- 982 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Puppy Love ( Saman Kağıdında Yırtılan Bir Aşkın İsyanı)
-Abi be, kendini bu kadar tüketme. Gel senle gidelim bir meyhaneye, rahatlarız inan.
-Lan dangalak mısın oğlum ya, sabah sabah adama kabus mu gördürttüreceksin? Hem biliyorsun, ben tövbeliyim artık. Bu ramazanın başlangıcından beri içmiyorum.
-Ya öyle de, sen tekrar başlarsın bak abi! Kolay değildir, sen yıllarca iç iç iç... sonra da gel içmiyorum de. Başladığın gün ben yine de sana yoldaş olurum, bir telefon açman yeterli. Ya abi be, dinliyor musun sen beni?
-Sahte miydi sence? O nefes alışverişleri, hatta tırnaklarını elimin üzerinde tutuşu; çıkmıyor be aklımdan.
-Kim abi ya?
-En son kim vardı yanımda benim?
-Asuman mı?
-La bi si... Ben de seni dost bilip, derdimi anlatıyorum.
-Ne bileyim abi ya? Sen de atlet değiştirir gibi ikide bir karı değiştiriyorsun.
-Adnan... Bak severim seni abicim, ama düzgün konuş lütfen. Si... belanı oğlum. Karı dediğin insanlarla ben seviyeli bir ilişki yaşıyorum. Hepsinden de çok severek ayrılıyorum.
-Abi, güldürme beni ya! Onlar seni bırakıp gitmiyorlar mı?
-Ne farkeder, iki türlü de ayrılıyoruz işte.
-Çok şey be abi...
-La tamam tamam, düzeysiz seni. Ne bileyim koçum be, gelgitli bir insanda değilim. Birkaç beden büyük geliyorum hepsine. Galiba...
-Galiba mı?
-Hay dilini eşek arısı soksun! Öyle be, tamam tamam.
Minibüs, bizim gazete binasına yaklaşmıştı. İki kafadar sabah sabah yine kendi çapımızda laflamıştık. Her sabah konuşmak için bu kadar enerjiyi nereden buluyoruz diye yolcular bize garipser bakışlar fırlatmasına fırlatıyorlardı, ama Adnan için hiçbir sorun yoktu. Kerata seviyordu beni. Ben de onu. Açıköğretim’den İktisat’ı bitirdikten sonra, evinde boş boş otururken, ortak bir tanıdığımız olan züccaciyeci Kamil abinin vasıtasıyla kendisiyle tanışmıştım. Bizim gazetenin de genç bir muhasebeci alma fikirleri olduğunu biliyordum. Adnan için de tam kıyak bir iş olacaktı. Bu zamanda üniversite bitirir bitirmez, hemen bir işi kim bulabiliyordu ki! Yazıişlerinden Muzaffer abimize söyleyince; ’Böyle genç bir eleman için gazetemizin kapısı sonuna kadar açıktır’ demişti ya, tamam oldu demiştim bu iş. Çünkü Muzaffer abi gazetenin yarı yarıya hissedarıydı. Yazıişlerinde 35 senedir aynı işi yapmaktan vazgeçemediği için, standart vatandaş elbisesiyle iş yapardı. Allah var, kendisini çok severdim.
Adnan bizim gazetede işe başladıktan sonra, çoğu defa veryansın ettiğine şahit olmuştum. Çünkü batmakla batmamak arası, yana yatmış bir gemi misali gazete basıyorduk. Tirajımız az olunca reklamda fazla alamıyorduk. Ülke çapında önemli seviyede sesimiz duyuluyordu, ama gazete artışlarında herhangi bir artış olmuyordu. Geçen gün sayfa tasarımcı çocuklardan, uzun saçlı bir oğlanın söylediklerini duyunca, artık bu baskı sayısı işine kafaya takmamaya çalışıyorum Çocuk pencere önüne geçmiş, parmaklarının arasında sigarası, canı sıkkın bir şekilde gökyüzü ile dertleşiyordu sanki:
- ’Ah a... koyduğumun İstanbul’u! Nerende altın var ulan senin! Tek amacın bizim daracık deliklerimizi genişletip, masturba eder gibi, hayata bizi alıştırman ve bizi bir gettoya çevirmen. İstikbalimiz kör topal, düzenini değiştirmekle felek çemberinden geçemiyoruz. Suçumuz doğru haberleri basmak mı? Ulan her ter damlamızda ülke gerçeği, gelişmek adına yürekli kastırmalar var; ama... Ah ulan anası Karaköy’de, babası Bebek’de satılmış dünya!’
Sigarasından öyle bir nefes çekmişti ki; yıllardır sigaradan öyle çektiğimi hatırlamıyordum. Kendi odama çekilip, ayaklarımı yokuşa doğru sürmüşken, yarın çıkacak gazetede ki köşem için aklıma bir fikir gelmişti. Adnan acaba haklı mıydı diye düşünürken, yazının fikri aklıma gelmişti. İçmeye götürme gibi amacı olup olmadığını tam olarak bilmiyordum, ama kafamı kesin dağıtmalıydım. Asuman’dan bahsetmişti. Şerefsize, Asuman’ı neden anlatmıştım ki! İyi niyetli olmak bazen kötü sonuçlar doğuruyordu.
Asuman, streslerimi hem bedenimden hem de ruhumdan boşaltıveren bebeğimdi. Kendisiyle Haliç köprüsünde tanışmıştık. İntihar edecekti. Daha doğrusu ben öyle zannetmiştim. Kendine göre ayin yapıyordu; ama ben intihar ediyor diye düşünceye girdiğim için, kendisini uyarmam karşısında, köprünün kenarında bana fena bir şekilde kızmıştı. Sağ avucunda birkaç derin jilet izi, topuklu ayakkabıları, siyah renkte çorabı, içinde askılı beyaz renk de bir badi, üstünde de siyah uzun deri bir kaban olan, acayip bir kadındı. Asuman zengindi; hem de her yaz Yunan adalarına günlerce düzenlenen yat gezilerinde arkadaşlarını misafir edip, onların tüm zevkini karşılayabilecek kadar. Düşlerinin tatminkârsızlık yanı, onun böyle şeyler yapmasına sebep oluyordu. Kendisiyle muhabbetim artınca, öyle sokak sürtüğü olmadığını anlamıştım. Cebindeki hapları da aldıktan sonra, iyicene kafası uçmuştu. Kendi isteğiyle tekrardan asfalt zemine geldikten sonra, omzuma kafasını dayayıp ’Beni evine götür’ demişti. Acayip laçkalığı ve hap almış kafasıyla, kendisini eski filmler kadar heyecanlı bulmuştum. İnsanın yüreğini delip deşen bir güzelliği de vardı. Yalnız, bir sürtük gibi davranması, güzelliğini nadasa çekmişti. Her zamanki gibi, aynı yolu tabanvay yürürken, bir de o gece yol arkadaşım olmuştu. Tabi aylarca başımın tatlı belası olacağını o an bilemiyordum.
Eve gelince yatağıma götürüp, yolun yarısında başladığı uykusuna devam etmesini sağlamıştım. Uykum gelmediği için, yazdığım romana biraz devam edeyim demiştim. Eski yazdıklarımı okurken uyumuşumda, öğlene yakın bir saatte, Asuman’ın sesiyle birden uyanmıştım. İlk başta rüya gördüğümü zannediyordum, ama ikide bir yanaklarımı sulayan dudakları ve de çalan müzikle bir külot üstünde kahkaha ata ata serkeş gülüşüne tanık olmam, her şeyin o gece başlayan satırların devamı olduğunu anlamıştım. Dipdiri memelerini hapsin en kuytu köşesinden çıkarmışçasına, elinde ki viski bardağı ile dans etmeye devam ediyordu. Ben kalkmadan banyo yaptığı içinde saçları ıslaktı. ’İstanbul ne günlere kaldı’ diye düşünmeye başlamıştım. Ama yargısız infaz yapmak istemiyordum. Bad triplerinde check edeceğim bir gezegen vardı karşımda ve gözlerinin nezarethanesinde bir kukla gibi olmuştum. Erotik yanı, sokak malzeme satıcılarından çok değişikti. İstediği kendini sunmak değil, zihninin dönme dolaplarında uçarken, kendisine eşlik edebilecek bir arkadaş aramasıydı. O gün temasal olarak ilk tensel yaklaşımımızda, içinde var olan enerjiden dolayı ben eksik kaldığımı düşünüyordum ki; üstünü başını birden giyip, ’gidiyorum’ demişti. ’Nereye?’ dediğimde, ’Yoldaş, her şey için fenkyu. Bugün günlerden ne?’ diye, beni şaşırtan bir soru sormuştu. ’Çarşamba’ deyince, ’Hah, tam vakti. Singapur beni bekliyor...’ diye anlamsız bir cümle kurduğunu zannetmiştim. Oysa Asuman, kapitalist kervanın ardı sıra, haysiyetin yosma olduğu ofis odalarına sahip ünlü bir yazılım şirketin sahibi olan Amerikan babanın, sadece zengin bir kızı değil; bu şirketin Asya ve Avrupa pazarlama sorumlusuydu. Tüm ilginçlikler beni mi buluyor diye kendime şüphelerimi anlatırken, kapıdan çıkmadan önce, ’Gel bir daha yapalım?’ diye beni acayip bir heyecana tutturmuştu. Kendisine ’Bir daha seni görebilecek miyim?’ diye acayip bir monoton soru yöneltince, zekâsını kullanmak adına gözlerini yummuştu. Sarhoştu; ama kafası çalışıyordu. ’Sen bana telefonunu yaz versene’ deyince, kalem bulmak için ayağa kalktığım anı hala unutamıyorum. Çarşaf ayaklarıma dolanıp, bir güzel beni yere düşürtünce, Asuman’da arkamdan kahkahayı bir güzel basıvermişti. Çırılçıplak olmam bir yana, gazeteci bir insan kalem bulabilmek için çalışma odasına gidiyordu.
Asuman o gün evimden çıktıktan sonra, iki hafta kendisinden hiçbir haber alamamıştım. Artık düşünmemeye başlamıştım onu. İki hafta sonra, Perşembe günü telefonuma gelen yabancı bir numara sonrası, aklımda hiçbir şey olmadan telefonu açıvermiştim. Asuman, ah Asuman! Sesinde ki şehvet dolu zar atışlarını sevmiştim. Deli kadın iş gezisinin sonuna gelince, hemen beni aramıştı. Döngünün anakronik zihnine karşı bu kadının ne ilgisi olabilirdi ki! Yemek için beni davet ettiğinde, doğu-batı kültürü arasında kayıp bir balgama rast gelmiştim safra kesemde. Siyah siyah akıyordu.
Aylarca mutlu süren tensel bir ilişkimiz olmuştu. Belki de denemediğimiz fantezi, İstanbul’un ayak basmadığımız yeri kalmamıştı. Birbirimize fena bir şekilde bağlanmıştık. Ama bir gün kendi elimle, ona ait ölüm haberini yazacağımı hiç düşünmemiştim. Her zamanki gibi viski şişesini uzaya göndermişken, aldığı haplardan dolayı desilitrenin artık hazza boyayacak bir vücudu kalmamıştı. Kollarımda son nefesi alışını hala bir türlü unutamıyorum.
Kalemle, birkaç dakikadır belirgin olmayan şekilleri kâğıda çizdiğimi anladığımda, Asumana gülümser gibi gülümsemiştim. Kalemime hâkim olamıyordum, başlamıştım bir kere.
’XL Önsezilerin de Yeni Köleler
Hiç daim köle olmak istemezken, sinir uçlarında savaşlarımızın en ucuz romanını her gün yeniden karıştırıyoruz. Zamanın parmaklarını kırdıkları için, daktilo masasında yeni bir aydınlanma çağı başlamış. Hiç de totaliter sayılmıyor bu baskın kuruntu. Charles’in cebinde biriken azıcık şans gibi yaşamak:
’Hışımla bir sigara tüttürür
ve tarafsız bir uykuya dalarsın, uyandığında ’
Peki sen yaşamanın turtası, gönlümün keyif abidesi! Kleopatra’nın meme uçlarından akan son süt kadar duru bir sevgiyle mi yaşıyorsun dünya orgazmını? Üniversite okumak için kıçını sürte sürte, daha yirmiye gelmeden saçların dökülüyor. Sahte mi bayramların, sanmam. Herhangi bir kapital tanrı, birbirinin gömleğinin altında kılların olup olmadığını merak eden göğüs kafesleriyle yaşamaya çalışan insanlarla uğraşmak istemez. Ayrıca bu kadar iyi de oynayamaz kimseyle. Gezegenlerin literatürüne girecek bir yalnızlığı geceleri üzerine alıp almamak, son seferde esasen senin tercihin. Sen kolay olanı yaptın ve doğru da yaptın. Bir cesetle ne işin olabilirdi ki! Devam ettin secde etmeye prangalarınla beraber.
Charles ’...evlat; uzaklaş oradan.’ derken, sen neredeydin? Sonra uranyum patlaması mürekkebimin içinde, sonra karbonun azotla dengesi ve sessiz bir big love takışması sorularla. Anlamsızlığın arasında fireworks; düşlerinin gerçek olmayacağını bilemeyecek kadar sarhoşken öylesine bir düğünde. Kahpece bir sala veriyorsun ve de senfonin lanetsi bir ışık hüzmesi Karacaahmet’ten. İmreniyorum inan sabrına ve Kafka’da müphem sıfatsızlığın oligarşi soytarılığından uzak da sana el uzatıyor: ’Gidelim mi?’ Tabi senin anlaman için bir başlangıç gerekli. Doğuştan nüdist, tavı itibariyle apış arasında yağmur ormanları. Gözüken tek şey, gözükmesini istediğin bir büzüş sataşması. Federal tebessümlerinde aynı eyalet ve aynı devasızlık… İnce ruhların ordularında ölüm korkusu ve her gün aynı haber: ’ Bir gelecek daha kaybettik, şehrin bilmem şu kadar on kilometre ötesinde, şu arazinin önünde...’ Kırık bir rasyonalite, çarmıha gergin bir şeker bandı; üstü açık bir kelime yığını. La Rochefoucault’dan bir ilaç daha belki de:
’Küçük insanlar küçük şeylerden çok kırılırlar; büyük insanlar bunların hepsini görür fakat hiç kırılmazlar.’
Hakkın var. Doğru, sen de hayatına bir şeyler katabilirsin. Bence de hiçbir ayrılık kahpece olmamalı ve sen de kendine uygun bir sebep yaratabilirsin, kendini vura vura. Hatta ’...vira bismillah diyen’ balıkçılar bile ağlayabilirken, yeni yeni yazmaya başlayan bir kadına, nasıl öykü yazılacağı hakkında ültimatom gibi fikir verenler bile üzgün. Onlar okumuş eşek tabirinle; onlar bile üzülebiliyorken, bir de takvimim de geçen vasiyetler; söyler misin sen hangi köleliği kabul ediyorsun?
Memlekete sevdasında üniversite bitiren işsizler ordusu. Şimdi sen bana kızacaksın yansıma ve hatta elimi önümde bağlamama bile kızacaksın. Çaresi olmayacak anası satılmış don dudakları çözerken etten ıslaklığında, kendi kaybedişlerinde familyalarının gaydasını çalacak cenaze rüzgârları arıyorsun. Dut ağacım kompleksiz, ama sokakta yine aynı hayalin esiriyim. Yaşama senin gibi bakamadığım için beni dışlıyorsun ve zihninde bana ait akreditasyonlar listesi uzayıp gidiyor. Cihanda yorulan bir varlığın var, sana üzülmek bile Allahın zoruna gidecek; bunu iyi biliyorum
Ah beyinsiz, ah mal, ah dölün kırmızı çıkmazı! Getto’yuz gülüm. Peki sen gül müsün?
Şu anda aminoasitlerim küskün bana, çakmağım yorgun bir berduş kulağımda. Az ötemde travestiler kâmil bir zaferin ortasında. Biliyor musun, hani amele pazarı olur ya, iyi bilirsin, hah öyle bir pazarı vardır travestilerin. Bazılarının işi temiz. Allah var ki, kadın gibiler vallahi. . Onlar az ötemde emniyet müdürlüğü arkasında mezarlığa yakın bir yerdeler. Düşünsene, o kadar imanlılar ki, mezarlıktan dahi kaçmaz o top dedikleri standart vatandaşlar. İşlerini de inan iyi yaparlar. Ama bira ve azıcık votkaya hayırda demezler hani. Sen de içer misin onlarla beraber?
Samimi bir itiraf etme vakti; senin maskot ettiğin dinin, senin önüne çekip ağladığın bir kırık büst ve de söz faresi kapanlığı! Ah haykırışlarında bir mazeret bulma zamanı mı? Hazretlik bir şiir gibisin, ama seni çözmek için yine de Kafka’ya ihtiyacı var şu densizliğimin kriterlerinde.
Ah ben şu vatanın standart vatandaşıyım. Okuduğum gazetemden dolayı suçlarlar, sesimden dolayı peşimden kovalarlar, kalıbımdan da utanıp, şu yazı işlerini bırakmamı isterler. Ah onların orospusu olsun kalem. Bana pusu kura kura, Osmanlıca aşüfte dememi bile beklediler. Onlar Türkçe’yi kekelerken, ben Osmanlıcadan tekrar yapıyordum. Orhan baba da dinliyordum. Müslüm babaya geçiş zamanlarımdı. Listede adını anacak kadar fahiş para verecek pezevenk tanıyor muyum?. Ulan Çanakkale ruhsuzu, lümpen, kuruntulu, romantik ünlemliğinde derin sancılı ifadesi kırık iltahap mikropluğu, kitapsız, duble içkisinde cinler görüveren sırnaşak insan seni. Şimdi karşına çıkıp, puromu yakıp içime çekerken, senin de karşımda benden bir kelimeye duymaya hasret kıvranışlarını izleyeceğim. Ama yayın kısa sürecek. Canlı yayınlarda uzun reklamlar verilmez deyip, sana Tarantino’lu bir check-up yapacağım.
Daha neler diyeceğim ki sana, yeri ve zamanı değil. Bu kadarı sanatına noktayı koymak adına parantez olsun. Yaşamak adına hala inancın var diye, senin için bok böceklerine zarar vermeyeceğim. Köpeklere kızmayacağım, Yosmaların ayakların öpmeyeceğim. Ulan, vallaha bak, yalamayacağım hiçbir kapital afişin bandını.
Prosedürün bedeli faturaya geçmiş çoktan. İnan küfür etsem, hakemin ağzına aldığı düdüğün içinde yuvarlanıp duran sibop alınır.
Gidiyorum, çok yakında gözlerinde.
Zaman klavyeye ’conversion’ kolpalığında, convers giydirmekten vazgeçmiyor. Gözleri oyacak bir anlam kör topal dnalarımızda. Her halükarda yaşıyoruz. Fazla geç kalmadınız. Haydi, bir çay suyu koyun.’
Sabahleyin telefon garip garip çalıyordu. Telefonda Adnan vardı. Heyecanlı bir ses tonuyla, artık alıştığım bir şeyi bana söylemek için bekliyordu.
-Ne oldu Adnan yine? Sabah sabah aranır mı lan? Rüyanda mı gördün beni?
-Yok be abi. Ya abi...
-Ne oldu lan?
-Abi gazeteyi okudun mu?
-Yok be! Sen uyandırdın işte beni. Büfeden alırım birazdan.
-Abi...
-Hah, ne oldu?
-Senin köşende ilginç bir şey var.
-Ne varmış? Ya abicim adam gibi söyle işte, uykumun içine ettin zaten.
-Abi, senin köşeye ’Yazarımız yıllık izninin bir bölümünü kullandığı için yazılarına bir süreliğine ara vermiştir... ’ diye bir not düşmüşler. İzne mi ayrıldın benden habersiz?
-He abicim, he, izne ayrıldım ve sana söylemedim.
-Ayıp ettin be abicim. Ben sana oysa dememiş miydim eğer ki canını sıkan bir olay olursa herhangi bir zaman da...
-Dıt dıt dıt dıt....
-Abi, abi ne oldu? Abi bayıldın mı? Abi...
-son-
YORUMLAR
Uzadıkça güzelleşiyordu, bence ölçülü ve mühim olan da bu. Her şeyi mesele etmez bir yazar hali her daim var ve en çok da ufacık değişimlere dahi kayıtsız kalmayan, detaycı gözler...Çok güzel ve akışkan. Tebrik ederim.