- 784 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Ötanazi
Hazırım! Bazıları ölümden sonrasına inanmak istemeyebilir, ama ben inanıyorum. Ama inancımda bağnaz biri değilim, olamadımda! Sadece doğruları etimolojik olarak değilde, ruhsal olarak irdelemesinden yana, militarist eğilimleri bolca gözükebilen, ara sıra rasyonel bir sosyalistliğin kapital düşlü reenkarne edilmiş planlamalarında, oryantalistliğini kimseye bırakmayacak kadar ’doğu’, kimi zaman da koyun boku kokusu altında, tezeklerin kurutulduğu bahçenin yanı başında olup, oportünist ’batı’ olmanın, sömürgeci zihniyetinde siyah tenli bir göçmenim. Kimsenin anlamayacağını ve de üstüne gelinecek meselelerin fazla uzun sürmeye layık olmadığını biliyorum, ama deneme zamanını dahi boşa kullanmanın ülkemiz için bedbaht bir şuur karantinası olduğuna aşina, 25’ine kadar babadan sigortalı, parmak izlerini ehliyet alırken satabilecek kadar şereften muaf, panslavizm sevdalılarını en kirli küvetlerde sıcak sular içinde haşlayabilecek, sosyal minderlerinin üzerinde çok büyük gözüken yeşil hastalarına popülarist tokat atabilecek, ama bunları itiraf ederken de, hiçbirini yapamayacak kadar tembel olduğunu itiraf edecek bir gölgeyim. Hazır olduğuma inandırmak adına, sustum birazcık ve de şimdi başlıyoruz sevişmeden zevk almaya. Kelimelerim ile oral sekse bayılsam da, ortalama Türk insanı hararetinde direk konuya giriyorum.
Kelimelere tahammülüm kalmadı. Agresif olmanın şizofrenik sanrılarından, kentimin anaforlarına simsiyah bir geçiş yaşamaktayım. Kulaklarımın yanışına, örs ve çekiçlerimin durmadan çalışır halde olduklarına, en kötüsü de hala utançlarımla yaşadığıma şahit bir düşünce bataklığındayım. Dolayısıyla insanlardan sıkıldım, insanlığımdan, insan olmayı becerememiş insanlardan. Utançlarımın renkli hülyaları var ve bunları benden yıllarca saklamaya çalıştılar. Ama impratorlukların bile çöküverdiği bir dünyada, hangi sır ölümsüz olabilirdi ki! Soylu adetlerin, seçkin kurullarınca gökyüzüne atıverdiği Ra faizlerinin, kaç milyon işçi çalıştıracağı hakkında en ufak bilgim yok! Yapış yapış samimiyetler ardınca, beklentisiz yaşamak en iyisi, ama bunu becerip de , rahat rahat yaşamak da gerçekten zor. Kompleksli gülüşlerin perde arkasında üniversiteli soytarılıkların farkına varıyorum. Galiba ölmeden önce, biraz kaşımalıyım. Haydi!
Hey gözünü sevdiğim emperyalist Amerikası! Aslında sana karşı çok acımasız davranıyorum. Seni sevmiyorum; senin bizim için düşman olduğunu söyleyip, tereyağdan kıl çekmişçesine rahat olup, en kaygan kremler ile daracık zihnimi parmaklayıp, lakayt olmanın tadına varıyorum. Ama haksız bir elementim! Biz her işimizde işi yahudi düşmanlığına getirip, barışçıl tüm yolları kilitlediğimiz için, aynada ki mankafaya karşı bir söz hakkı daha tanımak istiyorum. Olmuyor, gayret yarım kalıyor! Dünyanın anladığı bir şeyi, ben gözlerimle gördüğüm halde; düşünmeyip neler olduğu hakkında ki gerçeklerden vazgeçiyorum rahatça! İşin en kötüsü de, Amerika’nın ürettiği petrolün 1.5 katına daha ihtiyacı olduğu değil; orada okuyanların daha ahlaklı ve namuslu olduğuna dair. Mesele, ülkem! Mesele üzümden ne olacağı değil; üzümün gerçekten adam oluşunu takip eden birilerinin olup olmadığı aslında. Barbarlığımı kesinlikle atalarımdan değil, nefsinden miras almışım; itiraf ediyorum. ’Are you human?’ bencilliğinin kavramsal şekil dağılmasında, ’Are you dancer?’ sorusu ile rahatladığımın farkına varıyorum. Dostlarımın ithamları büyük, ama izin vermek zorundayım her şeye. Kalacak olanlar dostum. Aynen lisans eğitimlerimizin kalitesiz oluşu gibi. Hayır, biz iyiyiz, neden ülkemizi küçümsüyorsunuz gibi ebleh şikayetlerinde farkındayım. Ama gerçekler var. Hani o hiç elimizden düşürmediğimiz soytarının, rengarenk cezbedici özelliği karşısında ne kadar da aciz oluyoruz, değil mi? Galiba anlatmak da çok güçlük çekiyorum; işte giderken, hani bileti alırken düşündüğüm mesele de buydu aslında. Biz, ülke olarak ilerliyoruz, ama gerilemek de hakkımız olan bir beğeni. Kavram silsilesinden tek dişli kalmış canavarlarız. Okudukça terörist oluyoruz aslında, herkes ne güzelde avutuyor kendisini: ’Okumayan insan dağa çıkar, eşkiyalık yapar.’ Eee? Başka bir kulp taksana dostum? Ben dilimi senelerdir hiçbir baskı olmadan severek konuşurken, neden bir başka dil için özgürlük verilmiyor? Yoksa çocuk öldürmek daha zevkli bir iş mi? Yoksa, yoksa evet; tabi ki utanıyoruz! Çünkü dilini konuşmasına izin vermediğimiz milletin çocukları, bizden daha samimi okumayı biliyor, okumanın değerini anlıyor, okumakla adam olunacağını iyi biliyor. Peki aynı garibanlığı paylaşmış bu parmak, can milletleri ayıran temelde ki cani kim? Bence de o yeşil soytarı, evet evet; o!
Neden uzatıyorum ki? Yoksa vazgeçipde, intiharın nasıl olacağına dair fikirler yürüten insanları hayal kırıklığına mı uğratacağım? Kır parmaklarını şu oturduğun banktan kalkmadan önce kendim! Tren gelebilir, geçebilir; bir başkasını beklersin. Gemi düdüğüyle limana yanaşabilir, hatta arabalar dahi çıkabilir içinden; çocuklar şaşırabilir. Ya da Mercedes’in son yaptığı otobüsten güzel kızlar, sarkık göğüslü kadınlar, askerler, emekliler, öğrenciler, öylesine gezmeciler, işçiler; en kötüsüde düşünmekten bihaber kalmış, okumuşlar inebilir. Çabuk kır parmaklarını ve okunmak için arkadan bir fatiha, zaman bırak; olur mu?
Boğuluyorum. Kendime tahammül edemeyecek kadar sabırsız oldum son zamanlarda. Son zamanların en olmaz anında kendimi kilitleyiverdim. Yaramaz, bütün havai duygular hiperaktif oluverir ergenlik zamanları. Bu yüzden ’rahatlamak için değil; düşünmek için’ denebilir tüm hissiz kalışlarıma. Sorgulatan mekanizmaların en edebi yanında, ilham üretmeye çalışan faaliyetlerinden dolayı, aklımın öfke ekiplerince yakalanıp, sorgudan geçirttiğim ’masumiyet’ artık sokaklarda bir aşüfte ruhlu kadın ve ben bu yüzden korkuyorum. Biliyorum ki; bana olmamışlıklardan bahsetmek için tam zamanı! Günlerden güzel bir gün, iyi biliyorum. Elmalar yeşil ağaçlarında ve hala üzüm koparabilirim ellerimle. Akşam çok fena başım ağrıyordu, belkide yakamadığım için birkaç dal ardı ardına. Koyumda, hüznün menteşeleri yeni bir gün açarken kapıları, solan çiçeklerin yalnızlığına silah çekiyorum güpegündüz. Devrikliğimin acziyetinde varolan gülüşlerimin olduğunu iyi biliyorum, ama saklanma istekleri karşısında oligarşik bir eğilim göstermem ayıp olurdu. Özellikle de bu firariliğime. Yalnızlıkları çoğaltan bir firarilik varken içimde, hangi baharda aklıma geldiğini unuttuğum kelime ötanazilerim var. Sadece susmam için, artık sebep aramamam için ve belkide sadece gitmem için!
Aslında suçun çoğu yine bende. Hani gitmelerinde; hızlı gidip, hızlıca yolu bitirmek isteğiminde; kentlerimi savunmasız bırakıp iğfal ettiğim akşamüstlerininde, tek sorumlusu benim. Bu yüzden içim rahat! Iskalamış da olsam hayatı, hani çoğu defa yıkıversem de karanlıklarıma ait barikatlarımı, yine de peşimden gelmeye itinayla plan kuruyor tüm güvenlik birimleri. Sapasağlam dönmek için geriye, gayret de etmeme gerek yok; çünkü gidiyorum. Ne zaman geleceğimi bilmediğim için, üzgünde değilim. Sadece birazcık dargınım kendime. O kadar!
Hep aynı yalanı besleyen ve de aynı şarkıyı çalan bozuk plak gibiyim. Ucu batıyor hayatın, ucu batıyor hayallerimin; aslında umutsuzluğuma ait ne kadar kelime beslemiş isem, işte o kadar düşüveriyor koltuk altımda sakladığım kar payım. İşsiz olsaydım, yani umutlu olsaydım; o zaman gerçek bir mutluluğun olduğuna dair inancımda olurdu, ama maalesef inancım yok artık öyle saçmasapan kapitalist sevdalı mektupların zarflarından açılıp, iyi bir şeyler olacağına dair yazılmış hayalperest gereksinim fihristlerine. Fevkalade bir iş becermenin mutluluğu da gelip geçici, bu yüzden ünlü insanların süslü püslü aforizmalarını fazla takmamaya, hatta okumamaya artık gayret gösteriyorum. Kitap da okumuyorum mesela. Ama okumadığım için yalan atamamak gibi mecburiyet mi var?
-En son okuduğum kitap hangisi hacim?
-Ya çok kitap okudumda da, en son...en son, abi şey...
-Ney?
-Hah, şey; adını unuttum ama yazarı yabancıydı. Paul’du galiba ismi.
-Anladım hacim.
Değil mi? Esasında ne kadar da aciz biriyim. Aslında daha doğrusu; ne kadarda aciz varlıklarız! Adaletsiz yaşamlarımız ardınca, hala güzelliği umabilen ve kahrolası yeteneklerini bankaların hazinesine bağlayıp, öylece yaşayan, öylece dans eden, öylece giyinen, öylece alışveriş yapıp parasını harcayan, öylece konuşan, yazan, kusan, atan, tutan, sıçan ve susan insanlarız. Hep bir adım gerimizde, ayağımıza yapışmış ölümün adaletini unutup, kendi tanrı ve tanrılarımızı oluşturan zihniyetlerimizle, vuzuhun cihetsel kanamalarının avuçlarımızda cühela sınıfına ait entel dantel kanaviçelerini hatırlatan soyutluğunda, sahip olmanın veya olmamanın reel sayılmayan kavram ahenksizliğinin ardı sıra, duygu pompalanışlarımızın seyrini takip etmeksizin yaşıyoruz. Kanıksanmak kadar, ayıp sayılmak da bir özgürlük!
Mesela biraz sonra, tamı tamına 9 milyon 33 bin 45 özneli nefesimde, en bağnaz tutkumdan bahsedeceğim. Ölmeden önce birkaç çağrı bıraktırmak adına telefonuma; belki de şarjı olmaz, belki o an işim olurda üzülürüm, kim bilir! Ama her biri ayrı yıldız olan rüzgarların en serin taşında sıradan bir mucizenin en renkli halini tadar gibi gömeceğim ihtilalleri çoktan yapılmış duyarlılıklarımın satır aralarını.
O kadar zaman neden uzattım ki! Aslında suçsuz değil hiç kimse ve biz bunu bildiğimiz halde hala birilerini ahklı çıkartmaya çalışıyoruz. Oysa zaman nasıl da suçlu olanı buluyor ve bizim gözlerimizin önüne serebiliyor. Yine olmadı, aklım almadı. Ellerimdeki damarların artık raks etmeye karşı söz ettiğini de hatırlamıyorum, ama bir şey var ki; o beni her şeyden daha beter korkutuyor. Edebiyat içinde konusuz akan düşüncelerimin ardı sıra, bu intiharımın izlerini takip eden polisin, suçlu olarak benden başkasını gösterme ihtimalinin iyi ayarlanıp, ayarlanmamasıyla alakalı bir şey. Ve ben olasılık sorularını sevdiğim için, rahatça öpebiliyorum kırmızının gülüşlerini. Bir kadının, bir güzelin afetin gülüşü kadar cezbeden yanı sıra, rengarenk soyuşlarında utanan bir kalem ayrıca. Ben seviyorum bu halini, sonlara ne kadar da çok yakışıyor. Plak bozuk, hala aynı şarkı çalıyor. ’’Sıkıldık! Tek mevzu bu, anlaşıldı galiba! ’’
Son kez deneyeyim mi? Olmaz artık, direnemiyorum. ’Şimdi tüm gücümle başlıyorum gerçeği yazmamaya; bütün sarı renkleri kanalizasyon sahipleniyor; unutmuşum; ötanaziler bir şey hissettirmiyor. Ne yazacağına karar verene kadar, kelimelerimin ilham kerhanelerinde gecelik paylaşılmasına izin veriyorum. Keşke üçüncü sınıf bir edebiyatçı sıfatını boşuna pay etmeseydin dostum. Bak şimdi günlerce edeceğim küfürleri yazamadım. İyi mi oldu, camı kırdık, söylentileri zarfladık, bahşişleri aldık ve ölüme koşar adımlarda kalemin ucunu tükürükleyip, beyaz tenli şehvetli kağıtlara bir şeyler karaladık. Suç mu, sanmıyorum. Ama ben bu ötanaziyi hak ediyorum. Sizi bilmem, tanımam, etmem. Ama hak verin ki; aynı renkte kanlar taşıdığımız sürece birbirimizden hiçbir farkımız yok.
’’Efendim, son kez tüm gerçekleri söyleyebilir miyim?’’ bana söylediğin en güzel cümle oldu evlat, seviliyorsun, aferin! Fakat lanetlinin gülüşünde, soytarıların mahkumu olmaya aitliğinde nevbaharlar bekleyen o kahpe yüreğinin içi boş kalsın... Tüm gerçekleri söylemek için sıramı teptim. Sıra sizde efendim.Ben ölmeye karar verdim. Kanım tükenmeden ambulanslar gelecek, biliyorum. Yine de güzel ama ölüyorum yalanı! Bu yüzden saç baş yoldurmaktan sıkıldım. Sessiz sedasız gözlerimi kapıyorum.
-Baba, beni affet; gidiyorum...
-Allah cezanızı verecek oğul! Bir işi de adam gibi yapamıyorsun; ölmeyi bile!
-Olsun, yine de deniyorum...
YORUMLAR
Kokusunu daha başlığında almıştım. Ciddiyete davet ederken bile insancıl ve bol göndermeli... Arka sokaklarında can çekişenler var kalbimizin ama öyle ya pahalı ve lüks bir semttir kurdugumuz cümleler. susmayalım öyleyse, kadeh kaldırıyorum şerefinizee:))Tebrikler.