- 1019 Okunma
- 10 Yorum
- 0 Beğeni
türbülans
’imkansızlığın pençeleri yüreğimi deşiyor’
dedi..
’imkansız olan, ihtimallerden tereddüt etmen’
dedim..
’korkuyorum, nasıl başaracağım’
dedi..
’imkansız diye bir şey yoktur, vazgeçmek için’
dedim..
’bu güç içimde var mı?’
dedi..
’aslında sadece bakman yeterli görebilmen için’
dedim..
Kahve suyunun ısınmasını beklerken şöyle bir hesap ettim de, tam onsekiz yıl olmuş. Onsekiz koca yıl.. Birbirimize hala bu denli saygı duyuyor olmamız bana güven veriyor. O, bu hayatta tanıdığım en hakikatli insanlardan birisi. Hayata karşı bu kadar sağlam duruşu, özgüveni ve arınmış egosu, bazen kendimi kötü hissetmeme sebep oluyor. Ben onun kadar emin olmadım hiçbir zaman kendimden. O sevilmeyi hak eden, ama en başta saygı duyulmayı kaçınılmaz kılacak kadar kusursuz ve tepeden tırnağa saygıya ve hürmete layık olacak yegâne adam...
Kahve hazır. Bu koku gibi insanın aklını başından alabilecek başka bir koku var mıdır? Sanmıyorum..
Onunla seneler süren beraberliğimizi ve uzatmalı birlikteliğimizi evliliğe taşıdığımız o mutlu ve umutlu günler geldi aklıma. Böyle olacağını bilseydik... Ahh.. bu sözü söylemeden edemiyorum. Hep keşkeler ve bu sözün insanda bıraktığı çaresizlik ve zavallılık durumu.. Ama keşkelerle örülmüş hayatım için, mızmızlanmak sanırım yersiz..
İkimiz de çocukları çok sevdiğimiz için, delicesine bir tutkuyla ümidimizi hiç yitirmeden o güzelliğin yuvamıza geleceğini umduk seneler boyu.. Durumu dramatik hale getirmenin lüzumu yok. Sorun onda veya bende. Netice olarak bir çocuk sahibi olamadık. Evlatlık konusunda da, biraz kişisel sebeplerden, biraz da devletin bize sunduğu çetrefillerden ötürü, kısmet olmadı çocuk sahibi olmak. ’Bir daha dünyaya gelsen, ne olmak veya neyi değiştirmek isterdin?’ ...diye sorsalar, hiç düşünmeden ’anne olabilmek’ derdim. Bir kadın için eksikliği canına en fazla batan duygu belki de anne olamamak, o güveni yaşayamamaktır. Ah.. Belki de bu duygudan ömrüm boyunca yoksun kalacağım..
Bundan daha da acı olanı, yaramız her ikimiz için de yeterince derin, kusursuz ve kanamalıyken, birbirimize merhem olmak yerine tuz basa basa daha da çekilmez ve mikrop kapmaya elverişli hale getirerek baltaladığımız evliliğimizin, gözlerimizin önünde çöküşünü izlememiz oldu. Tuhaf olan bir zaman sonra artık her şeyin manasız ve saçma olduğunu düşünüp çabalamayı, belki kulaç atmayı bırakmamız ve boğulduğumuzu kabul etmemizdi, o dibi belirsiz evlilik okyanusunda...
Dört yıldır yalnızca kağıt üzerinde süren bir evlilik için, sanırım fazla kafa yoruyor ve bu durumu anlamsız boyutlara sokup, hiç gereği yokken saçmalıyorum. Aslında tam da burada başlıyor hikayem. Yani saçmaladığımın ispatı, özünde biten ama biz de dahil kimsenin gözünde bitemeyen o kağıt üzeri evliliğim..
Böyle olmasaydı belki onu yeniden gördüğüm, varlığını yeniden hissettiğim o anda, içim böylesine havalanmayacak ve heyecandan kalbim böyle yerinden çıkacak gibi çarpmayacaktı. Onu seneler sonra ilk gördüğüm o pazar günü, ilk defa ölüyorum sandım. Karnımdaki krampları tarif edemem belki ama hani uykunun en derin yerinde birden birisi sizi boşluğa iter de, hani her yanınız buz kesmiş gibi soluk soluğa sıçrarsınız ya yataktan, işte onun gibiydi..
O, benim ilk aşkımdı. Zaten ikinci aşkımla da evlenmiştim. Ama hani ilk aşklar hiç unutulmazmış ya, unutamamışım demek ki. Onu görünce bu kadar mutlu olduğumu düşünürsek, bu tepkime bir mana yükleyebilirim sanıyorum. Ayak üstü konuştuğumuz o gereksiz ve bir dolu hava ve su muhabbetimizin akabinde duyduğum, neden sonra yıkılmama sebep olan evlendiğini duymak değildi elbette, kiminle evlendiğini duymaktı. Öyle ya, hem yıkılmaya ne hakkım vardı! İkisi de çocukluk arkadaşım. Eşi de en az onun kadar sevdiğim ve benimsediğim bir insan. Yılların fütursuzluğu ve hayatın getirileri veya götürüleri veya kaygılarından sebep, ayrı düştüğüm ve kendilerinden sağdan soldan ve kulaktan dolma bilgiler bile edinemediğim bu iki insan evlenmişlerdi. İki tane güzeller güzeli yavru da, aşklarını desteklercesine gülümsüyorlardı gösterdiği fotoğrafta. ’Görüşelim mutlaka’ dedi. ’Elbette’ dedim, ’çok isterim..’
Bakışları bana mı öyle geldi, yoksa sahiden eskisi gibi biraz hüzünlü ve biraz sevdalı iki bulut gibi nemli miydi bilemiyorum. Karısına ölesiye aşık, ölesiye bağlıydı belki. Neden sanki bu kadar karmaşık hisler bürümüştü şimdi içimi..
Verdiği iki numaradan hiçbirini de aramak gelmedi içimden. O mutlu sahneyi görmekten korktum. Şahit olmak başka bir şeydi, uzaktan düşlemek başka.. Ama ben ne düşünürsem düşünüyüm, kader belki de uzak durmama izin vermiyordu. İki gün sonra bana verdiği numaralardan birini telefonumun ekranında gördüm. Arayan çocukluk arkadaşım, yani onun eşiydi.. Sanki daha dün okuldan çıkarken ayrılmışız da, bugün okula gelip gelmeyeceğimi sorar gibi neşeli ve sıcaktı. Bu samimiyetine karşı nasıl pervasız olabilirdim...
Çok geçmeden görüştük. Öyle ki, gün aşırı bir araya gelecek kadar çok görüşmeye başladık. Bir defasında eşim de katıldı bize. Evliliğimiz her ne kadar bitmiş olsa da, arkadaşlığımızı sürdürebilmeyi istedik her zaman. Ama ilk ve son defa oldu, zira bu tarz sosyalliklerden haz alan biri değildi. Ayrıca iki yabancı ’karı-koca’ için hayli lüzumsuz bir yakınlaşma olduğunu düşündü eminim. Bir daha ne ben teklif ettim, ne de o talep etti...
Aylar geçti üzerinden, sürekli bir takım bahanelere sığınıp veya sığınmayıp bir araya geliyorduk. Arkadaşım ’eşiyle’ olan mazimizi bilmesine rağmen, bundan hiç rahatsız olmuyordu. Geçmişte kalan bir gençlik hikayesi olarak görüyordu ’ikimizi’. Bu hem içimi rahatlatıyor, hem de kalbimi kırıyordu. Bu kadar basit miydi yani? Ama böyle bir şeyi sorun edip de, bu güzel yakınlığımızı bozmasını da hiç istemiyordum.
Bir gün, içimde bastırmakta zorlandığım o ’deli’ yangınımın, karşıki dağdan da yükseldiğini öğrendim. Bu kadarı çok fazlaydı. Kahrımdan bir daha öldüm. Hiçbir amacım yoktu başından beri veya bir beklentim. Kendi kendime ölmeyi yeğlemiştim. İki kişi ölmek daha zor geldi. Kimseye zarar vermek istemiyordum. Zararsız ve kendi kendime, uzaktan uzağa varlığı yetiyorken, bir de onun alevlenen sevgisini kaldıramazdım. Arkadaşım hiç hak etmiyordu bu iki yüzlülüğü. Zaten en başından beri koca bir hataydı bir araya gelmemiz, yeniden görüşmemiz. Eski sevgiliyle asla arkadaş olunamayacağını bir kez daha yaşayarak acı acı öğrendim. Ama insanız işte, öğrendiklerimiz hiçbir zaman yetmez, hatayı yinelemek için. Kendi kendimi teselli edercesine, her zorda kaldığımda mırıldandığım o sözü tekrarladım defalarca içimden; ’her şey insanlar için’...
Ama hemen bir şey yapmalıydım. Bu böyle süremezdi. Eli elime bile değmedi ama değmesine asla müsade edemezdim. Bir bahane bulup bu yersiz arkadaşlığı her ikisiyle de bitirmeliydim. Ama öyle tatlı ve iyilik canlısı insanlardı ki, beni sürekli teselli eden, yanımda olan, destek olan ve hiçbir zaman üzülmeme müsaade etmeyeceklerine, ne zaman ihtiyacım olsa bir telefon kadar yakınımda olacaklarına söz veren de yine o insanlardı. Kendimi Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerinden biri gibi veya kalleşçe dostunu sırtından bıçaklayan bir zalim gibi hissediyordum. Onları üzemezdim.. Sadece mümkün olduğunca uzak durmalıydım.. Delirmemek için zorluyordum kendimi. Nereye gidersem gideyim, aklım ve kalbim unutmama izin vermiyordu... Bu iyi bir şeydi esasen, zira hala vicdanım beni yalnız bırakmamıştı.
Bugün aylak aylak eve dönerken, eski ve her şeyimi anlatıp içimi dökebildiğim sayılı insanlardan birisi olan bir dostumu ziyaret ettim. Saatlerce sohbet ettik. Beni rahatlatacağını, bana iyi geleceğini bildiğimden ona gitmiştim. Ben ona, o bana anlatabileceğimiz ne varsa anlattık. Kardeşinden bahsetti.
- O sana daha iyi gelirdi’ dedi. İncelikler konusunda ustadır, biliyorsun.
- Moral verirdi keşke şimdi burada olsaydı dedim.
Bizim bıcırık kız, hala aynıymış. Benim gibi resim yapıyormuş.
- Bu ara yazmaya verdi kendisini. Uzun zamandır bir araya gelemedik, birgün oturup uzun uzun konuşalım’ dedi.. Dayanamadım;
- O şimdi incelikler konusunda doktorasını bile yapmıştır öyleyse, haklısın beni en iyi o anlar arayalım da bir konuşalım dedim.
Neden anlattım, ya da neden günah çıkarmak istedim bilemiyorum ama kendimden yaşça çok küçük ama yolda benden epey fazla mesafe kat etmiş kardeşimle konuşmak istedim. Evvela ne cevap alacağımı çok iyi bilerek;
- neden yazıyorsun? dedim..
- sen neden yazmıyorsun... Aynı şey, senin yazmıyor olman kadar doğal, benim yazıyor olmam.. dedi bilmiş bilmiş..
Tamam dedim, ’işte bu!..’ Birden damdan düşer gibi;
- beni yazsana... dedim. Güldü, herkesin ondan bunu istediğini söyledi.
- İçimden gelmeli’ dedi. ’Ama neden olmasın...’ Kısaca yaşadığım karmaşık durumu anlattım. Çok etkilendi.
- Tamam... dedi; ’anlatma artık.’
- Nasıl yazacaksın bilmeden.. dedim.
- Hisler bazen aynası olur insanın. Bütünü oluşturanlar eğer uzayıp giden bir yol ise, ayrıntılar da bir el feneridir. Yol karanlıksa fenere ihtiyaç duyar insan. O fener bende var.. Fakat herkesin bir karanlığı varsa içinde, öyleyse ışık yakmak ne işe yarar? Önce karanlığını aydınlatmamız gerek. Ama ışıkla değil. Bunu sen yapacaksın. Güneşi çağır, el feneri işe yaramaz...
Bu kızda tuhaf bir şey vardı. Kendisine çeken. Anlatmadan anlayan. ’Peki’ dedim.
- Sadece tek istediğim, öyle bir şey yazmanı istiyorum ki; okurken işte bu! demeliyim. Bana çare olabilecek bir şey, gerçekleri görebilmemi ve kendime gelebilmemi sağlayacak bir şey...
’Merak etme’ dedi;
- aslında çok şey ve hiçbir şey yazacağım ama bildiklerinden fazlası değil, aslında bilmediğin hiç bir şey okuyamayacaksın o satırlarda. Sadece bir ayna tutacağım sana. Kendini benden dinleyeceksin. Bir insanı bile yanlıştan döndürmeyi başarabilirsek eğer, sen veya ben, kim olduğu fark etmez. Hala umut var demektir..
- Çok çaresizim, hiç çıkar bir yol kalmamış gibi, toprak son günlerde çok güzel kokuyor, sanırım ölmem yakın.. Can çekişiyor gibi hissediyorum. Belki de Eylül’ü bekliyordum bunun için..
- İmkansızlığı seni zorluyor olabilir. Aşktan ölmemiş kimse, sadece can acısı sınar insanın dayanıklılığını. Ama bazen bu bile güzeldir. Hani diyor ya şair; ’acı çekmek ruhun fiyakasıdır’. Tek avuntun bu olsun. Allah acımızı eksik etmesin. Mutluluk nasılsa gelir. Bir de iyi tarafından bak, canı yandığında yaşadığını hissediyor insan. Ölmemek için hala umut var.
Onunla konuşurken uzun zamandır fırçamı elime almadığım fark ettim. Yarın ilk iş yeni bir tuval alıp, o kırmızı resme başlamalıyım. Tıpkı; ’neşenin, mutluluğun yanında; Güneş’in karşısında sönük kalan bir gaz lambası’ olduğu gibi, belki kendimi neşelendirmekten başlamalıyım, mutluluğa kavuşmak için. Çünkü böyle söylemişti şair; insan her şeye neşelenebilir, ama tek bir şeyle mutlu olur..
O günü bekleyeceğim...
fulya/eylül2011
YORUMLAR
Yeri ,göğü ters düz edince , her zaman düşen o üç elma bu sefer yükselmiş yeryüzüne... üç soru olarak,
*Bu koku gibi insanın aklını başından alabilecek başka bir koku var mıdır?
*Bir daha dünyaya gelsen, ne olmak veya neyi değiştirmek isterdin?’
*neden yazıyorsun?
Aslında cevabı içindedir her sorunun da , ben bana göre cevaplayayım ;
*çocuklarımız bizim birer parçamızdır, tıpkı yazdıklarımız gibi ve onların kokusundan güzel birşey yoktur,tıpkı yazdıklarınız gibi.
*ve yetiştirmek onları, okumalarını sağlayıp , düşünceler aşılamak. ( tıpkı ,bizlere yaptığınız gibi)
*ve yetim bırakmamak onları... (siz yazmasanız biz yetim kalmazmıyız?)
üç satır tek yürekle bu bizim cevabımız olsun...
sizin gönlünüze saygı ve hürmet zaten vazifemizdir.
Alsancak Kenan tarafından 9/22/2011 10:09:09 AM zamanında düzenlenmiştir.
Şarkıda ki şükür gibi, yazıda geçen her cümle uzun düşünmeler sonrası garip bir şekilde aforizma haline dönüşmüş. Esasında her okuyucunun sabredip de bitiremeyeceği yazılardan. Çünkü özellikle ülkemizde ki insanlar psikolojik ve de didaktik yargıları fazla sevmiyor....
Yine de nihayeti olan yazıya başladı mı insan, bitirebilmeli...
Bazı cümleler özellikle altı çizilip yaşam kefesine alınmalı bu yazıdan...Belirttiğim gibi özlü söz ve mana çok fazla..
Hürmetle her daim....
Fulya gibi... Hayat kokuyor insanın damarlarında ve can çekişen bir nesil kayıp gidiyor bakışlarımdan. Köhne bir sosyal dökümün yerine, her günü içimizden koparan bireysellik. Değiştim tokuştum. Tebrikler. Eyvallah