- 595 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DENEMELER (1)
BEHİYE ve HASAN’ın HİKAYESİ
Acar bir şehir gazeteci olan Olgun önceki gün işlenen korkunç cinayeti detayları ile birlikte haber yapan gazeteci olarak yazı işleri müdüründen bir maaş ikramiye almanın hazzı; işlenen cinayetin korkunçluğunu düşünerek, lodosa ve tipiye aldırmadan sabahın ilk ışıklarında evine gitmek için Eminönü İskelesine doğru yürüyordu.
Birkaç gün önce bu saatlerde İstanbul’a ailelerinden kaçarak evlenmek için gelen Hasan ile Behiye’yi düşünüyordu… Hasan askerliğini yeni yapmış, Behiye henüz onsekizine yeni girmiş iki genç… Hasan alevi Behiye ise sunni idi… Aynı köyde doğmuşlar, aynı öğretmen tarafından okutulan, aynı dereden tarlalarını sulayan, aynı havayı soluyan bu iki genç birbirlerini sevmişler, bir yuva kurmak istemişlerdi…
Köyün ileri gelenlerinden Alevi Dedesi Duran; hanımın yeğeni Hasan’ı kendi kızı ile evlendirmenin hesaplarını yapıyor, aynı şekilde köyün bakkalı Çakır Osman Behiye’nin güzelliğinden etkilenmiş, Behiye’yi yaşlanan eşine yardımcı, kendisine kadın olarak istemiş, Behiye’nin babasına da başlık parasının peyi olarak on koyun vermişti.
Ne var ki evdeki hesaplar çarşıya uymamış, Hasan ile Behiye birlerini sevmişler evlenmek istediklerini ailelerine açmışlar, Behiye’nin babası ve erkek kardeşleri aldıkları ve ileride alacakları başlık parasının tatlı hayallerini kurarken karşılaştıkları bu teklif karşısında törenin emrini yerine getirerek Behiye’yi güzelce dövmüşlerdir.
Hasan’da Behiye’de köyün ileri gelenlerinden ummadık bir tepki görmüşler, Behiye’nin evden çıkması yasaklandığı gibi, Hasan’da Cem törenlerine giremez olmuştu.
Çakır Osman alacak defterinde Hasan ve Behiye’lerin sayfasında yazılı alacakları devamlı olarak istemekte, pey olarak verdiği koyunlardan hiç konuşmamakta, nasıl olsa bir gün Behiye’nin ailesinin zoru ile kendisisini teslim olacağı günü düşünmekteydi….
Bu iki gencin köydekilere göre aşkı son bulmalı, asırlardan beri aynı havayı solumalarına rağmen sunnilerle aleviler kız alıp vermemeliydi… Yoksa Töre biter, Dedelerin ve Ağaların sözü geçmez olurdu maazlallah !!!
Hasan ile Behiye için artık bu aşkı bu köyle yaşayamayacaklarını anlamaları hiç de zor olmadı…
Bir gece evdekilere kızıp kendilerini sokağa attılar. Karar vermişlerdi artık, radyodan duydukları, ara sıra da ellerine geçen gazetelerde fotoğraflarını gördükleri o yedi tepeli , içinden boğaz geçen, o büyülü şehre gideceklerdi…
Dönüşü olmayan bir yola koyulmuşlar, köyden soğuğun ve yolları kapatan karında kendilerini engellemeyeceğini düşünerek yaya olarak epey uzaklaştıktan sonra birden kendilerini şehirlerarası yolda bulmuşlardı. Hasan ara sıra da olsa köyden çıktığı için ana yolun hangi taraflara gideceğini , askerlik için şehir dışına gittiğinden de az da olsa şehirde nelerle karşılaşacaklarını biliyordu…
Ufak bir teredütten sonra daha çok arabanın gittiği yöne doğru gitmeye karar verdiler.. Önlerindeki yol alabildiğine uzanıyordu. Yürüdüler ne yorgunluk, ne korku; ikisi de yok. Heyecan var kalpleri güm güm atıyor. Dizboyu olmuş karı eze eze yürümeye başladılar. Behiye’nin de Hasan’ında aklı köydeydi, acaba kaçtıklarının farkına varmışlar mıydı ? Hiç Konuşmadan aynı şeyleri düşündüklerinin farkındaydılar. En iyisi yürümek, bir önce İstanbul’a varmalıydılar..
Behiye bir yandan yürüyor bir yandan düşünüyordu .. Nereye gidiyordu, bir daha görebilecek mi annesini, babasını kardeşlerini, bu toprakları ? Görmese ne olurdu ? Bu güne kadar hep yanında olan, evde kendisini en çok seven annesini özleyeceği aklına geldi, gözlerinden akan üç beş damla yaş havanında etkisi donmuştu… Sevdiği adamla birlikte evden uzaklaşırken aklına neler geliyordu , daha önce hiç düşünmemişti bunları, içini hafif bir burukluk kapladı. Koca şehirde tek başına , gerçi Hasan’ın asker arkadaşı onlara sahip çıkacak, çalıştığı fabrikada Hasan’a iş, yemekhane de kendisine iş verileceğini söylemişti.. Hem orada kim bilirdi ki Hasan’ın Alevi kendisinin Sunni olduğunu ? alınlarında da yazmıyordu ya… koca şehirde asırlardan beri müsluman, hıristiyan, yahudi birlikte yaşamıyor muydu ? Aralarına karışırlardı onların, sıcak bir yuvaları olur , çocukları okula gider, aradan zaman geçince de kendisini kuzucuğum diye seven annesini arar, babası ve kardeşleriyle arasını düzeltir, duyduğuna göre de tatillerde köylerine geri döner, hasret giderirlerdi … O vakit bir an önce şehre gitmeli diye düşündü adımlarını hızlandırdı… Eskisi gibi üşümüyordu ve açlığı da gitmişti artık…
Yanlarından tek tük geçen arabalara el sallasalar da duran olmamıştı… Tabi almazdı gecenin bu saatinde ve ıssız yolda iki yabancıyı kim alındı arabasına… İçlerindeki ayrı bir korkuda uzaklardan gelen çakal ve kurt sesleriydi…
Yanlarına yavaşlayarak yaklaşan kamyonu fark ettiler, birbirlerine baktılar… Kamyon gelmiş yanlarında durmuş, pos bıyıklı şoför onlara hitaben
“-hadi atlayın bakayım“ diyerek kapıyı açmıştı… Sevinçle bindiler arabaya… Şoför Kadir onlara hiçbir şey sormasa bile anlamıştı bu gençlerin halini… Gecenin bu saatinde ya hasta ya da kaçaklar olurdu bu yolda…
Onların kaçak olduğu anlamış , yardım etme amacı ile nasihat etme ihtiyacı duymuştu hiçbir şey sormadan…
Bu yollarda her türlü insanı tanımış, artık insan sarrafı olmuştu şoför Kadir.. Nasihatlerini direk olarak söylemekten ise başından geçen olaylarmış gibi anlatırdı hep, yine öyle yapacaktı…. Kendisinin de köy çocuğu olduğunu , Adana Kozan’lıydı , Toros’ların eteklerinde büyümüştü, Toros Dağlarının o haşmetini anlattı, yüz km uzakta bile olsan o haşmeti ile görünüşünü, Erciyes’ten bile hava açıksa görülebildiğini, herkezin bilmediği Toroslarda yetişen kardelen çiçeklerini, mantarları anlattı.
Önce zirveler, sevinçler ve herkes tarafından kabul görülen güzellikler anlatılmalı idi ki nasihatler daha dikkatli ve akılda kalıcı olabilsin… Sonra aile ilişkileri anlattı, 2 çocuğu olduğunu, kızının hemşire olduğunu, oğlunun da henüz lisede okuduğunu, çocukların mutlaka iyi bir eğitim alması gerektiğine inanmıştı. Kendisinin eşini birlikte kaçmaya ikna edişini, eşinin kardeşlerinin kendisini vurmak istediğini, zaman içinde başlık parası tamamlayarak onları ikna ettiğini, eşinin en sevdiği kişilerin kendisini vurmak için nasıl uğraş verdiğini, anlattı uzun uzun… Amacı bu gençlere kendilerinden başka kimseye güvenmemelerini, bu çıktıkları zor, meşakkatli yolculukta yalnız olduklarını anlatmaktı… Behiye’nin uykusu iyice gelmiş, göz kapakları isteği dışında kapanıyordu… Korkuları bitmiş, Şoför Kadir ve Hasan’ın kendisine verdiği bu huzurlu ortamda uyudu Behiye….
Behiye uykusunda çocukluk günlerine geri gitmiş, annesinin saçlarını örerken o güzel sesi ile söylediği türküler kulağında çınlıyordu… Birde annesinin zaman zaman nedensiz ağlamaları,
“-senin için ağlıyorum” diyordu annesi… Birden ışıklar gözüne vurmuş, uyanmıştı… Büyükçe bir Benzim İstasyonuna girmişlerdi.. Şoför Kadir “-bundan sonra gençlerin yola yalnız devam edeceğini, isterlerse birlikte bir çorba içebileceklerini söyledi… Çorbalar içildikten sonra yemek molası vermek için duran bir İstanbul otobüsüne bindirdi yol paralarını da verdi Şöfor Kadir… Muzipçe gülerek “- bu da benden evliliğinizin ilk hediyesi olsun “ dedi, helalleşerek ayrıldılar, İstanbul’a doğru çıktı yola Hasan ile Behiye…
Topkapı’da otobüsten indiler, Hasan’ın asker arkadaşı Ali karşıladı onları… Ali Behiye’yi tanır gibiydi, Hasan’dan çok dinlemişti Behiye’yi… Bindikleri bir otobüs ile Ali’nin evine gittiler.. Daha önceden haberli oldukları için Ali’nin annesi Zehra ana onlara börek yapmıştı… Ali’nin ailesi de köylüydü, yıllar önce kan davasından kaçarak İstanbul’a gelmişlerdi… Çay ile börek aç karınlarını doyurmaya yetti, Zehra ana gençlere hitaben “-banyo’yu yaktığını, banyo yaptıktan sonra uyumaları gerektiğini” söyledikten sonra Ali’nin çeyizi için alıp sakladığı banyo takımlarını çıkartıp , ilk görüşte kanı ısındığı bu güzel kıza vererek “- Hadi bakalım ilk önce sen” diyerek banyo’ya götürdü. Behiye Banyodan çıktıktan sonra evin misafir odasında tertemiz sabun kokan yere serilmiş yatağa girerek huzur içinde, Ali’de Banyoya girmiş, temizlenmiş, evin üst katında bulunan derme çatma , ama temiz odaya alınmış, orada uyumuşlardı… Türk töresi böyle emrediyordu çünkü… Nikahsız erkek ile kadın ayrı odalarda uyumalı idi…
Akşam olmuş Ali ile Behiye pekte belli etmeseler de içlerini merak sarmıştı… Köyde neler oluyordu acaba? Köylerinde pek böyle olaylar olmaz, Köyün ileri gelenleri ne derse o olurdu… Ertesi gün telefon açıp yerlerini söylemeden iyi olduklarını söyleyeceklerdi…
Köyde ise yer yerinden oynuyor… Çakır Osman Behiye’lerin evine gelmiş, babasından yaptığı alış veriş ile ilgili borçlarını ve vermiş olduğu on koyunu geri istiyor veya evin küçük kızı henüz ondört yaşındaki Meryem’i istiyordu. Yoksa elindeki boş senedi icraya vereceğini söylüyor, bunun hem kanla hem de malla ödenmesini isteyip bağırıyordu… Duran Dede ise erkek tarafından olduğu için pek sesini çıkartmıyor, ama içten içe üzülüyordu… Ya köyün diğer gençleri de töreye karşı çakarsa diye…
Sabahın ilk ışıkları ile kalkan ev halkı Zehra Ana’nın yaptığı çorbayı içtikten sonra Ali’nin çalıştığı fabrikaya doğru yola çıktılar.. Gerçekten’de gittikleri fabrikada Ali ve Behiye’nin hemen çalışabilecekleri söylendi kendilerine… Onlar yapacak işleri olduğunu 2-3 gün içinde işbaşı yapabileceklerini söyleyerek sevinçle ayrıldılar fabrikadan…
Evet şansları dönmüştü, artık işleri de vardı, Fabrikanın kapısından çıktıklarında Behiye filimlerde gördüğü gibi girdi Ali’nin koluna, çünkü köylerinde böyle bir şey görmemişlerdi.. İçleri titredi ikisininde…Bu onların ilk temasıydı birbirlene… Artık yapacak ilk işleri bir ev bulmak, nikah yapıp yaşamlarına başlamaktı ikisin de… Her ne kadar Zehra Ana “-istediğiniz kadar kalabilirsiniz” dediyse de… Onlar yük olmak istemiyor, bir an önce birlikte yaşayacakları, sobası tüten bir ev özlemi ile Belediye’ye gittiler.. Pazartesi günü nikah için saat aldılar…
Artık köyü aramanın zamanı gelmişti… Sözleştikleri gibi Hasan’da Behiye’de annesini arayacak, bulundukları yeri söylemeyeceklerdi. Ali telefon ile evini evini aradığında karşısına babası çıktı… Ali aldığı terbiye ile bir şey söyleyemeden telefonu kapattı, Behiye şanslıydı, telefona annesi çıkmıştı.
Behiye’nin annesi telefonda hıçkırıklarla ağlıyor, köyde olanları anlatıyordu bir yandan… Behiye ağlayamadı bile duydukları karşısında, boğazı düğümlenmişti, Hele onbeşe yakın torunu olan Çakır Osman’ın kızkadeşi Meryem’i istemesi , olur muydu böyle şey… Yok canım olmazdı…Yoksa her şeyden vaz geçip köye mi dönmeliydi ? Bunlar salise ile geçti kafasından. … Annesi ile konuşurken sadece iyi olduklarını Pazartesi günü saat 14.00 de Bağcılar Belediyesinde nikahlarının kıyılacağını ağzından kaçırdı o kadar … Hoş annesinden saklayamazdı ya, ne de olsa hayatta en güvendiği insandı annesi…
Meryem’i düşündü Behiye gün boyu, doğduğu günü, yürümeye başladığı günü, ağbileri veya babası tarafından dövüldüğünde gelip kendisine sığındığını, başını göğsüne dayayarak ses çıkartmadan için için hırçkırarak ağlamalarını, o güzelim lapiska saçlarını taradığı, elinden tutarak okula götürdüğü, okuma yazla öğrendiğini ilk defa kendisi ile paylaştığını, Hasan’ı sevdiğini onunla paylaştığı, çok enderde olsa Hasan’la buluşabilmek için Meryem’i de yanına aldığı günleri düşündü.. ,
Nikah günü almanın sevinci ile misafir olarak kaldıkları Zehra Ana’nın evine geldiler… Ona olanları anlatıp, Pazartesi günü nikahlanacaklarını, biraz da mahçup bir şekilde en kısa zamanda bir ev bularak yuva kuracaklarını anlattılar.. Zehra ana onları dinlerken ilk görüşte sevdiği bu gençlerin hemen gitmesine üzüldü… Titrek bir sesle “- Bu ne acele , size bir hata mı yaptım ? beni biraz bekleyin” diyerek yanlarından kalktı… O anda aklına gelmişti bu güzel kızın bir gelinliğe ihtiyacı vardı…
Elinde beyaz bir gelinlikle odaya giren Zehra Anayı gören Hasan’ında Behiye’nin de neredeyse utançtan ve sevinçten bayılası geldi.. Zehra Ana o güzel sesiyle “-Hadi bakalım gelin hanım bu benim gelinliğim, lazım olur diye saklamıştım, kalkta şunu deneyelim, oğlum sende kalk dışarı çık bakayım, gelinliği nikahtan önce görmek uğursuzluktur” dedi… Gelinlik Sanki Behiye için dikilmişti… Daha da güzel olmuştu Behiye gelinliğin içinde… Behiye yine mahzunlaştı, keşke köyde giyebilseydi gelinliğini, annesi, arkadaşları geldi aklına, ilk defa doyasıya ağladı, Zehra ana kızın ağlamasına sevinmişti… Duyguları boşalıyor, sinirleri rahatlatıyordu bu ağlamalar…
Hasan ise nikahta ikinci şahidi düşünüyordu hadi bir Ali vardı , aklına işyerinde gördüğü ustabaşı geldi, nasıl olsa birlikte çalışmayacaklar mıydı ? Ali’ye telefon açarak usta’ya durumu söylemesini istedi, ikinci şahit işini de halletmişti…
Zehra ana Behiye’ye haber vermeden pazar gecesi çevredeki genç kızları eve çağırmış, kimsesiz bir şekilde evine sığınan bu güzel kıza hiç olmazsa anı olarak saklayabileceği kına gecesi hazırlamış, leblebi, kuru üzüm, nohut gibi yemişler ile kına almış, birde evde zaman zaman çaldıkları teypleri için oyun havası kasetleri almıştı…
Behiye çok sevinmişti bunlara, çevredeki kızlarda yeni gelen bu kızı hemen sevmişler, doyasıya eğleniyor ve bu güzel kızı bağılarına basmış, yabancılık çekmesin diye de biraz da abartılı bir şekilde güzel bir gece yaşatıyorlardı. Eline kına yakılırken çalan “Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim. Babamın bir atı olsa binse de gelse, Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse babamın bir atı olsa bize de gelse” sözlerini duyunca Behiye hüngür hüngür ağlamaya başladı… Herkezde hoşgörü ile karşıladı bu durumu, aralarında ağlayanlar bile oldu Behiye ile…
Pazartesi sabah Zehra Ana çocukları erkenden uyandırdı, onlara güzel bir kahvaltı hazırlamıştı, ne de olsa iki üç gün önce evlerine gelen bu Tanrı Misafirleri’nin en güzel günüydü…
Kocasının emekli maaşından biriktirdiği, kefenlik parasının bir kısmını oğlu Ali’ye belli etmeden Hasan’a vermiş, hoş Ali görsede bir şey demezdi ya … Hasan kendine bedestandan güzel lacivert bir takım elbise almıştı bu parayla…
Ali’nin ustabaşı otomobilini süslemiş, gelin arabası yapmıştı… Ali öne, Damat Hasan ve Gelin Behiye arka koltuğa oturmuşlar, mahallenin bazı hayırseverleri de peşlerine takılmış dört beş arabalık bir konvoyla Bağcılar Belediyesi Nikah salonuna doğru yola çıkmışlar… Zehra ana sanki kendi kızı evleniyormuş gibi sevinçten ve kederden iki üç damla gözyaşı akılmıştı… Eve geldiğinde bereket getirsin diye Behiye’nin başından aşağı atmak için bozuk para bulabilmek için fırına gitmiş bozuk para bulmuştu…
Ali Usta Nikah Dairesinin kapısında durup; “-hadi bakalım ben de arabayı park edip geleyim” diye otomobildekileri indirdi. Arkadan gelen ufak konvoyla birlikte otomobilleri buldukları boş bir alana bırakıp, komşusundan ödünç olarak aldığı iki çeyrek altınının cebinde olduğundan emin olarak nikah dairesine doğru yürümeye başladığı anda 6-7 el silah sesi duydu ve irkildi, yoksa ? yoksa ? koşarak nikah dairesine doğru giderken, elinde silah tutan ufak bir kız çocuğu gördü? Hiç kimse elinde çok sakin bir şekilde silahlı bu kıza bakmıyor, kalabalıktan göremediği yerde yattığı zannettiği şahsın başında toplanmıştı… Ali’nin feryadını ile daha önceden duymadığı bir kadının bağıra bağrı ağlama seslerini “-ne olur ölmeyinnnnnnnn…” diye bağırıyordu Ali, kadının ise ne dediği belli değildi… O zaman gerçeği anlamıştı.. Etraf daha da kalabalıklaşıyor…uğultudan hiçbir şey anlayamıyor, düşünemiyordu bile… Ali elinde silah tutan bu küçük kızın kim olduğunu dahi anlayamamıştı.
Nikah Salonu önünde çiftlerden önce Ali gördü Behiye’nin annesini, sonrada Behiye… Behiye sevinmişti annesini görünce bu gurbet elde annesi destek olacak sevincini paylaşacaktı, yanındaki Hasan’a aldırmadan koştu annesinin elini öptü, annesi ve Behiye’nin gözyaşları öpüşürken birbirine karışmıştı…Nikah töreni için gelen mahallelide duygulanmıştı. İşte o anda arka arkaya patlamalar olmuş, kimse ne olduğunu anlayamadan Behiye alnının ortasına yediği, Hasan ise kalbinden ve kasığından yediği mermiler ile yeğe yığılmış, bir yuva kurmak, bir olmak için geldikleri İstanbul’da kanları birbirine karışmaya başlamıştı. Behiye’nin hemen oracıkta hiçbir şey anlamadan yüzünde gülücükle, Ali’nin ise kasığından yediği kurşun damarını patlatmış, kalbine gelen kurşundan mı yoksa kan kaybından mı öldüğü anlaşılamamıştı olayı görenler tarafından…
Duyduğu telsiz anonsu üzerine hemen olay yerine giden gazeteci Olgun ; evlenmek için nikah dairesine gelen bir çiftin küçük bir kız tarafından öldürüldüğünü öğrendikten sonra bu olayın bir aşk veya töre cinayeti ve ilgi çekici hikayesi olabileceği düşüncesi ile olayın üstüne gitmeye karar vermişti… Sevgililerin kanı soğuğun Henüz
Olgun önemli bir olay yoksa boş vakitlerini Haydarpaşa Garı, Topkapı veya Harem Otogarı, Kadıköy İskelesi, İstiklal Caddesi veya şehrin varoşlarında gezinir oralardan ilginç hikayeler çıkartırdı. O Sabahta akşamdan kalmanın mahmurluğu ile yalnız yaşadığı evinden kalkmış, sabah gazetelerini almak , sıcak bir sahleple sıcak bir simit yiyebilmek için Topkapı Otogarına gitmiş, Sabahın ilk ışıkları ile Anadolu’dan gelen otobüslerden inen yolcuları seyrederdi sahlepini içerken… İstanbul’a yeni gelenler hemen belli olurdu, ürkek ve yorgun gözlerle inerler, köylerinden getirdikleri büyük bagajları, turşu tenekelerini sırtlarlar korka korka şehre ilk adımlarını atarlardı…
Dün sabah değişik iki değişik tip dikkatini çekmişti, birbirine benzedikleri için anne kız olduğunu düşündüğü bu iki kişinin yanlarında eşyada yoktu ve şehri bilmedikleri de belli oluyordu, böyle kişilerle çok ender karşılaştığını düşündü… Konuşmalarına şahit oldu istemeden, yanlarına gittikleri bir çığırtkan Bağcılar Nikah Salonunu soruyorlardı. Anneninde kızında gözlerinde fer kalmamıştı, uykusuzluktan mı, ağlamaktan mı olduğunu anlayamamıştı… Yalnız küçük kızın elinde sıkı sıkı tuttuğu bir naylon torbadan başka bir eşyaları yoktu… Her zamanki alışkanlıkla uzaktan deklonşörüne bastı fotoğraf makinesinin…
Cinayet Masası dedektifi baba dostu Komiser Atıf’tan cinayeti işleyen küçük kızın fotoğrafını ve cinayet hakkında bilgi istedi. Komiser Atıf kıramıyordu bu ufakliği , hep öyle seslenirdi Olguna’a “-ufaklik” … Karadenizli olduğundan i yerine ı demeyi beceremiyordu bir türlü… Biraz da nazlanarak küçük kızın fotoğrafını verdi, cinayet hakkında bilgi vermeye gerek kalmadan Olgun bu küçük kızı tanımıştı, sabah fotoğrafını çektiği kızdı , evet oydu. “- Baba bana müsaade , acele işim çıktı, tekrar geleceğim “ diyerek hemen en yakın fotoğrafçıya gidip sabah çektiği filmi tab ettirdi, evet o kızdı cinayeti işleyen … İçinden herkezden bir adım öndeyim diye sevinç naraları attı..
Gazeteci Olgun cinayetin nedenini öğrenmek ve haber yapmak için Cinayet Büro Amirliği’ne Komiser Atıf’ın yanına gitti.. Tabiî ki sabah çektiği fotoğraflardan bahsetmeden… Cinayet’i işleyen küçük Meryem ifadesinde özetle ; “-Ablasının evi terk ederek kendilerini zor durumda bıraktığını, ailesinin borçlarına karşılık Bakkal Çakır Osman’ın kendisi ile evlenmek istediğini, Hem ablasını öldürecek hem de Çakır Osman’dan kurtulmayı düşündüğünü, cinayet planından kimseye bahsetmediğini, annesi ile ablasının konuşmasını duyduğunu, annesi bu nikaha gidip ablasının sevincini paylaşmak için ikna ettiğini, hiç kimseye haber vermeden köyden annesi ile birlikte gelerek nikah salonunu bulduklarını, içinden gelen seslede cinayeti işlediğini” söylemişti.
Behiye’nin annesi de ifadesinde kızının anlattıklarını teyit etmişti… Savcılık soruşturmasında başka bir bulgu elde edilememişti..
İşte bunları düşünerek yürüyordu gazeteci Olgun ; Bir gün önce otogarda çektiği fotoğraf’ı manşet yapmıştı çalıştığı gazete, bir de hikayeyi süsleyip püsleyip anlatmış, manşetten çıkan haberini görebilmek içinde geç vakitlere kadar gazetede kalmış, rototif’ten çıkan ilk baskıları görmüş, hava durumundan yoğun kar yağacağını öğrenmiş, geceyi gazetede geçirmiş, sabahın ilk ışıkları ile de evine gidip güzel bir uyku çekmek istiyordu…
Yolda giderken yine aklına işlenen cinayet geldi… Adı gibi biliyordu işlenen cinayet Töre Cinayetiydi… Ama elde hiçbir delil yoktu… Aile meclisi toplanmış, Küçük Meryem’e vermişlerdi bu görevi, hem yaşı küçüktü, hem de cinayet için bir nedeni vardı…
Eminönü iskelesine geldiğinde çıkan haberinin satıldığı gazete ile yanında iki üç gazete daha almıştı… Rakip gazetedeki cinayet ile ilgili başlık farklıydı, tam asparagas… Kendisini seven Hasan’ın ablası ile evlenmesini yediremeyen Meryem’den bahsediyordu…
Haydarpaşa Vapuru’na binmiş, Sıçak sahlepini içmek, simidini yemek için soğuğa aldırmadan güverteye çıkmak istemişti… Güvertede yalnız değildi … İstanbul beyefendisi olduğu her halinden belli olan yaşlıca bir bey yanında aynı yaşlarda olan bir kadında vardı, ama kadının yıprandığı da her halinden belliydi… Belli etmeden onları incelemeye başladı; adam İstanbul Beyefendisi idi ama kadının Anadolu’dan geldiği hemen anlaşılıyordu… Hiç konuşmuyorlardı… Kadın başını adamın omzuna dayamıştı, adam dışarıdan gelen tipiyi engellemek istercesine deniz kenarında oturmuştu… Kadın usulca kalkarak elindeki simitleri ufak ufak bölüp, uçuşan martılara atıyordu… Martılarda bu tipiye alışık gibi uçuyordu bugün…
Kadın tekrar döndü, adamın yanına oturdu, tekrar başını omzuna koydu adamın… Hayret hiç konuşmuyorlardı.. üstlerine kar yağmasa bile ayaklarının altı savrulan karlarla kaplıydı… hiç aldırmıyorlardı ayaklarındaki kar’a… Adam cebinden çıkarttığı bir hapı içmesi için yanındaki kadına verdi, kadın çantasını açtı, önce bir tereddüt geçindi çıkarttığı suyu bir bardağa koydu, hapı içti, su şişesini ve adamdan aldığı hap kutusunu çantasına koyarken çantasından bir şey çıkarttığını ve avucuna aldığını fark etti kadının Olgun…
Gemi Haydarpaşa Limanına giriyordu artık… Olgun o anda yerdeki karın üzerinde bir kırmızılık fark etti… şaşırdı… Kadının sıkı sıkı kapalı tuttuğu elinden damlamıştı bu kan, Olgun’un kanı fark ettiğini gören kadın, sus der gibi bir işaret yaptı Olgun’a… Olgun sustu… Haydarpaşa iskelesinde indiler…
Olgun bir aşk hikayesi daha yakaladığını anlamıştı…
Yaşlı adam gişeye giderek Ankara’ya bir bilet aldı.. yanında taşıdığı bavulla birlikte trene bindiler… Olgun’da arkalarından… Olgun eve gitmekten vazgeçmişti.. Anlayamadığı niçin bir biletti.. Yaşlı kadın bir koltuğa oturdu, adam bavulu kadının üstündeki rafa bıraktı, kadının yanına oturdu, kadın yine başını koymuştu adamın omzuna, öylece oturdular konuşmadan… Sanki sihirli bir şekilde anlaşıyorlardı… Diğer yolcular da gelmeye başlayınca adam kadının rahatını kaçırmadan usulca kalktı, kadının pardesüsünün cebine bir zarf koydu… Adam kadının alnından öptü, hiç konuşmadan ayrıldılar… Yaşlı adamın gözünden akan yaşları gördü Olgun… Kadının suratını görmediği için ne yaptığını anlamadı… Adam Trenden indikten sonra kadının oturduğu koltuğun önündeki camın önüne geldi, soğuğa aldırmadan trenin kalkmasını bekledi, Tren gözden kayboluncaya kadar adam ayrılmadı…
Olgun hemen yaşlı kadının yanında bulunan boş koltuğa oturdu… Kadın tanımıştı gemideki adamı… Olgun’un çok sevecen bir yapısı vardı, şeytan tüyü derler ya işte ondan… Herkez ısınırdı hemen ona.. Kadın Olgun’a bakarak “- Çok yorgunum evlat, huzura ihtiyacım var, beni buradan götür” diye seslendi. Olgun şaşırmıştı… Gençliğinde çok güzel olduğu her halinden belli olan bu kadına ısınmıştı Olgun’da … Ama evi tek odaydı, nasıl götürebilirdi? Evet götürecek ve bu hikayeyi öğrenecekti…
Birlikte Pendik İstasyonunda trenden indiler…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.