- 545 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Böcek
Bir Böceğin Manifestosu;
Böcek felsefesinden söz etmeden önce, içinizden böceğin de felsefesi mi olur dediğinizi duyar gibiyim. O halde söze böceğin kendisinden bahsederek başlayalım. Sözünü ettiğimiz böcek, evlerimizde ya da her gün çeşitli yerlerde karşılaştığımız sıradan yaratıklar değil elbette. Onlar, yani bizler, sadece Dünya üzerinde tüketmek için varlığını sürdüren ve tüketeceği her şeyi satın alabilme gücüne sahip oldukları sürece varlıkları anlam kazanan, sıradan insanlardır. Yani egemen gücün işleyişine katkıda bulunabildiği sürece var olması gereken, ancak bu vesile ile varlığını sürdürebilmesine olanak sağlanan sıradan insanlar.
Kim bu insanlar ve nerede yaşarlar? Köylerde, kasabalarda, şehirlerin kenar semtlerinde, yani şehir olmayan yerlerinde yaşar ve inanın işe yararlar. Yaramasalar var olamazlar zaten. Şimdi ne yerler, ne içerler, ne iş yaparlar diye anlatmaya başladığımda ise birçoğunuz bana kızacaksınız belki önce. Çünkü bu insanlar çok yakınımızda ve hatta kuvvetle muhtemel içimizde yaşıyor, Belki de biziz ve bu adam ne biçim bir isimle adlandırıyor diye düşüneceksiniz. Ancak verdiğim bu isim (Böcek) insanların yaşamı ile ya da yaşamdaki gerekliliği ile doğrudan örtüşüyor ve anlatılmak isteneni karşılıyor diye düşünüyorum. Pekâlâ, artık benim sahip olamadığım o hoşgörüye ve sabra sahip olanlar daha sempatik bir sıfatta koyabilirler sonra. Lafı fazlada uzatmadan, bodoslama girelim artık konuya ve diyelim Mevla rast getire.
Hepimizin yediğini yer, hepimizin içtiğini içer ve hepimizin yaptığı işlerde çalışır bu insanlar. Öyle sıradan ve olağan görünür ki durum, bazen kendimizin de bir farkı kalmaz onlardan. Askere gider, evlenir, çoğalır, gezer ve görürler aslında, ama yinede durumu kabullenmekten başka bir çaresi olmadığını düşünür ve buna tekrar, tekrar kafa yormamanın en doğru olacağına karar verir. Yani o zamana uyar, bu kaçınılmaz bir sonuç gibidir aslında onun için. Tarih boyunca olduğu gibi korkularına yenik düşer ve kanıksar durumu. O kadar normal bir hâl alır ki yaşam, aksi ancak normal dışı gibi gelir kendisine.
Örneğin evlenmeyi düşündüğünde aklından geçireceği ilk şey ömür boyu âşık olabileceği biri değildir. Başka şeyler vardır çünkü öncelikli olan, zordur hayat, bu zor hayatı birlikte tamamlayabilmek daha önemlidir onun için. Sosyal haklar, malvarlığı ya da ailesinden kalabilme ihtimali olan miras gibi. Bu bilgiler daha kalıcı ve gerçekçidir. Nasılsa bir süre sonra bitecek olan aşk, orgazm olmaya engel teşkil etmez.
Ya da; Askere gidip ölmeden dönebilmektir bütün meselesi. Yanındakinin ölmesi tercih sebebidir mümkünse. Mayın temizliğinde kullanılan bir temizlik bezi olduğuna inanır. Silahın arkasında durmanın bir şans olduğunu düşünür, önündeki yalnızca şanssız olan düşmandır. Ve bir yandan yasal adam öldürmenin hazzını yaşar içinden. Hafızası 15 aydır çünkü sonrası hatırlanmayacak kadar yasaldır. Herkes gibi kolay karar verir, herkes öyle yapmıştır. Çocukluğundan beri bu göreve hazırlanmıştır. Her kes öyle doğar. O halde, sorulacak soru kalmamıştır, en büyük herkes bizim herkes…
Her ne kadar yapacaklarını ruhunu terbiye ederek teminat altına aldıysa da, karşı koyamayacağı zaafları olacaktır. Onları tatmin etmekte karşı konulmaz bir haz vereceğinden kendisine… Kontrollü ve yine az hasarlı durumu atlatabilme yoluna gidilecektir. Futbol maçlarına gidilip, bira içilecek ya da birkaç çocuk yapılıp evlilik güvence altına alındıktan sonra hayatı sorumlulukları ile birlikte eşinin sırtına yükleyip basite indirgeyecektir. Alışveriş, tatil ve bir türlü karşılanamayan ihtiyaçlar. İstisnasız her iki kutup içinde çıkacak sonuç eksikliklerin bitmeyeceği ve bunun evrensel bir gerçek olduğudur. Erkek fırsatını buldukça eşini aldatacak, kadında toplumsal şartlar gereği durumu görmezden gelecek ya da bunu isteklerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak değerlendirecektir.
Haberdardır, Dünyada, çevresinde olup biten her türlü durumdan, yaşanan her olumsuzluktan haberdardır. Ama bir hayvan terbiyecisi gibi terbiye etmiştir ruhunu. Görmezden gelmeyi, duymazdan gelmeyi hatta bilmezden gelmeyi bile bir refleks haline dönüştürmüştür. Bu halde olup biten her şey, olup bittiği ile kalır. Ta ki ucu kendisine dokunana dek, işte tam bu sırada dimağı açılır, adeta ışık yanar beyninde. Olup biten tüm bu olumsuzluklara karşı tepkisiz böceklerle doludur Dünya ve hiç tereddüt etmeden hayıflanır. Onca insanın arasından gelip onu bulmuştur çünkü.
Oysa ondan beklenen her şeyi yapmıştır, tüm vatandaşlık görevlerini layıkı ile yerine getirmiştir. Büyük bir haksızlıktır bu, düzene itiraz etmemiştir ki hiçbir zaman. Bunca insan arasından gelip onu bulmuştur. Oysa harcanacak bir dolu böcek vardır sırada, ona gelene kadar. Tüm bu olumsuzluklar yaşanırken bir an bile tereddüt etmez kendisinden. Haksızlığa uğramıştır ve bunu fark ettiği anda beyninin tüm kıvrımları en az hasarla nasıl atlatabileceğinin hesaplarını yapmaya başlamıştır. Kanıksanmış o kadar çok örnek vardır ki kafasında, sorgulamak, durumu çözümlemek aklına bile gelmeyecek kadar uzak bir ihtimaldir. Çaresiz, bekleyip görecektir sonucu ve şartlar değiştiğinde kendisine yapılanı unutmayacağını hayal edecektir.
Dünyaya gelmekle birlikte doğayı da tüketme hakkı verilmiştir kendisine. Var olan vakti üç aşağı, beş yukarı bellidir. Hepimizin bildiğini oda bilir ve ortalama insan ömrünün 64 yıl olduğunu bilerek planlar hayatını. Bu süreyi maksimum kalite ve tüketim formülü ile değerlendirir.
İlk yirmi yıl çocuk, sonraki yirmi yıl yetişkin ve kalan sürede de yaşlı olacaktır. Bu bellidir, bunu hiç kimse değiştiremez. O halde plan şudur. İlk yirmi yılı sonraki yirmi yılda yapacaklarını öğrenerek ve planlayarak geçirecektir. Sonraki yirmi yılını da yaşlılığını güvence altına almak için kullanacaktır. Ve nihayet yaşlılığını da ölümden sonra cennete gidebilmek için harcayacaktır. Ateist değilse tabi, aksi halde tüm yaşlılığını yaptıklarını anlatarak ki anlatacak pek bir halt olacağını sanmıyorum, hangi ürünü hangi marketten daha ucuza alabileceğini araştırarak ve hep şimdiki gençlerin ne kadar kafasız olduğunu söyleyerek tamamlayacaktır ve belki birazda cehennem kadrosuna başka kimlerin alınacağını…
Günahları geçecektir hafızasından ve tüm gücü ile zorlayacaktır bedenini. Yaptığı iyilikleri hatırlayabilmek ve kolay yoldan onlara yenilerini ekleyebilmek için. Ama hayat acımasızdır, yapılabilecek fazla bir şey yoktur, ruhunu teselli etmekten başka.
İlkel Böcekler;
Birçok teori ve ispatlanmış gerçek bulunmasına rağmen görmezden gelinen en önemli yasaklardan hatta konuşulması sakıncalı durumlardan biride budur. Ya sonu gelmeyen muhabbetlerden ibaret olabilmiştir böcekler arasında ya da herkesin fikri kendini bağlar cümlesi ile son bulmuş tarifi mümkün olamamış bir gerçektir ilkel yaşam. Darvin’e yazık etmiştir siyaset anlayacağınız. Ucuz ama sonuçları kıymetli bir amaç uğruna harcanmıştır bilim. Dönemin en değerli bacasız fabrikaları olmuştur tanrı müessesi. Gerekli her durum için tanrılar yaratılmış ve düzen, intizam sağlanmıştır. Dönemin yöneticileri bu fabrikasyon tanrıların vekili olarak istediklerini almış ve halkın ırzına geçmiştir. Günümüz yöneticilerini sorumlu tutamayacak kadar eski zamanlarda gerçekleşen bu olaylar hakkında pervasızca söz söyleyebilmek de benim bir nebze olsun içimi rahatlatmıştır.
Katarsis, yani sözlük anlamı tam olarak bu olmasa da aslında iktidarın toplum üzerinde tanrılar aracılığı ile yarattığı korku ve iktidar olmayanın ırzına geçme eylemidir. Bu durum böcek oğlu ateşi, rüzgârı ve diğer bilmediklerini keşfetmeye başladıkça geçerliliğini yitirmeye başlamış ve iktidarı yeni arayışlar içersine itelemiştir. Bu durum aynı zamanda bir başka gerçeğinde ipuçlarını vermiştir bize. Böcek oğlu bilmediklerinden korkabilmekte ve bildikçe korkularından kurtulabilmektedir. Yazık ki iktidar böcek oğlunun bu özelliğini kendisinden önce keşfetmiştir. Ve harekete geçmekte tereddüt etmemiştir.
İnsan bilmediklerinden korkmuştur hep tarih boyunca ve maalesef bu durum bu günde hala güncelliğini sürdüre gelmiştir. Bu korku halinin kendisini koruyan bir otokontrol olduğuna bile inanmıştır çok zaman. En acı olan da budur zaten, korkularının esiri olma hali.
Korktuklarına tapınma, yaltaklanma hatta korkusundan dilenme haline bile indirgemiştir kendisini. Sanki her şeyi bilmesi gerekirmiş gibi yaşamaya çalışmış ve bilmiyorum demekten korkar gibi yaşayıp bilmedikleri için kendisini hep suçlu hissetmiştir. Bu insanın ruh halinin gereğinden çok iktidarın bu durumdan faydalanma arzusundan kaynaklanmıştır.
Evet, böcekler atalardan kalma korkuları çözümlemiş ve bu yolda onlara yön veren bilim lanetlenmiştir. Demek ki formül; Ulaşılması güç yeni korkular yaratmak ve bilimi, bilmeyi engellemektir.
İşte unutulmaması gereken en önemli durumda budur. Egemen gücü egemen yapan bilgidir. Gerekli bilgi neredeyse, egemen oradadır. Orada olmak ve o bilgiye ulaşmak zorundadır. Çok basit bir denklem gibi görünse de aslında gerçek budur. Tüm iktidarlar sahip oldukları bilgi, pratik zekâ ve bilgiyi kurnazca çıkarları doğrultusunda kullanabilme yetenekleri sayesinde iktidar olabilmeyi başarmış ve bunu devam ettirdikleri sürece iktidar olabilmişlerdir. Binlerce kişiden oluşan insan toplulukları bile bu sayede çok kolay bir biçimde kontrol edilebilmiş, yönlendirilebilmiş hatta ölüme bile gönderilmiştir.
Siyaseti bu yüzden seviyorum işte… Bir anda, çok haksız bir durum bile, siyasetin belirgin bir mantık silsilesi ile savunulabiliyor, parlak zekâsı sayesinde haklı olabiliyor ve buna binlerce kişiyi tereddütsüz inandırabiliyor.
Bu çirkin silah insanlığın en büyük düşmanı ve paylaşamadığıdır. Ve doğa yeterli süreyi armağan etmiştir insanlığa. İnsanlar bu vakti bugüne dek iyi değerlendiremese de bundan sonrası için çok geç kalmış da sayılmaz. Ama yinede doğanın bu işi tamamen insanların insafına bırakacağını zannetmiyorum. Umuyorum ki insanlar da bunu fark edecekler ve korktukları için değil, kendileri için bilerek, isteyerek bu duruma müdahale edecekler. Aksi halde doğa kendini koruyacak ve kendisini daha çok sevecek canlılara ev sahipliği yapacaktır.
Savaş ve ölüm;
Yalnızca ülkemize has olmayan bir durumdur bu, Dünya tarihi savaşlar çöplüğüdür. Savaşlar ve ölümler. Bu konu benim özellikle hassas olduğum, sabit fikirli olduğum ve hatta sübjektif olduğum bir konudur. “Savaşın Kazananı Olmaz” Bu söz sonuna kadar arkasında durduğum, savunduğum ve her fırsatta kendime de çevremdeki diğer insanlara da tekrarladığım önemli bir sözdür.
Savaşın kazananı olmaz çünkü savaşın tüm tarafları sonunda mutlaka zarar görür. Taraflardan biri ya da birkaçı amacına ulaşmış, hedeflediği başarıyı sağlamış olabilir. Ama bu savaşı kazandığı anlamına gelmez. Savaştan herkes zarar görür, savaşmayan, savaşın yakınında olan bile… Kendimizden, yakın tarihimizden bir örnekle açıklayayım durumu. Hemen hepimizin bildiği Çanakkale zaferi örneğin; Bu savaşta tarafların tümü ağır zayiatlar vermiştir. Binlerce insan bu savaşta ölmüş ve bu savaşın sonucunda ülke topraklarının bütünlüğü korunmuş, Çanakkale geçilememiş ve ülkemiz açısından istenilen başarı sağlanmıştır. Bizim açımızdan buraya kadar her şey normal, ortada kazanılmış koca bir zafer var. Karşı taraftan bakıldığında da bizden çok daha üstün ordu teçhizatlarına sahip olmalarına rağmen ortada kazanılamamış bir zafer, kaybedilmiş koca bir savaş var. Onlar savaşı kaybettiklerini düşündüler, biz de kazandığımızı düşündük sonuç bundan ibaret görünüyor. Oysa onlar başarabilselerdi bile istediklerini sizce kazanmış olacaklar mıydı gerçekten? Binlerce insanın öldüğü bir savaşa zafer diyebilecekler miydi? Politikacılar halkın gözünü boyamak, bakın verdiğiniz vergilerle biz bu savaşı kazandık diyebilmek ve hatta bakın kocalarınız, kardeşleriniz, babalarınız öldü ama verdiğiniz vergileri iyi kullandık diyebilmek için evet buna zafer diyebileceklerdi belki.
Biz de yüz binlerce insanın öldüğü bir savaşa zafer diyebilmek için biraz düşünmeliydik. Zaferi kutlarken ölen askerlerimizin kaybının da bir hiç olmadığını anlamalı, anmalıydık. Bir bahçeyi bile önemli kılan şey içindeki yeşildir, yani üzerinde yaşayan canlı. O halde bir toprağı, bir ülkeyi önemli kılan da üzerinde yaşayan insanlardır. Bir ülkede yaşayan insanlar mutlu ise o ülke zengin, bir ülke zengin ise orada yaşayan insanlar için hayat güzeldir. Gerisi laf…
Hayat sunulmuş bir armağan gibidir insana, onu önemli kılan şey ise uğrunda harcadığınız zamandır.
Dünya tarihi savaşlarla doludur, toprak savaşları, din savaşları, su savaşları, petrol savaşları vesaire, vesaire. Günümüz Dünyası da savaşlarla dolu, teknoloji savaşları, nükleer savaşlar, bilgi savaşları, sanayi savaşları, yani sonu gelmeyen kibir savaşları ile dolu bir dünyada yaşıyoruz.
Saymadım ama sanırım bu güne kadar yaşanan savaşlarda ölen tüm insanları toplasanız bu günkü Dünya nüfusuna yakın bir sayı çıkar. O halde şöyle bir cümle kurmak yerinde olur; Bir Dünya insan öldü ve bugün hala insanlar yeterince mutlu değil. Demek ki bu savaşların hiç biri insanlığın mutluluğu için yapılmamış. Çıkar kaygısı gütmeyen bir savaş olamayacağına göre, bu çıkar insanlığın çıkarı değil, peki, o halde kimin?
Dinler;
Tıpkı yemek, yemek, su içmek, soluk almak gibi doğal bir ihtiyaç inanmak. Ve tüm insanların ortak zaafı, toplumların kullanılmaya açık yegâne duygusu inanmak. Her ne olursa olsun, bir fikre, görüşe, bilime ya da dine inanmak doğal ihtiyaçlarını karşılamak gibi gereksinimidir insanın.
Doğasında olan bir duygudur çünkü soru sormak ve sorularına cevap aramak. Omuzlarının üzerinde taşıdığı en önemli organıdır aklı. Ve insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğidir.
Tıpkı yaşamını kolaylaştırmak için uzuvlarını kullanması gibi gereksinim duyar aklını kullanmaya da.
Ne var ki bu aklını kullanma tutkusu, yaşamını ve içerisinde yaşadığı gezegeni sürekli sorgulama arzusu türlü işler açar başına. Bilimin cevapları yetişemez insanoğlunun soru sorma hızına. Devreye en büyük zaafı olan bilmediklerinden korkma duygusu girer ve hayatının karmaşasını ateşler.
Günümüzde bilim hayatın her alanında kullanılmaya, insanların yaşamını kolaylaştırmaya ve yaşamın doğal bir parçası olmaya çalışmaktadır. Bu nedenle bir dönemin ölümcül korkusu olan hastalıklar, günümüzde bilimin çözümleri ile sıradan, basit rahatsızlıklara dönüşmüştür. Hatta bazı hastalıklara neredeyse artık rastlanmamaktadır. Ya da geçmişte yüzlerce insanın yaptığı işleri çağımızın teknolojisi ile birkaç dakikada minicik aletlerle yapılabilmektedir. Bu örneklerin binlerce çoğaltılabilmesi mümkündür.
Ancak yinede cevaplayamadığı soruları vardır insanın. Ölümden sonra ne olacak, hayat içinden çıkılmaz bir hal aldığında kim yardım edecek gibi.
Örneğin kredi kartı borçlarını ödeyemeyen bir kimsenin, amansız bir hastalığı olanın ya da ev sahibi olmak isteyenin sığınabileceği bilimsel bir merci yoktur. Ya da günümüz tıp anlayışına göre beyin ölümü gerçekleşmiş bir kimsenin geri dönüşü mümkün değildir. Fiziki olarak ölümden sonra gerçekleşecek süreç, toprağa karışmak (fosilleşmek) ve doğaya bir başka biçimde dönmektir. Diyalektik olarak da madde eksilmeden, şekil değiştirerek doğadaki varlığını sürdürmektedir.
Bilimin bu açıklaması insanı pek tatmin etmiyor tabi… Ölümün bir gün gerçekleşeceği bilgisi ve korkusu insanı farklı arayışlara yönlendiriyor.
Dinlerin sosyal yaşama son derece önemli katkıları olmuştur. Toplumsal yaşamın yasalarla belirlenmeyen sosyal ve ahlaki kurallarını belirlemiş ve toplumların kendi dinamiklerini oluşturabilmesine olanak sağlamıştır. İnsanların ortak değer ve duygularla toplu hareket edebilmelerine katkıda bulunmuştur.
Ancak tüm bu olumlu yanlarının yanı sıra olumsuz yanlarını da göz ardı edemeyiz.
Örneğin; din adamları, yöneticiler, toplumların bu zaafını kullanarak önemli hatalar yapmalarına sebep olmuşlardır. Haçlı seferleri, din savaşları gibi. İktidar olma hevesi için din üzerinden siyaset yapanlar, dini kurallara göre yasalar uygulayanlar, bilime ve sanata karşı olanlar insanlığa karşı en büyük suçlardan birini işlemişlerdir. İnsanların inançlarını kullanarak çıkar sağlamışlardır.
İnsanları akılcı olmayan, koşulsuz, şartsız, sorgusuz inanmaya teşvik ederek çıkarları için kullanmışlardır.
Sorgulayan, akla, mantığa ya da bilime, sanata inanan insanlar en büyük düşmanı olmuştur bu soysuzların. Düşünen, bilen insan çıkarları ile örtüşmemektedir çünkü. Ve maalesef iktidar oldukları da için çok zaman, amaçlarında da başarılı olabilmişlerdir. Bilimin, sanatın en önemlisi de insanlığın önünde en önemli engel olmuşlardır.
İşte bu yüzden saçma sapan hırsları bir kenara bırakıp, önümüzü açmalıyız. Aklımızı, insanlığımızı aşağılamasına izin vermemeliyiz bu zihniyetin.
Kendi ülkemizin şatları ile birkaç örnek göstermek istiyorum sizlere.
Ülkemizde din eğitimi zorunludur neden?
Din eğitimi vereceksiniz ki size güvenen, sözünüzü dinleyen insan sayısı artsın.
Yıllardır uygulanıyor bu eğitim sistemimizde neden?
Çünkü cumhuriyetin ilanından sonra din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı. Ve dini otoritenin gücü sarsıldı. Elbette bunun bir bedeli olacaktı ve bunu iktidar değil, halk ödeyecekti. Dini otoriteden alınanın yerine bir başkası verilecekti. İşte buda o bedelin bir parçasıdır diye düşünüyorum. Bir zaman sonra kaldırılacak belki bu saçma kural ve bunca zaman uygulanan bu aptalca baskının mağdurlarına bunun hesabını kimse verecekmi acaba? Sanmıyorum…
Ezan hiçbir ilahi özelliği olmayan, namaza çağrının metnidir. Ve yıllardır Türkçe okunmaz, okunsun istenmez neden?
İnsanlar bildikçe otoritenin kaybı artar, toplumun otoriteye olan ihtiyacı azalır.
Eskiden çalar saat, radyo, televizyon ve benzeri gibi araçlar yoktu. Bu nedenle de insanlar namaza ezan ile çağrılırdı. Şimdi tüm bu olanaklar var, namaza gitmek isteyen pekâlâ saatini kurabilir ama ezan insanları namaza çağırmak için ısrarla okunmakta. Üstelik nostaljik yanını da kaybederek, hoparlörlerden okunmakta. Bu gerçekten bir çağrımı, rahatsız edici bir ısrar mı? Eğer çok samimi bir çağrı ise bu, insanlara salak muamelesi yapmayı bırakın aptal durumuna düşüyorsunuz…
Bu örnekleri de binlercesi ile çoğaltmak mümkün ancak, hepimiz zaten bu gerçeklerle iç içe yaşıyoruz. Bildiğimizi tekrar, tekrar anlatmanın da bir faydası olacağını zannetmiyorum. Burada önemli olan dinlerin akıl karşısındaki acziyetini ortaya çıkarmak değil, yaşamımızdaki olumsuz yansımalarını ortadan kaldırmaktır. Saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok olumsuz etki bulabiliriz istersek. Ama söylediğim gibi önemli olan bizlerin yaşamındaki olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak. Korkmadan, herkes öyle düşünüyor diye saklamadan, toplumdan dışlanırım ya da örümcek kafalılar beni sevmez kaygısı gütmeden, içimizdekini söylemeli, düşündüklerimizi insan gibi yaşamımıza da geçirebilmeliyiz. Bu din düşmanlığı gibi algılanır ve toplum beni aforoz eder korkusu ile yaşamımızı sürdürmeye çalışırsak aslında bizde kendimizi hayattan aforoz etmiş oluruz.
Bilime ve sanata inanmak, insanın yaşam boşluklarını doldurur. Hayatı kaliteli yaşamamızı sağlar ve varlığımızı anlamlandırır. Bu Dünyadan ayrılma vaktimiz geldiğinde, gideceğimiz yerin kaygılarını yaşamaktansa, geride bıraktıklarımızın hazzını yaşamamızı sağlar. Bir kere gelmiş bulunmaktansa, yaşayıp gitmiş olursunuz.
Güvence;
Önemli tutkularından biri de insanoğlunun güven duygusudur. Güvenmekten çok güvence altına alma arzusu ile yanıp tutuşur.
Hayatını, geleceğini, sağlığını, yaşlılığını, ekonomik durumunu, yakınlarını, yakınlarının yakınlarını kısacası sahip olduğu her şeyi güvence altına alma ve bunun sürekliliğini sağlama çabası içindedir. Hatta yaşamının büyük bir bölümünü bu uğurda harcamaktan kaçınmaz çok zaman. Öyle baştan çıkar ki, birde bakarsınız altmış yıllık ömrünün elli yılını içinde on yıl oturabileceği bir ev için harcamış.
Sahip olduğu güçlü mülkiyet duygusu mudur, sonsuza dek var olacağına inanma arzusu mu bilinmez ama bu çaba uğruna acımasızlaşabileceği de bir gerçektir.
Güvence altına alabileceğini düşündüğü hemen her şeyle ilgili güven merciinin de insan olması, aslında bunun kendini kandırmaktan başka bir şey olmadığının da belirtisidir.
Elbette ki kaygılarımızla ilgili yatırımlar yapmak gerekir ama unutulmamalıdır ki bu yatırımlar ancak kaygılarımızı azaltacak araçlar olabilir. Yaşamımızı adayacağımız amaç asla olamaz, olmamalıdır.
Bir günde bile ülke sınırlarının değişebileceği, ya da bir deprem anında sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin yok olabileceği göz ardı edilmemelidir.
Yaşadığımız sürece güvence altında olabilecek tek yatırım kendimize yaptığımız yatırımdır. Ticaretiniz bozulabilir, iş yeriniz kapanabilir ama yaşadığınız sürece öğrendikleriniz sizindir. Öğrendiklerinizi yaşamınıza geçirdiğiniz sürece de artı değer sahibisinizdir.
Amacım felaket tellallığı yapmak değil elbette, depremler, savaşlar ve daha çoğaltılabilecek binlerce olumsuz örneğe göre hayatlarımızı yaşamıyoruz. Ama durup neden ben sorusunu soramayacak kadar kısa bir anda bile son bulabilir her şey.
Bu Dünyada yaşayan milyonlarca insandan biriyiz, herkes kadar güvende, herkes kadar güvencesiziz.
Saçma sapan tutkuların esiri olarak yaşadığını düşünen ama yalnızca soluk alan sıradan bir canlı olmaktansa, insan gibi bir an yaşamayı tercih ederim.
Netice itibarı ile güvende olduğunuzu yalnızca hissedebilirsiniz, hisleriniz ise sizi yanıltabilir.
Sanat;
Organik bir eylemdir her şeyden önce, beslenir, gelişir ve çoğalır. Bu sanatın tüm alanları için geçerli bir durumdur.
Nedir; Bir eylemin sanat olabilmesi için mutlak olması gereken temel durumlar vardır.
İnsan (sanatı üreten ve tüketen), duygu alışverişi (eser ile tüketici arasındaki duygu alışverişi), neden (üretim gerekçesi).
İnsan; Sanatı üreten ya da tüketen insandır. Aksi düşünülemez ancak üretirken her türlü canlı ya da cansız varlıktan faydalanılabilir. Bir eylemin sanat olabilmesi (Sanatsal bir değer kazanabilmesi) insan tarafından tüketilmesi ile doğrudan ilintilidir. Örneğin çok başarılı bir ressamın çizdiği başarılı bir resim amacına (İnsana) ulaştığı an sanatsal bir değer kazanır. Aynı resim evinin bodrumunda duruyorsa sanat gerçekleşememiş demektir.
Duygu; Duygu eser aracılığı ile tüketiciye yani insana taşınır. Sanatın gerçeğe dönüştüğü andır bu, sonuçtur. Duygunun süresi ve şekli önemli değildir.
YORUMLAR
Akılcı bilgi birikimiyle oluşturduğunuz yazınızı beğenerek okudum.
Tebrik eder,çok okunmasını ve hisse alınmasını diler, saygılarımı sunarım.
ERKAN ÇELİKOL
Kaliteli, sabırla okunması gereken ve detaylarında insanın yapmacık metamorfozuna ait yığınla gelişmeler..Süperdi, tebrikler.