- 689 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
S o n s a a t l e r i m
Bir ağustos sabahıydı. Turnalar, gökyüzüne uzanan eller misali gittiler. Gitmeleri gerekiyordu. Anka ayazlarına benzer bir uğultu duyuldu ilkin, sonra da sessizlik. Göğün mavisine dokunan kanatlarının şaşkınlığında, bir şiir oluverdi deniz. Martılar üzgündü; başka bir ahenk oldu bereketiyle gelen sonbahar. Hasretlerin semahlarında çok zaman geçti. Sarı kıvranışlarında, toprağın üzerine atıp yıkılışlarıma ait battaniyelerimi, uzaktan sevmeleri sevdim hep!
Boğumlamaların nefesimi tıkadığı yerde, mozaiklerin tutkallı dokunuşlarını parmaklarımla hissettim. Hiç görmediğim Cenneti tasvir etmek de, zorlanmıyordu nefes alışverişlerim. Sayıklamalarımın, hayallerimin yıkılmaması için uğraş verdiğine tanık olunca, failinin özgürlüğünü çırpıverdim iki elimle. Yetim çocukların düşleri oldu sevgim. Yaşamak umdum; anneli babalı. Gökyüzünde dolaşan bulutlara dokunabilen eller misali; şiire, öylesine bir giriş yaptım.
Şehir, kıyamete hazırlanıyordu. Bir kadının sütten yoğurt yaptığı tencereyi yıkadım. Kızıllığında, hurileri andıran kadınlar eledim zihnimden. Hepsi yaşıyordu, hepsinin yüreğinde dudaklarına pompalanan bir umut öpücüğü vardı. Kadınlarım vardı peygamber çiçeğinin toprağında; figüran, hep ‘kırmızı’! Rengârenk gözlerini kapattıkları andan sonra, sayıklamaları içerisinde renk diye bir kavram kalmıyordu. Öldükten sonra sevdiklerine telefon açmak için hepsi sıraya girmişlerdi, ama hiçbiri ölmüyordu. Bir nedeni olmadan; ben de her mevsim onları öldürmek mecburiyetinde hissediyordum. Kelimelerim, yine rengârenk saçlarını tarıyorlardı. Saçları seviyordum, uzaklığını itiraf ediyordu sevgilimin.
Yaşlı bir senfoni, düş boğumlarının şairine yaklaştırıyordu gemisini. Yine birkaç saniye parçalanıp, avuçlarımda hayal kırıklarım adına yama oluyordu. Artık oyun oynamalardan yorulduğum için, yaşamak istiyordum. Öbek öbek sözcüklerin, kitaplardan çıkıp, rüyalarıma girdiklerini görünce, rüyamı kimseye anlatamadım ilkin. Belki de bir umut dedim, ama kelimeler ile oynamak istemediğim halde, rahat bıraktığımı zannettiğim ay ışığı dahi, umutların sancılı bir gebesi kalıverdi terli sayfalardan ve raks edebildiklerine şahit oldum hüzünlü kaldırımların kırık taşları üzerinde yırtık ayakkabıları ile. Belki devrikti, ama gerçekti sevgim; anlatamıyordum.
Erdemli yalnızlığın, dinlenmesi gereken hikâyeleri olduğunu fark ettim. Uçup giden martıların, yağmurlara âşık olduğunu anladım. Bu yüzden hiçbiri utanmıyordu çırılçıplak sevişmelerden, bu yüzden yosun tutan gözlerimde maziydi tüm dalgalar denizden; martılarda biliyordu orada olduğumu. Bu kuşanmışlığımın ardı sıra, hayata dair gerçeklerin, gerçek olmadığını gördüm. Perde arkasında çok farklı haberler barındırıyordu yaşamak; biraz mutluluk ve gerisi ölüm. Kuşanmışlığa ait doğa mola verirken yaz mevsimiyle, başakların secdeye kapanıverdiğinin haberini, adına yalnızlık konulmuş bir berduştan aldım. Elma ağaçlarında asalet, asmalarda sürgün veren dalları ve nergislerin taç olunası yaprakları… Hepsi film şeridinde mazi olurken, omzuma yaslanan bir hayalet buldum. Toprağa baktım ve küstüm yaşamak için. Yüksek topuklu özlemlerinde, babetleriyle şehirlerde dolaşan vuslatlar; sıkıverdi aşkları; şair sustu, kirlendi tüm mısralar. Ben çok özledim; ayrı düşmeden sevmeleri.
Ayrı kalışlarımıza bir bildirim düştü. Heyecanlandığım tüm bahisleri kaybetmenin haykırışlarında hayata dair motivasyonlara dayanıvermiş kimsesizlikler arasında, Avni hatırasıyla yollarda sendeleyip, düştüğüm günler oldu. Fazlaca sevilmeyen bir şairin sözleri geldi aklıma:
‘öyle aydınlık bir sonbahar ki
senin yaklaştığın anda yüreğimdeki kör yangın
bu yangından herkes kahkahalarla çıkacak
bir sen kurtulamayacaksın’
Yanımda olsa kudururdu sevdiğim. Bildiğim en iyi iş, uzaktan sevmekti. Sevdiğimde, düşündüğün an yaklaşıyorum aynı ateşin nefessiz kalışlarına. Herkes gülüyordu sanki!
Terminallerde otobüs şirketleri bayram etmeye, hasretim koynumda alevlenince başladı. Hep bir umut, farkı olmadan yürek de dolaşan kanımla, yorgunluklarım ve bezişlerim tırmanıverdi saçlarımın kılcallarından. Kirpiklerimde mavi rüya, kahır üstüne kahır ve kaydıraklı sevinçlerin ardınca yaşlarımın daha düşmeden buharlaşıverdiği arzuhallerin kurşun sıkılmış döşeklerinde, çağrısız sevdamın alın teriyle kazanılmadığını anladığım anda, gamzelerime doluşan gece ayinlerinin ateşlerinin sönmüş cinnetlerinden kalıvermiş yazgısı altında, artık süvarisi kalmamış süvarilerin siluetlerini koparıvermeye başladım. Bir daha çiziverdi şair, ressamının öldüğü yerde!
Şehirlerin, saçlarımdan omzuma düşüveren kepekler kadar yılgın olduğuna şahit oldum yeniden. Her dönüş yolunda; Bilecik sızlattı kemiklerimi kökünden. Ladese tutuşmuş çocukların bağırışlarında, hayal kurulan otobanların, ‘yaşamak’ denilen ormanın sonunu bulamayan bir çilekeş olduğunu öğrendim. Arada molalar vermek iyi oluyormuş, bu yüzden salıncakların ipini kestim, sevgilimin bir gece olsa da geleceğine dair söylencelerde.
Sahile indim sonra. Turnaların gidiş yolu üzerinde, radarlarını hicrana saklamış, rüşvet alan bir gelecek gördüm mavide. Aynı hüznü paylaştığımı anladığım insanlara baktım. Tükürdüm iki ayağımın tam ortasına, sonra da sildim sağ ayağımla. Paketteki son sigarayı alıp, avucumda hüznümü paylaştığını zannettiğim yabani zevkini düşündüm. Çok tuzlu tenlerinde, parfüm kokularıyla kendini avutan genç kızları siliverdim avuç izlerimden. Hepsi çok yaşlıydı yaşamak için artık. Kalemimi çıkarıp, yazmak istediğim sevdiğime. Martılar artık tanımaz olduğundan beni, rahatça konuşabildiğimi fark ettim ölümden yana. İstanbul’a giden bir feribota daha el sallayıp, çekiverdim nefesimi gurbetimden. Zaman geç olmuştu, dönüş yolunda beni bekleyen kediler olduğunu bilip, kaval kemiğimi okşadım yavaşça.
Turnalara mektup yazayım dedim, kalemimin mürekkebi kurumuştu. Otobüs de çok salladığı için, midem bulandı gözleri açık her an ölmekten. Öptüğüm dargınlıkların, redif sesinde bitap düşüverdiği memleket oldum, koktum iğde uyuşukluğunda. Noktayı koyacak kelimeyi unuttuğum için, susuverdim birden.