından yüzüne yüzlerce defa vurulmasıydı. Sonuç olarak yaratılmış bir cennetin mutlu ettiği güzel çocukların, ona içinde yaşamaya devam edebilmesi için telkinde bulundukları şiddet çukurunu öğretmelerine hacet kalmamıştı ve çocuk nihayet artık gerçek bir çocuk değildi.
Çok benziyordu şarkı yüzlü kadına. Saçları onun kadar turuncuydu, düz ve çok az aşağısındaydı omzunun. İçerinin karanlığında parıldadığı için değil, sigara dumanları arasında ufalanan kısa gülücükleri için de değil, sadece ona benziyor diye "Gel" dedim. Fısıltımı, gizemli bir yabancının çekiciliğiyle birleştirip uzattım kadına. Okudu ve bir bakışta gülümsedi köşede duran masama. Dudaklarını çekip kadehten, bir şeyler söyledi yanındaki adama. Sonra pervasız adımlarının yardımıyla kıvırtarak geldi, ben hafif bir kadınım diye bağıra bağıra sanki. Oturacak sandım, belki bir viski açtırır bana ve bir saat boyunca ne söylesem gülümser hatta çok az öptürür dudaklarından diye monoton bir girizgah çizdim kafamda. Ama böyle olmamalıydı. Bütün hevesimi köreltecek kadar parfüm kokuyordu, eğilince göğsünden boynuna dek uzanan nefesim titredi. "Gidelim" dedim. İçerisinde telaş bulunmayan, gayesiz bir yerde tanışalım diye iki aylık maaşımı bıraktım avuçlarına. Bu tarz tekliflere "Hayır" diyemeyeceği için utanıyordu belki her gün kendinden ama yine de mutlu olmuş gibi sarıldı boynuma, o kadının yerine geçiverdi turuncu saçları.
Hayat bu kadar kötüyken, hatırlayamadığım rüyaların her biri güzel olmak zorunda. Mecburum uyumaya, sarılmasa bile kahramanım, ayakta durabileceğim tek nokta. Güzel olmaya mahkum gözlerin. Bakarken ve tarifi ellerime emanet etmişken, kağıdın rengi değişir tenimle. Sen tut ki sahipsiz bir sevinçsin, alıp başını giden, şehrin elektiriklerini kesen bir rüzgar, dudağımın orta yerinde incecik bir çatlak ve belki canımı yaktıkça daha çok aşık olmak için neden aramaktan vazgeçtiğim. Sen bu kötü dünyanın işlek caddelerinde unutulmuş, kendi içinde gürültülü kalabalıksın. O yüzden her oylamadan çoğunluktur sana ait hislerim. O yüzden seni sonsuza dek yazıyorum vücuduma. İmtihanda kopya çekmezsem bilemem sensizliği.
İkiye bölünüyorum. Bir tarafımda İlhan İrem, sevdiğim şarkısıyla tıka basa dolduruyor kulaklarımı. Diğer yanımda sevdiğim kadının mırıltıları... "Aslında" diyorum kısacık bir ara vererek dudaklarına. "Yeni aşık oluşum değil ki bu sana. Ama tanışmamızın ilk günü." Upuzun, incecik, uçları bordo kaplı parmaklarını yüzlerce defa izlemiştim ekran karşısında. Hep başkalarına dokunurken mutluymuş gibi yapar, büyülü sesiyle hayat fısıldardı dinleyenlere. İnanması çok zor ama şu an o eller, kaplamakla meşgul vücudumu. Yanıverdi kumral kaşlarının altında sahil boyu lambalar. Deniz kenarını aydınlatır gibiydi, "Romantik kalalım" dedim, bizi inkar etmiş olması bir zamanlar sevmediğini ispat etmez. "Gel" dedim bu kez bir çırpıda sarılarak ellerine. Bisikletim vardı masmavi. Kocaman bir daire çizerdi mahallemiz. "Arnavut kaldırımlarını dolaşalım mı beraber?" Gözlerini kısarak kafasını salladı.
Bugün adım Ekim. Ne Eylül akşamlarının şarkılara konu olan yakınlaşmaları ne de Kasım›ın içine sinmiş aşk kokusu var damarlarımda. Arada kalmışım, gönlüm bir gidenleri bir de gelenleri seyretmekle meşgul bir sonbahar gecesi. Benim yalnızlığım bile turuncu. Kaldırımları döven rüzgara eğik bakışlarında, sahil yoluna açılmış ihtiyar mutluluklarında yüzlerce dökülmüş yaprağım ben. Kurutulmuş çiçekleri saklamayı seversin, işte bu yüzden iyice çatırdayana dek dokunma aşkıma. Bugün hiç kimsenin diline dolanmayan, hatır fakiri bir Ekim gecesiyim ben. Ne soğuk ne de sıcak! Belki günlük güneşlik belki yağmurlu belki kuru soğuk. İhtimallerin ortasına yerleşmiş bir yüreğim bugün. Seni sevdiğimi söyleyip, heyecanla gizlenirken yurtsuz gözlerine, yanıt cümleni işitene kadar azalıyorum bugün.
Sonra bir şeyler söyleyeceksin sanırken, sustukça gençleştin, adeta düzleşmeye başladı yanağındaki çukurların. Rüya gibi uzanıp yerleştim gülücüklerine. "Büyüme" demiştin içinden, kısık sesini dolaştırıp nefesimde. Ben büyümedim hiç zaten. Sokak arası görüntüleri dökülürdü bardağımdan. Merdivenlerin ikinci basamağında uzanırdı bacakların. Konuşurdun, bense hayal meyal anımsardım kahkahalarını. Dudaklarımı kırdım, kaydı ellerimden sana gelirken. Diyeceksin ne kadar inceymiş sözcüklerin ama ayaklarım kırmızıya boyanacak battıkça. Gelemedim, sen de evine, kapalı perdelerinin arkasına gittin. Oysa güzeldi balkondan sokağın bir ucunu seyretmek. Her gelmek için ayağa kalkışımda başıma bir şey gelmeseydi tanışırdık belki. Olsun, güzelsin mağazanın vitrin camları gibi. Bir bakarım, sonra bir kez daha. Gücüm yetmez almaya diye içeri girip soramam bile ama her fırsatta geçerim önünden. Olsun... Sen vitrinde kaldığın sürece... Modan geçmez gönlümde, hangi vücudu örtsen de olsun işte...
İtiraz etmeden saatlerce dinledi beni. O kadın oldu, koşulsuz hayaline sığındığım ve ulaşılmazı oynamasıyla hayatı anımsadığım. O kadın oldu bitip tükenmek bilmeyen bir sabırla sırf ben mutlu olayım diye. Sonra mutluluk aktı gözlerimin çerçevesinden, dağıldı, yapay bir gölde tutunmasını bile beceremeden titredi ellerim. "Dur" dedi ve sıcacık elleriyle çevirdi bileklerimi. "Ben üstesinden gelebilirim." Gözlerimi yokuştan yukarı çıkıyormuş gibi zorlayarak kapattım, küçücük bir tüp içerisine sığdırılmış zehrin hücrelerime dağılmasını hissetmek için durdurdum kalbimi. Yavaşladım sonra bir müddet konuşmadan. Kanıma karışmasını, girdabıma oluk oluk ilave olmasını bekledim. Geldi, yetişti dudakları alnıma. Sıcacık bir gölge üfledi ve bileğindeki şirin dövmeyi sürdü yüzüme. Daha çok aşık oldum. Yeşil mısraların, meşakkatli derisini nasıl çekici kıldığını fark ettim, beynim uyuşuyordu yavaş yavaş. Gizlendim çabuk atan kalbinde, ısıyı dağıtmayan kollarına fısıldayıp adımı, kapattım yüzü koyun dudaklarımı.
"Neye benziyor tadı?" diye sordu sanki ne yanıt vereceğimi çok iyi biliyormuş gibi gülümsemeleriyle kuşatarak bitkin çehremi. Aslında bildiğinden değildi bu sevimlilik. Sadece merak ediyordu bu yabancı adamın üstsüz kalmış hayallerini. Yumuşacık parmaklarını batırdı göğüs kaslarıma. Sonra bütün bacağını kaplayan siyah, delikli çorabı serildi bacaklarımın arasına ve bir kez daha "Sana soruyorum hey! Nasıl bir his bu?" diye sordu pembe halkalar çizerek yanaklarında. Sıcaklığını diğer bütün hislerden ayrı tutup vücudumun en gizli köşesinden geçirerek uzattım kalbime. Hiç şaşırmamıştım. Hayal ettiğim gibi olan bir yeri varsa, o da bana temas ettiği anlarda vücuduma yaydığı ısıydı. Gözlerini kapatmasına müsaade etmedim ve dokundum cam silecekleri gibi yağmur durana dek yüzlerce defa. Sonra bir ara "Evet" diyerek geri çekilmesi ve hala alamadığı yanıtı beklemesi dönüşüm oldu kelime denizime. "Jelibon gibi aynı. Çocukken abartarak yediğim jelibonların meyveli tadı. Aşırıya kaçınca çeneme kadar dolardı kokusu. Sonra ilk fırsatta bir kez daha. Parmak uçlarıma tutunurlardı ama sıkıca değil, istediğim zaman bırakabileceğim kadar. Ve ağzıma düşürdüğümde hep oyalanmak isterdim ama dayanamaz bir çırpıda onlarca parçaya bölerdim onları. Evet, yarattığı tat jelibonla eş diyebilirim."
Sağ elimi havaya kaldırdım ve aynı elimin baş parmağı ile işaret parmağının arasını biraz açarak "Sadece biraz daha özgürlük. Başka bir şey istemiyorum esasında" dedim gülümseyerek. Dişlerimi göstermeden, uzun ve kalın dudaklarımı gayet iyi yayıyordum. Eğlenceli bir havada yakalanmanın tadını çıkartarak güzel kadını iyice kollarımın arasına aldım ve onunda bunun bir parçası olabilmesi için susup bir şey söylemesini bekledim. "Nasıl bir özgürlük mesela?" dedi turuncu saçlarını yerleştirip omzuma. "Hani kaldırımda yürümek istersin de muhakkak önünde bütün yolu işgal eden iki mıymıntı kadın vardır ya... Geçmene müsaade etmezler, oralı olmadan salına salına... Bir sağ taraflarına yönelirsin bir de sol ama yok. Geçirmezler, üstelik hamle yaptığını fark edince bir de sana sapıkmışsın gibi yan yan bakarlar ya... İşte tam bu esnada onları ittirme özgürlüğü istiyorum. Olmaz mı?» dedim ve otobana çeviriverdim dudaklarımı. Öptü, öptü kısa aralıklarla döndürerek başımı. «Çok tatlısın sen. Nerdeydin acaba bunca zaman?" Ne söylesem koruyamayacaktım kıvamımı, o yüzden beklemeyi vazife belledim. "Ama yanlışsın. Sadece kadınlar mı yürür aheste ve uyuz uyuz? Hiç de bile." Ufalttım, erimiş bir buz yerleştirdim boynundan bir karış aşağıya, titredi. Sonra tekrar ve sil baştan. "Hayır. Erkekler yapmaz öyle şeyler." Bu daha çok hoşuna gitmişti. Bordo silahını bu defa kaşlarımı çekiştirmek için kullandı ve bana, benim ona uyguladığımdan çok daha cömert bir şirinlikle davranarak biraz daha yaklaştı. "Pekala, sıra bende o zaman. Aynı kaldırımda yürümeye çalışırken karşıdan gelen adamın göğüslerime, bunu bir hakmış gibi hissederek bakmasına karşılık burnunu kırabilme özgürlüğü istiyorum bende." Turuncu saçlarını ellerime doladım, bukle bukle yapmak için kıvırdım uçlarını. "Bak bunu yapar erkekler işte. Ama neden burun? Koku almalarının ne sakıncası var?"
Ve sonra... Sonra derken aslında hiç başlamadığım bir öykünün devamı farz ederek, ağzımda ıslatıyorum bardakta kalan gülümsemelerini. Sen çok güzelsin. Bir milyon tane günah işlesen bile, her an masum bir kız çocuğuna dönebilecek kadar grisin. Sen çok güzelsin. Sabun niyetine kullanılan yüreğimi bolca sürerek ağızlarına, rahatlattıkları vicdanlarını incecik sesinle çırılçıplak yapabilecek kadar hem de... Dokunamam siyahını aşktan alan gözlerine, geçerken kapının önünden yıllar kere. Çünkü sen itiraf ederken kolay, tasviri yapılırken sadece bakışlarımda aşikar olacak kadar çok güzelsin işte.
Tam boynumun aşağıya düştüğü, eğilince çenemin dokunduğu yerden uzanarak, omuzlarımla göğüslerimin arasındaki yol ayrımında tutuyorum ellerimi batırarak derime. Sıkı, en sıkı ve yürekli halime hakim bir sinirle çekmeye çalışıyorum öne doğru, çıksın diye zırhım, örgüsü eleksiz yazgımın. Kurşun geçirmez vicdanımın beyazlığı gerçekçi olmamaya başladı. Çekiyorum yırtmak için en azından, gücümün yettiğince ama olmuyor, derhal kurtuluyor tırnaklarım, düşüyor ellerim dizlerime. İstesem bile soyutlayamıyorum kendimi koşulsuz ırmaklanan berraklığımdan. Öyle çiğ, yenmemiş ve bakir kalabilmiş ki inançlarım... Vicdanım at gözlüklerine emanet yıllardan beri ve ilk defa bir dikenin hoyratlığına gülümseyerek bakıyorum şimdi. Gerçek bunlar, hepsi de gerçek olmaya başladı şimdi.
Hani anneniz tutuşturmuştur elinize upuzun bir kağıt. Yazmıştır sırasıyla şeker, çay, deterjan, pirinç, domates vs. diye uzar gider ve siz marketin içinde sersem tavuktan farksız olursunuz. Sizi bilmem ama ben hep listenin sonundan başlarım, çünkü en sonda yazılan şey hep en mühim olanmış gibi gelir. Çünkü muhakkak liste içerisine yazılması unutulmuş ve son dakikada annenizin aklına gelmiştir. Gülüyorum ve ellerimi sürükleyerek bakıyorum en alta: Meyve suyu. Neyli olacağı yazılmamıştır ama siz bilirsiniz, raflarda gözünüzün içerisine kocaman harflerle sokulur "Meyve Suyu" diye. Tereddüt eder misiniz hiç? Şüphelenir misiniz acaba meyve suyu mudur diye? Asla. En fazla takıntılı olduğunuz bir marka vardır, onu arar gözleriniz ve bir de son kullanma tarihi. Her şey tamam olunca eve dönersiniz. Sofra hazırdır, açarsınız kutuyu bir de bakarsınız ki içindeki meyve suyu değil. Rengi başka, kokusu kötü, tadı berbat. Uzaktan yakından alakası yoktur meyve suyuyla... Ne yaparsınız? Hayır, hiç zahmet buyurmayın madde madde açıklamaya çünkü ilgilenmiyorum bu kısmıyla. Beni bana yaklaştıran nokta burada başlıyor işte. Tıpkı bu meyve suyu gibiyim ben. İsmim Umut, daha doğrusu üzerime basılmış etiket öyle söylüyor. Ama içinde meyve bile bulunmayan bir kutuya meyve suyu derseniz, onu içme hevesiyle satın alanlar nasıl bir hayal kırıklığı yaşıyorsa, sanıyorum bende biraz böyleyim. İçinde zerresini barındırmayan bir şeyi temsil etmek öyle zor ki... Hayat bile kolay görünüyor bunun yanında. Umut... Sadece umut işte...
Baktım, kelimeler zorlanıyor artık ve kuvvetim hayli kesik, "Biraz uslu dur yüreğim" dedim ve kapattım gözlerimi. Yaklaştı gül kurusu yanakları. Parmak uçlarının etli tarafını dokundurdu vücuduma, sadece gülümsemekle yetindim karşılık olarak. "Uyumak istiyorum. Olur mu?" Derhal sıcaklığını yayıverdi vücuduma ve "Elbette. Bebeğimsin benim" dedi sakinliğini teslim etmeden yanımda. Gittim, boylu boyunca yayılıp yatağımın nem kokusuna, açılamadım derinlerine maviliğin, bu kez gücüm yok. "Genzimi yakıyor parfümün. Duş alıp gelsene yanıma" dedim. İlk karşılığı gülümsemek oldu kadının. Sonra açmam için gözlerimi, kocaman bir öpücükle ıslattı suskunluğumu. "Olur tabi." Yataktan kalktığını hissettim, hafif bir sarsıntı aktı altımdan. Çıplak ayaklarının yere yapışma sesine eşlik etti kulaklarım ve son bir ses bıraktım uykuya kapılmadan. "Neden bu kadar iyisin sanki? Nasıl bu kadar anlayışlı olabiliyorsun?" Birkaç saniye sustu ve musluğu açıp soğuk su ısınana kadar bekledi ve belki bu esnada soyunmuştu kadın. Yanıma geldiğini hissediyordum kendi karanlığıma ilave bir gölge belirince. "Çünkü ben bir anneyim aynı zamanda" diyerek huzur verdi ruhuma. Artık uyuyabilirdim. "Tatlı rüyalar sevdiğim kadın. İyi geceler sana."
YORUMLAR
Tıpkı bu meyve suyu gibiyim ben. İsmim Umut, daha doğrusu üzerime basılmış etiket öyle söylüyor. Ama içinde meyve bile bulunmayan bir kutuya meyve suyu derseniz, onu içme hevesiyle satın alanlar nasıl bir hayal kırıklığı yaşıyorsa, sanıyorum bende biraz böyleyim. İçinde zerresini barındırmayan bir şeyi temsil etmek öyle zor ki... Hayat bile kolay görünüyor bunun yanında. Umut... Sadece umut işte...
Huzur dolu bir yazı, duygu dolu bir yazı..işte okunacak bir yazı
Tebrikler, sevgi ile daima...
Umut Kaygısız
Bunda benim hiç suçum yoktur.:(
Ne yapabilirdim elimden gelen bir şey olmayınca ama değil mi?
Benim yerimde kim olsa aynı şeyi düşünürdü.
Bende ağzımın içinde renkli ayıcıklırı doldurup damaklarımın yorulduğunu hissettiğimi söyleyecektim.
Bende buz parçasının soğukluğuyla ürperip , gözlerimi kocaman açtığımı diyecektim...
Bende...
bendee....
bendee... ama olmadı işte ne yapabilirim söyleyin bana:(
Bir tek suçum günahım varsa de ki ; böyle böyle...ama demessin biliyorum.Ama benim içim elvermedi.Onun için kendime kızıyorum.İyi de arkadaş bazen kafam allak bullak oluyor.Okuduğumdan hiç bir şey anlamıyorum.Sonra okurum diyorum.gelip gidip okuyorum yok.illa inat edecek ya bana.
Öyle işte.sonra okumak için pc nin tam önünde duruyorum.nceleye inceleye sen oku.son sıralara gel sen ceryat git.:(
Dedim yorum yazamadım..Halbu ki yazacaktım.yazdırması hınzır ceryan..Ne bu ceryanların bana kastini bir anlasam.Biliyorum lafı uzattım.Ne yapayım.Nerde duracağımı bilmiyorum...Aynen yazdığım gibi yani...Geç kalmışlığımın bir nişanesi olan bu aciz yorumumu kabul buyurun lüten...:)
Umut Kaygısız
Ülviye Yaldızlıı
şokkkk şşeveyim men naşıllllllll bildinnnnnnnnnnnnnnnnnnnn:)
Umut Kaygısız
Farklı bir anlatımdı yine . Benim ytapanayacağım cinsten. Galiba yaşlandım ya da hayal gücüm eksildi. Kıskandım desem :)) Bu arada lopilopu da yemiş olduk böylece. Bir taşla iki kuş :) Güzeldi Umut. Tebrik ediyorum. Devam... Durmak yok. Bak hala üye olmamışsın atölyemize (:
Nermin Kaçar tarafından 9/26/2011 1:20:55 PM zamanında düzenlenmiştir.
Umut Kaygısız
Umut Bey'in sayfasından her zaman edebiyata doymuş olarak ayrılırsınız. Yine öyle oldu. Tebriklerimi bırakıyorum güzel yazınıza. Selamlarımla.
Umut Kaygısız
Umut Kaygısız
önce baba ile çocuğun futbol sohbeti , Araya hangi ülke hangi ülkeyi yener derken öykünün yine bir kadınla süreceğini
tahmin etmedim . Çocuk büyüdü ve geçildi . Güzel sözcükler seçiyorsunuz . Her defasında şaşırtıyorsunuz . Sizden oku-
duğum sahneler ama her kez başkalaştırmayı başarıyorsunuz . Ben olsam gerçekçiyim ya - satılık aşk - der geçerdim öykü başlığına . Her sahneyi ince ince dokuyorsunuz . Tebrikler , Her zaman başarana ..