- 1724 Okunma
- 14 Yorum
- 0 Beğeni
BEN BUGÜN GELEMEYECEĞİM AHMET BEY
Ahmet Bey, artık iyice pasa bulanmış tırabzanlara tutunarak tırmandı demir merdivenleri. Arada durdu, alnından, kulak arkasından sızan teri sildi emektar mendiline. Aslında her sabah çekilir dert değil bu tırmanış. Bir bunla bitse sıkıntı neyse. Her sabah hemen hemen aynı saatte evinden çıkar, dermansız adımlarla varır, üç sokak aşağıdaki kağıt fabrikasının metruk kulesine. Bunun karı var, sıcağı var. Sonbaharda çamur dolar itinayla boyadığı çakma deri ayakkabılarına. Kışın diz boyu karı yara yara yürümek zorunda kalır her sabah. Bu sokak eski yılbaşı kartlarındaki yaldızlı resimlere benzer Aralıktan sonra. Evler kapı tokmaklarına kadar kara gömülür, ağaçların cinsi ayırt edilemez dallarındaki beyaz yükten. Yollar kapanır. Öğlene doğru Belediye küreyene kadar diz boyu karı, her evden ana yola keçi yolu patikalar açılır ayak genişliğinde. Ekseri karı ilk adıma vuran Ahmet Bey olur.
Yazın sekizden sonra kızıl bir kor gibi yanar araları iyice açılmış, bir kısmı yerinden gevşemiş kaldırımlar. Yerden haşlanmış buhar kalkar göğe doğru. İncelir, ak bulutlara dolar. Sabah namazından sonra yola çıktın ise ne ala. Akasya ağaçlarının gölgesinde, efil efil esen, dua kokulu sabah rüzgarı oynaşır hız almak için ileri geri salladığın parmaklarının arasında. Hem en güzeli kimseler uyanmadan çıkmaktır kuleye.
Bu sabah da öyle yaptı Ahmet Bey. Namazı kıldı. Sobasını yaktı. Mevsim yaz. Fakat ihtiyarlık işte. Sabahın bu saatinde buz tutar adamın kemikleri. Hem kırk yıllık adetidir her sabah sobayı yakmak. Çayını, yemeğini bu sobada kaynatırdı hanımı. O gittikten sonra da bir şey değişmedi.
Takvimi koparıp arkasını okudu, “her sene aynı şeyleri yazıyorlar,” dedi içinden. Henüz alevlenen sobaya attı yaprağı sonra. Daha gün ağarmamıştı, sobanın kapağı açık gözünden, takvimin kıvrılan şavkı vurdu tavana. Sönük bir ziyayla umutlandı küçük oda. Perdeyi aralayıp sokağa baktı Ahmet Bey.” Çok erken daha” dedi kendi kendine.
Karanlık değildi korktuğu elbette. Otuz beş yıl bekçilik yaptı bu mahallede. Gölgesinde gezinen böceğin bile cinsini bilir. Vukuatı az bir mıntıkadır ayrıca. Evleri yıkılmamak için birbirine dayanmış , yalnız bir kadın cemalinde, ikincisi gelince gözden düşen ilk hatunlar gibi kenar köşede kalmış sessiz mahalle. Buralar şehrin merkezindeymiş evvel zaman içinde. Kanserli bir ur gibi bir yana doğru genişledikçe imar, Ahmet Beyin mahallesi iyice öksüz kalmış. Eskiden bu yerin zenginleri iç kesimlerde, fakir fukarası sahil boyunda yaşarmış. Sahil boyu kumluk arazi, ne eksen çürür de bitmez. Olmadı martılar tebelleş olur, ekin yeşertmezler kara toprak üstünde. Yalnız bir manzarası var, aç dur seyrederken öl. Dikenlik çorlukmuş kumsalın az yukarısı. Başı boş köpeklerin hüküm sürdüğü, ay aşırı ölmüş bir ayyaşın bulunduğu pis kokulu bir yer. Fakat ne vakit geniş camlı evler yapıldı ve ne vakit daralan yüreklerine ferah bir pencere murat etti insanoğlu, işte o zaman terazinin düsturu bozuldu. Azar azar zenginleşti sahil ahalisi. İşyerleri hanlar hamamlar inşa ettiler ufak ufak. Kasaba oluverdi dikenlik. Merkez Belediyesi küçük bir vapur iskelesi de yaptırınca tarihi metruk kalenin yamacına, günü birlik ziyaretçiler doldurup boşalttı kasabayı. Eski asilzade zenginler mum gibi eriyip, tükendiler. O koca çiftlikler, sahipleri öldükçe bölünüp hiç oldular. Ne hayvan para eder oldu, ne sebze meyve. Zaten yeni meslekler icat olmuştu yeni kasabada. Şöyle oturduğun yerde saatlice çalışabileceğin işler. Ya da el emeğine dayalı zanaatların işlendiği esnaflıklar. Gayri yeter toprağın içinde debelendiğimiz, deyip kasabaya taşındı gitti gençler. At arabalarına yükledikleri birkaç çaputla beraber, birer birer geçtiler Ahmet Beyin evinin önünden. Böyle böyle tenhalaştı yukarı mahalle. Meydan ayyaş ve hırsız sahil berduşlarının zıpçıktı torunlarına kaldı. Her yan onların oldu. Bölünerek çoğalan mikrobik mahlukatlar gibi sardılar kenti.
“Terasa ne kaldı şurada. Dayan be Ahmet!”
Bir kez daha alnını silip davrandı merdivenlere. Duvarlardaki küçük deliklerden sızan sabah nurunun da sayesinde geniş bir huzur doldu küçülmüş ciğerlerine. Terasa yaklaştıkça genişledi ihtiyar damarları. Bu anlar değil mi, ona ertesi güne kadar ömür bahşeden? Böyle düşünür otuz beş yıldır, bir gün gelmeyiverse öleceğinden korkar. Bir senesi ağır grip geçirmişti de, taksiyle de olsa gelmişti kuleye. Galiba en çok da o sene korktu ölümden. Gurbette kocada olan üç kızı o sene toplaşıp geldi. Tam da hastalığının en ateşli devresinde. O zaman bir bulut gibi sıkışıp toplandı göğsünün orta yerinde nefesi. Kefenliğinin yerini yazdı bir parça kağıda. Alacaklarını bir de.
“Atölyeci Musa teslimat sonrası iki bin yedi yüz lira verecek. Mendeburun tekidir. Parayı istemeye muhtarla gidin. O biliyor meseleyi. Kadın başınıza bulup, kandırmasın sizi. Manifaturacı Şeref Efendi Haziranın dokuzunda çek tahsil edecek. Dokuz yüz lira borcu. Has adamımdır, veremezse sıkıştırmayın. Kimseyi de bu borçtan haberdar etmeyin.
Hamdolsun, vereceğim yoktur. Tahsil ettiğiniz alacağımın azıcığıyla kırkımda mevlit okutup helva dağıtırsanız babacığınızı nura gark edeceğiniz umulur.
Babanız.
3 Mart /…”
Tam on beş gün cebinde gezdirdi vasiyetini. Ağrılar ve sayıklamalar içinde geçen on beş gün. Fakat bir gün ihmal etmedi kuleyi. Yiyecek tanesi bitmemiş. O kış ölmedi Ahmet Bey. Baharı geçirip yaza erdi. Atölyeci borcunu vermedi hala. Manifaturacı Şeref Efendi Mayısı göremedi. Oğulları parayı vermek istediyse de, Ahmet Bey razı olmadı. Helal etti hakkını. Kaç yıllık dostu gitmiş. Para gitse ne olur. Kolay mı bu zamanda sırtını dayayacak adam bulmak? Arkanı kollamadan dolaşmak biriyle. Şeref Efendiyle ta şuncacıkken ant içtilerdi. Hiç kavga etmeyecek, aynı sene öleceklerdi. Eskilerden kim kaldı zaten? Muallim Zehra Hanım, arabacı Şükrü Efendi. O da gidici diyorlar. Ses vermiyor, adam tanımıyormuş. Ah ne melun şey şu ihtiyarlık! Lokmayı burnundan yedirir insana. Elliyi devirdi miydin, sabahlar olmaz, akşamlar gitmez. Yarım heveslerin yığılır boğazına. Akıl da göçünce, pabuçlarının bile maskarası oluverirsin.
Neyse ki bu kule var. Ölmesine müsaade etmiyor Ahmet Bey’in. Müşfik bir anne gibi tutuyor titreyen yeşil çilli ellerinden, bir dahaki sabaha kadar da bırakmıyor.
Birkaç basamak daha…Bir kırıntı nefes kaldı ciğerlerinde. Hey gidi Bekçi Ahmet! Çok kimselerin, yatarken bile çıkardığından şüphe duyduğu o kahverengi üniformasıyla civarın en yiğit adamlarındandı evvelden. Üç adam göğsü dolduracak kadar madalyası, iki o kadar da takdirnamesi var. Bayramları takar onları yaka cebinin altı sıra. Şıngır şıngır geçer sokaklardan. Çoğunu ihtilal zamanı almış. Az mı anarşist derdest etti sokaklarda? Gündüzleri, çöpünü pencereden fırlatan hatunları kolla, gece düşünülmemesi gereken şeyler taşıyan gençleri kovala…Evlerin duvarlarına, araba kaputlarına, banklara yazılan anarşik küfürleri çitilemek de onun işi. Dayak yediği de oldu kaç kez. Fakat hiçbir şeyden çekmedi kara borsacılardan çektiği kadar. Velhasıl, hakkıydı takdir.
Durdu da bir of çekti. Şimdi bekçilik mi kaldı? Belki birkaç on kişi daha. Onlar da gidince, kimse sokaklarda gezen o kahverengi gölgeyi ve ayrılmaz yoldaşı düdük sesini hatırlamayacak. Bunları düşünürken elini dayadığı kirli duvardaki mani ilişti gözüne. Okudu da yarım damla süzüldü seğiren sağ gözünden. “ Dağları dağlasınlar/ Ko beni ağlasınlar/Yarimin mendiliyle/ Yaramı bağlasınlar.”
Doğruldu. Sildi gözünü. Başka hiçbir şey düşünmeden kulenin terasına varıp, her zamanki yerine oturdu. Oturak taşları dün bıraktıkları gibi. Kimse dokunmamış, gölgelerinin üzerine gölge düşmemiş belli. Her zaman böyle olmuyor. Bazen taşın biri ta terasın öbür yakasına taşınıyor. Bazen kayboldukları oluyor. İşte o zamanlar Ahmet Bey’in küfür edesi gelir de, sıkar dişlerini. Bir daha in o merdivenleri. Civarda genişçe taşlar ara. Sonra taşı bir daha yukarı.
Cebinden yuvarlak cep aynasını çıkarttı. Bir de küçük tarağını. Saçlarını yukarı, bıyıklarını aşağı taradı. Biraz daha geçti zaman. Kuşlar geçti. “Fakat, bu kadar gecikmezdi” dedi içinden. Çıkarttı cep saatine baktı. Bir saat olmuş geleli. Kalktı aşağı baktı. Sonra etrafa. Yok kimse.
Bu kötü bir şey. Sıradan bir buluşma değildir onlarınki. Gelmeyişleri de sıradan değildir. “Yok, yok” dedi. “İhtimal uyuya kaldı.” Geçti oturdu taşına. Bekledi. Ne zaman sonra omzuna konuveren elle irkildi. “Ah geldi işte. Mendebur ölüm. İhtiyar buldu, oyun ediyor. Neler de düşündürüyor olur olmaz.” Arkasını dönmeden omzundaki ele dokundu. Fakat…
Adam kadınını gözü kör olsa tanır. Bin kadın aynı çeşit entari giyip, yüzünü gizlese de adam kadınını tanır. Eteğindeki çiçeğin duruşundan tanır. Döndü baktı gelene. Siyah uzun saçlı gencecik bir kız. Utandı Ahmet Bey. Yüzü kızardı. Sonra geçti utancı. Kızın yüzündeki sarı ifadeyi görünce göğsü çekildi, dili ürkmüş bir salyangoz gibi top oldu ağzının içinde.
“Ahmet Bey.”
“Evet.”
“ Büyükannem…”
Daha konuşamadı kız. Konuşmasını da istemedi Ahmet Bey. Otuz beş yıllık bir sırdı onlarınki. İki kişilik bir sır. Üçüncü bir kişi ortak olduysa bu kümeye, biri gitmiş demektir.
“Size bunu vermemi istedi.”
Kızın elinde titreyen zarfa uzandı. Kızgın demire dokunur gibi, korkak ve itina ile. Sonra koşarak uzaklaştı kız. Merdivene aşağı ağladığını duydu Ahmet Bey.
Karşıda ne güzel bir deniz var. Üzerinde çil çil gemiler. Hiç bugün cenaze olur mu? Böyle güzel bir günde…Sonbahar bile değil. Hiç bulut yok. Hiç kabus görmeden geçirdiği bir gecede, en sevgilisi ruhunu teslim etmiş olabilir mi bir adamın? Olmaz öyle şey! Yok yok, olmaz. Dün sabah şurada oturmuş dipdiri kahkahalar atan kadının çenesi, bu gece bağlanmış olamaz.
Kalktı yerinden. Zarfı, üzerindeki el yazısına gözünü değdirmeden cebine soktu. Çıkarttı gözlüklerini sildi koluna. Sonra eğildi yerdeki taşları aldı iki eline. Kaldırıp attı onları kuleden. Yere düşerken birbirine çarpıp iki zıt yana devrildi taşlar.
Eve gitti sonra.
***
Kızları evdeki öteberisini fakir fukaraya dağıtmak üzere toparlarken, ceketinin cebinde buldu hiç açılmamış zarfı. Büyük kızı açtı okudu mektubu.
“Kıymetli Ahmet Beyciğim.
Bu sabah ben gelemeyeceğim. Aslında dün de gelemeyecektim. Fakat son dakikada bir hayat nüksetti yüreğimde. Yalancı yaz işte. Ölmeden az evvel canlanıverirmiş insanın bütün bedeni. Rabbim nasip etti, seni bir kez daha gördüm. Fakat bu sabah güneşin tüm ziyasına rağmen, kirpik çırptıkça yoğunlaşan bir sis var gözlerimde. Omzumdaki kambur da yumuşadı, dağıldı biliyor musun? Sırt üstü, upuzun yatabiliyorum artık.
Üzülme, korkmuyorum. Belki o son an korkacağım.
Cancağızım,
Daha yazamıyorum. Vakit tamamdır. Kuleden denize bir bakış at benim için şu an. Gözlerim mavi görmek istiyor.
Hiç aralık vermeden sevdim seni. İşte bu son sözümdür.”
Kadın kaşlarını çattı ve buruşturup attı mektubu yerde açık duran çöp poşetine. Sonra duyulur duyulmaz bir beddua etti.
“ Rahmet bulmayasınız. Annemi yediniz.”
Hiç aldırmadı bu sözlere Ahmet Bey’in köşede asılı gülen resmi. Ev yıkılana kadar güldü öyle. Sonra torunun biri kaldırıp attı çöpe resmi. Çerçevesine Orhan Gencebay’ın posterini taktı. Madalyalarını üç kuruşa sattılar teneke pazarında. Üç katlı bir villa çıktı kızları temelin üzerine. Hiçbir şeyden eser kalmadı geriye. Sonrası kesif bir unutulmuşluk.
Bir zaman kale direği vazifesi gördü Ahmet Bey’in kuleden fırlattığı taşlar. Sonra kuleyi Belediye devraldı. Yıktı da top sahası yaptı yerine.
Yalnız deniz hiç değişmedi, gemiler ve bakan ferler değişse de.
Fotoğraf: Dedemin ve onun çocuklarının doğduğu asırlık ev.
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
aslında bu yazıyı şimdi okumuyorum daha önceleri okudum başka bir zaman tekrar okudum ..daha okurum da..
ilkinde gözüm dolmuştu ki esasında ekranda çok odaklanamaz ve okuduğum şeyi çok hissedemem kitabın kendine has kokusunu duymam gerekir ama çok başka bu, defterde okuduğum en güzel en özel öyküydü o yüzden bu paylaşım için çok teşekkürler..
Aynur Engindeniz
Çok teşekkür ederim.
Haklısınız, ekranda okumak hayli zor. Bir de uzun olunca:(
Okuyan gözlerinizden öpüyorum. Sevgilerim çokça...
f.liz
bende mis mis ellerinizden öperim :) uzun yazı korkusunu sizinle yıktık biz .. sevgimle
Aynur Engindeniz
Eh bu sözler beni yazdırır artık:))
Çok çok sevgiler. İyi ki düştünüz geceme...
Sevgili Ay/nurum o kadar güzeldi ki öykün, yüreğimden dökülen bu dizeler hediyemdir sana .bu aralar fazla giremiyorum özlemişim senin kalemini ,sevgi ve dua ile kal arkadaşım...
hayat
öyle ince ki
bir tül perde
eskiden kalma
ufak bir esinti
alıp götürür dersin
o kadar ince
başlangıç ve bitiş bir arada
dokunsam dokunmasam
zarif ve kırılgan
ölümü beklerken ...
Aynur Engindeniz
Ben de seni görmeyi özledim...Sen de sevgimle kal. Allah'a emanet ol güzel arkadaşım.
Ah ah ...
Sevmek böyle bir şey işte.Son ana kadar direnmek-nefes almak...Ne için illa ki görmek için...
Yine anlatım çok güzel.Bir Engindeniz klasiği...
Ben ben'i Buldum benden ileri...
Ülviye Yaldızlıı
Aynur Engindeniz
Ülviye Yaldızlıı
Ah yaşlanmak..
Benim dedemde anneannemin vefatından beri tek başına yaşıyor, aslinda biz bizde kalmasını istiyoruz ama onu buna razı edemiyoruz.
Şükür ki yalnız değil, elimizden geldiğince yanında olmaya çalışıyoruz.
Umarım yaşlılığımızda gençlikteki gibi mutlu, unutulmamış olarak geçer.
Üzüldük ve hatırladık.
teşekkürler, sevgiler.
Davidoff
Denizimiz çok...boğulan da çok oluyor, biraz daraltıp inşaat yapalım :)
araplara satarız...iyi fikir hemen bir öykü konusu :)
Aynur Engindeniz
Kendinden alınanı misliyle alır geri:))
Araplar bizi duman eder sonra.
Sana konu mu yok. Sepeti hayat dolu öykücü:)
Davidoff
:)
SEVGİMLE.
Aynur Engindeniz
Say ki öyle yaptım.
Sevgiler çok çok...
Aynur Engindeniz
Sevgiler.
Yine çok güzel, sade ve temiz bir anlatım. İletişime çabucak geçiyor okuyan. Yürekten kutlarım, yaşatıyorsunuz.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim güzel sözlerinize...
Umut Kaygısız
Anlatırken yine yaşattın Aynur'cuğum. Harikuladeydi. Kutlarım. Sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
Okuru çok yoruyor mu?
Aysel AKSÜMER
"Yüklemi sonda bulunmayan cümlelere devrik cümle denir: “Fikir adamıyım, bilim adamıyım ben.”, “Bir şiir antolojisini karıştırdım dün gece.” Türkçenin temel kuralına, yardımcı öğelerin başta, temel öğenin sonda bulunması kuralına aykırı bir görünümü var diye, devrik cümleyi bozuk ya da yanlış saymamalıyız. Devrik cümlenin de kendine özgü belli bir düzeni, belli bir öyküsü vardır. Genellikle günlük konuşmalarda, şiirlerde, roman, öykü, oyun gibi yazımlarda kullanılır. Anlatımı bir örneklikten kurtarır. Anlatıma konuşmanın tadını katar. Şaşma, acıma, öfke gibi ruhsal duyguları açığa vurmaya, söze duygusallık değeri katmaya yarar. Devrik cümleyi üst üste yığmadan kaçınmak gerekir. Bir anlatım nasıl salt düz cümlelerden oluşunca tekdüzeleşirse, aynı durum devrik cümleler için de düşünülebilir. "
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim canım.
Aysel AKSÜMER
Tebrikler Aynur'cuğum, insanoğlu ölmeye görsün!Onun için kıymetli olan ne varsa, geride kalanlar, umursamaz kaldırır atar çöpe işte böylece, o sanki hiç yaşamamış, duyguları, sevdikleri, kıymetlileri hiç olmamış gibi.
İnsanoğlu vefasızdır, hiç sevilmemiş, onların can babaları hiç olmamış sanki!
Kimi çocuk ana sevgisine hasret büyür, kiminin baba sıcaklığı, sevgisi korumsı çok gerilerde kalmıştır, baba ismine hasret!
Yazın beni çok etkiledi, kurgu da olsa çocukluğuma döndürdü, hayır ağlamıyorum işte! Desem de inanma!
Tekrar tebrikler canım, günümün yazısını buldum yine, sevgiler.
Aynur Engindeniz
Çok doğru söyledin. Ölüm tuhaf bir şey, giden için de kalan için de...
Sevgiler.
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
══`.¸.(( ♥ )).,
♥░.(¯ `•.|/.•´¯) ::(_.:._)♥ ♥AKÇAY SİZE EL SALLIYOR
░ (¯ `•.().•´¯)♥ ♥ İ&G&D)))$$$$$##Saygılar sevgiler.
...░ ░(_.•´ TEŞEKKÜRLER•._) ♥ ♥♥ SEVGİLERİMLE
Aynur Engindeniz
Saygılar.
Müthişti yine, hep müthiş yazıyor bu kalem en ince ayrıntılarını veriyor hayatın.
Anlattıkları hep içimizden birileri.
Yürekten kutlarım.
Selam ve sevgimle.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim değerli şairim.
Saygılar.
(Mustafa Çetiner)
Ve hiç hayal kırıklığı yaşamadım bu sayfada bu güne kadar.