- 597 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sanat hırsızlığına dair bir ercü
Ben söylemekten ve sövmekten bıktım, onlar bıkmadılar. Hadi böyle anlatılarak olmuyor, kızınca da olmuyor dedim, tuttum boğaza balık yemeye götürdüm. Bir güzelde burada rakı eşliğinde anlattım. Güle oynaya söyledim ama maalesef yine olmadı.
Bahçeli evler belediye tiyatrosu namı diğer püren prodüksiyon’dan söz ediyorum. Elbette bu kurumların kendi başlarına yaptıkları bir eylem değil bu, sahibi Ercüment Doğan’ın uygulamaları.
Sene 1998, bir çocuk oyunu yazıyorum, henüz daktilo eşliğindeyim ve korkunç derecede dişim ağrıyor. Apse yapan dişimin ağrısından yazdığım oyunun keyfi bir parça uzaklaştırsa da beni diş ağrısı bu sonuçta. Çektiğim sancı oyuna olan duygusal yakınlığımı daha da arttırıyor. Normalde harcadığımdan çok daha fazla bir emek gerektirdi benim için ve her şeye rağmen direnip oyunu bitirdim. Tüm yazdıklarım değerlidir elbette benim için ama çektiğim sıkıntı bu oyunu biraz daha önemli kılıyor benim için.
Oyun bitti ve metni elime aldığım gibi sahnelemenin heyecanını duymaya başladım. Yazarken iyice düşünerek planladığım için her şeyi bir yandan da sahnelenmiş hali gözümün önünden akıp gidiyordu. Tüm roller, oyunun rejisi, dekor, kostüm her şey kafamın içindeydi. Bu da beni daha da heyecanlandırıyordu çünkü tez canlıyımdır biraz, sonucu hemen görmek istiyorum.
Derken tiyatro hazırlandı, oyuncular hazır ve provalar başladı. Oyunu aynı zamanda da yönetiyordum. Bir yandan provalar devam ediyor, bir yandan müzik çalışmaları için sağ olsun Bora Ayhanoğlu’ nun önerisiyle Zihni ağabeyin oğluyla Ömer Göktay’ la çalışmaya başladık. Ömer şehir tiyatrosunda müzisyendi o yıllarda ama ilk defa bir oyunun müziklerini tek başına besteleyecekti. Bu da beni biraz olsun endişelendiriyordu. Ama Bora ağabey ona güveniyordu ve bu işin altından kalkabileceğini söylüyordu. Bende Bora ağabeye güveniyordum ve bu güvenimde de haksız çıkmamıştım. Sağ olsun Ömer müzikleri başarıyla tamamladı ve bize teslim etti.
Provalar büyük bir hızla devam ediyor, kostüm, dekor yapan arkadaşlar hummalı bir şekilde çalışıyorlardı. Bildiğimiz, alışık olduğumuz oyun anlayışından biraz farklı ve zorlayıcı unsurlar vardı oyunda. Fantastik bir dekor anlayışı ve malum ülkemizdeki tuhaf sahne mimarileri… Ortak bir uyum yakalamak gerekiyordu ve bunu başaramazsak oyun amacına ulaşamazdı. Sıradan olmaktan kurtulamazdı…
Şimdi böyle hızlı, hızlı anlatarak geçtiğim tüm detaylar aslında o kadar zorlu ve sancılı bir süreci yaşatıyordu ki bize böyle kısaca anlatıp geçmek aslında biryandan da vicdan yapmama neden oluyor.
Her şey tamamlanmak üzere, müzikler, dekorlar ve kostümler bitmişti. Provalar tamamlanmak üzereydi, artık genel prova aşamasındaydık ve koreografımız Mehtap Fidan şarkılarımızı güzel danslarıyla süslüyordu.
Nihayetinde her şey tamamlandı ve oyun sahnelenir hale geldi. Artık görücüsüyle buluşma zamanı ve perdeee…
Seyirciyle buluşmamız da çok güzel olmuştu. Seyirci oyunu sevdi ve koltuklarımız her geçen gün daha da fazla dolmaya başladı. Derken Kültür Bakanlığı ödenekleri açıklandı ve o ödenekli tiyatrolar arasında bizde vardık. Çok büyük bir para değildi ama yinede bizi mutlu etmeye yetmişti. Her şey yolunda gidiyordu, emeğimizin karşılığını aldığımızı düşünüyordum.
Ama hepimizin hatırlayacağı 17 ağustos depremi oldu ve bizde herkes gibi çok üzüldük. Tarifi mümkün olmayan bir acı ve felaket yaşamıştık ara vermenin zamanıydı diye düşünüyorduk. Ama o arayı hiç veremedik, böyle acılı bir tablonun ardından deprem bölgelerindeki çocukların o psikolojiden bir an olsun uzaklaşabilmeleri için orada olmamız gerekiyordu ve olduk.
Sonra dönüp işimize kaldığımız yerden devam ettik. Böyle bir felaketin arkasından seyircimizin de azalacağını ve işleri eskisi gibi yürümeyeceğini düşünüyorduk. Biz deprem bölgelerinde oyun oynarken İstanbul’ da ki tiyatroların çok zor zamanlar geçirdiğini duyuyorduk çünkü. Ancak durum hiç de düşündüğümüz gibi olmadı. Seyircimiz tiyatroya bir kez daha sahip çıkmış, bu zor zamanlarda bile bizi yalnız bırakmamıştı.
Oyun çok beğenilmişti, her geçen gün işler daha da iyiye gidiyordu. Basında gerekli ilgiyi gösteriyor, sürekli haberlerimiz çıkıyordu. TRT den Ankara’dan bir telefon aldım bir gün, gelip röportaj yapmak istiyorlardı ve oyundan kısa görüntüler alıp yayınlamak istiyorlardı. Bizim için her şey beklediğimden de iyi gidiyordu ve bunun bir ödülle taçlandırılacağını o zamanlar aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Yılın en iyi çocuk oyunu ödülünü almıştık.
Bir gün fuaye de bir kadınla tanıştım, İstanbul üniversitesinden Nihal hanım. Dramaturgi bölüm başkanı, Nihal hanım oyunu çok beğenmiş bilhassa sahne dışında gerçekleşen olayları arkadaki dev gölge perdesinde çözümlememe bayılmıştı. Beni tebrik ettikten hemen sonra öğrencilerine bu oyun ile ilgili bir ödev vermek istediğini, oyunu inceleme konusu yapmak istediğini söyledi. O yıl sahnelenen birçok oyunu inceleyip, oyunlarla ilgili bir çalışma yürüttüklerini söyledi. Bizim oyunumuzu beğenmiş ve öğrencilerinin oyuna girişleri için izin verip veremeyeceğimi soruyordu. Gururum okşanmıştı ve doğru bir yolda olduğumu bir kez daha düşünmüştüm. Elbette kabul ettim ve sonraki haftalarda her oyuna ikişer, üçer kişilik gruplar halinde öğrencileri gelmeye başladı. İnce ruhlu bir kadındı, istese tek seferde de yollayabilirdi öğrencilerini ama seyircimizi etkilememek adına ve koltuklarımızı işgal etmemek adına böyle bir fikir düşünmüştü.
Tüm bu gidişat tiyatroya ve kendime olan inancımı daha da arttırmıştı. Mutluydum çünkü başarılı olmuştuk. Beklentilerimin çok daha üzerinde bir sezon geçirmiştik. Gişedeki seyircimizin dışında birçok özel kolejden de teklifler almış, hafta içi günlerde de oyunlar oynamıştık.
Sezon sonlarında sevindirici bir telefon daha almıştım oynadığımız kolejlerden birinden. O yıl izlenen tüm oyunlarla ilgili bir anket yapmışlar okullarında ve en beğenilen oyun bizimki seçilmiş.
Bu iyi gidişatın önümüzdeki sezonda da tiyatromuz için iyi gelişmelere neden olacağını biliyordum. Gelecek sezonda sahneleyeceğim oyunu çoktan düşünüp yazmıştım bile. Daha da iyi bir projeyle sezona hazırlanmak için sabırsızlanıyordum. Bu oyun benim için istediğim başarının da üzerinde bir sonuca ulaştırmıştı bizi ve benim için o andan itibaren artık eski değerini yitirmişti. Yeni projeler ve daha da fazla başarı kazanmak istiyordum. Tabi daha fazla para kazanmakta mutlu ediyordu beni. Hem daha iyi standartlarda yaşamam hem de daha iyi projeler için para gerekliydi.
Derken oynadığımız sahnelerden birinin işletmecisi olan Ercüment Doğan beni aradı ve görüşmek istediğini söyledi. Buluştuk, bana kafasındaki projeyi anlattı. Paranın kokusunu almıştı ve hain planları vardı. Ama ilk bakışta düşününce bu planların bana yada bir başkasına zararı yoktu. Önümüzdeki sezonda benim yeni bir projeye başlayacağımı biliyordu. Bu yüzden de bu başarılı işin bir yıl oynanıp kaldırılmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu oyunu yeni sezonda kendisi oynamaya devam etmek istiyordu. Oyun “İlaçlar Mikroplara Karşı” Ben hiçbir şeyle uğraşmayacaktım, kendi işlerimle ilgilenmeye devam edecektim. Ercü de oyunu oynayacak, her şeyle ilgilenecek elimi sıcak sudan soğuk suya sokturmayacaktı. Her şey hazır, dekor, müzik, kostüm geriye sadece oyunu Cd. Den izleyip kendi oyuncularına çalıştırmak kalıyordu. Oyunumu oynamanın karşılığında da bana gelirin %50 sini teklif etti. Aslında her şey gayet mantıklı görünüyor, sonuçta oyunu tekrar oynamayı düşünmüyorum yeni sezonda ve hiç beklemediğim bir para söz konusu. Neden olmasın ki diye düşündüm ve teklife yazılı olması şartı ile onay verdim. Benim çıkarlarımı koruyan ve anlaşma şartlarımızı içeren bir sözleşme hazırlandı ve karşılıklı imzaladık. Artık yasal olarak o proje için ortaktık.
Her şey böle iyi niyetli bir anlaşma ile başladı fakat Ercü sözleşmenin gereğini hiçbir zaman yerine getirmedi. 2000 Yılından beri oyunu aralıksız her sezon sahneliyor ve milyarlarca lira para kazandı sırtımdan bu sayede. Ama bana ödemesi gereken parayı hiçbir zaman ödemedi. İlk yıllar bunu çok da önemsemedim, çünkü aynı zamanda arkadaşımdı ve paraya ihtiyacı vardı. Her tiyatro gibi o da zor ayakta tutuyordu tiyatrosun.
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir gün aradım ve sordum bu sahtekârlığı daha nekadar zaman sürdüreceğini. Bana öyle pişkin cevaplar verdi ki neredeyse oyunun yazarı olduğumdan şüphe duyacaktım. Oyunu böylesine sahiplenmesi güzel elbette ama bencilliğin bukadarı da çüş dedirtiyor insana.
Aradan çok, çok uzun yıllar geçti ve ben bu süreçte yaşanan onca şeyden sonra bu adamla daha medeni ve insani bir biçimde bu konuşmayı tekrar yapmak için bir araya geldim. Boğazda güzel bir yemek yedik birlikte. Balıklar, rakılar, tiyatrolarını durumu ve geleceği ile ilgili entel dantel muhabbetler ettikten sonra dedim ki ona. Bak arkadaş aradan 10 yıl geçti, 10 koca yıl… Bu on yıl süresince oyunu yüzlerce kez oynadın ve beni kandırdın. Bana hiç para ödemedin ve ben sana hala bir yaptırım uygulamadım. Şimdi senden rica ediyorum, artık oynama, oynama çünkü ben bu yıl oyunu farklı bir reji ile müzikal olarak tekrar sahneye koymayı düşünüyorum. Gülümsedi ve tabi Erkancım ne demek, sen zaten yeterince iyilik yaptın. Hem zaten oyun benim için eskidi, bende yeni bir şeyler yapacağım bu yıl. Oynamayı zaten düşünmüyordum senin için rahat olsun, istediğin gibi oyna. Bak Ercü, provaya gireceğim, oyuna yeniden bir sürü para harcayacağım üstelik parayı da bırak bir kenara onca emek boşa gider eminsin değimli. Elbette Erkan’cım, sen keyfine bak, benim için “İlaçlar Mikroplara Karşı” faslı kapanmıştır.
Peki deyip hesabı ödedim ve söylediğim gibi hızla yeni çalışmaya başladım. Oyun çıktı, tam oynamaya başlayacağız artık İstanbul büyük şehir belediyesinin kitapçığını kapan soluğu tiyatroda alıyor. Her yerde bilbortlar, afişler kitapçıklar Ercü tüm İstanbul’da oyunu oynuyor. Yetmiyormuş gibi oyunu İ.B:B ile anlaşıp ücretsiz olarak tüm şehirde sahneleyecek. Oyun günleri, hangi gün hangi sahnede oynayacakları ilan edilmiş.
Sanırım oyun metni kadar uzun bir küfrü arkasından ulaştırabildim kendisine. Tabi Ercüye ulaşmak imkansız o anlarda, tiyatroda yok, telefonlar kapalı, her yere baktım, yerin dibi, cehennemin dibi ama maalesef Ercü hiçbir yerde yok. Hemen İ.B.B. kültür müdürlüğünü aradım, beni dinlediler ve verdikleri yanıt şu; Biz tiyatrolara oyununuzun oynanabilmesine dair yazardan izin alıyor musunuz ya da telif ödüyor musunuz diye sormuyoruz ki. Bizim hiçbir suçumuz yok, şimdi oradaki çocuklara yazık değimli, siz oyunu polis yoluyla engellerseniz onca seyirci üzülerek geri dönecek. Üstelik oyun haftalardır ilan ediliyor, hem bakın tüm afişlerde adınız geçiyor. Bir yazar için ne büyük bir onur…
Avukatımla görüştüm, ne yapabileceğimizi danıştım ona ve aldığım yanıt gayet adaletli. Bana hatırı sayılır bir adli masraf yaptıktan sonra dava açabileceğimi söyledi ama. Henüz tek bir kuruş bile kazanamadığım bu işe birde hakkımı savunmak için hatırı sayılır bir para ödemem gerekiyor. Oyun için harcadığım onca para ve emek de cabası.
Hasılı kelam bir kaz daha anladım ki bu ülkede adaletin tecelli etmesi için haklı olmak yetmez, parada lazım. Üstelik Ercü gibi zübükler bunu gayet iyi biliyorlar ve adaletin kantarı onlar için daha ağır basıyor. Beklide haklı olup mutsuz olmaktansa Ercü gibi haksız olup mutlu olmayı yeğlemek gerekiyor inanın bunu bende bilemiyorum artık. Ercü gibi insanların varlığı onu destekleyenler sayesinde olabildiğine göre burada hata benim yada onun değil. Bu zihniyeti destekleyenlerin zira Ercüye bu desteği veren onlarca belediye, eğitim kurumu ve kültür merkezi var. Tüm sanat hırsızlarına buradan …………….diyorum ve çarşınız karışsın istiyorum.