- 815 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SON DEVRİYE-2.BÖLÜM-
-İKİNCİ BÖLÜM-
1970 yılı Ocak ayının otuzbirinci gününe rastlayan karlı bir cumartesi sabahı, oniki saatlik yorucu bir gece devriyesini daha olaysız olarak sona erdirmeyi başarmanın erinç ve ongunluğuyla, görevlerini gündüz grubuna devretmek üzere Karakol’a gelen yedi yıllık Polis Memuru Beşir İşgüzar ile,ondan bir yıl altı ay kıdemsiz Necat Manastırlı;görev süreleri içindeki gözlemlerini Rapor Defterine yazıp,Devir Teslim Defterlerini de imzaladıktan sonra,“müptezel“ lakaplı Karakol Amir’i Sivas’lı Şevki Beyin:”İstirahata ayrılabilirsiniz çocuklar,”şeklindeki buyrultusuyla birlikte zemin kata inen ahşap merdivenlere saldırdılar.
Antreyi bir solukta aşıp,ahşap doğramadan mamul çift kanatlı cümle kapısı önünde şekerleme yapmakla meşgul silahlı çevre koruma nöbetçisini de dürtükleyerek,tadını çıkara çıkara fırçaladıktan sonra,kapanmak üzere olan yorgun gözlerini ovuştura ovuştura,Arnavut kaldırımlı İstiklal Caddesine çıktılar.
Hava kapalı ve oldukça soğuktu.Zeminde yer yer buzlanmalar vardı.Sokak lambaları cılız titrek ışıklarıyla ortalığı aydınlatmayı sürdürüyordu.Çevrede arsızca dalaşıp oynaşmakta olan sahipsiz köpeklerden başka canlı gözükmüyordu.Caddenin iki yakasına boydan boya sıralanmış bu lunan iş yerlerinin kepenkleri,kahvehaneler dışında henüz açılmamıştı.
Aralıksız oniki saat süren görevleri sırasında basmadık taş bırakmamışlar,o sokak senin,bu sokak benim;tozunu attırmışlardı çarşı pazarın.
Uykusuz ve yorgundular.Kan dolaşımları hissedilir derecede ağırlaşmıştı.Yorgun or ganizmalarının salgıladığı ter ve yağ asiti gözlerini müthiş yakıyor,bu yüzden gözlerini sık sık sil mek zorunda kalıyorlardı.
Kalın giysilerine karşın üşüdüklerini hissetmişlerdi.Kaşe gocuklarının geniş yakalarını kulaklarına kadar kaldırıp;eller cepte,ayaklarının karlı zeminde çıkardığı kart kurt seslerini dinleye dinleye Belediye Meydanına doğru yürümeğe başladılar.Meydana ulaştıklarında ayni anda durmuşlardı.Gece boyu sürdürdükleri partnerlik burada sonlanıyordu.Her devriye çıkışında olduğu gibi,bu sabah da esenleşip biribirlerine iyi dileklerde bulunarak evlerinin yoluna tuttular.
Henüz evlenmemiş olan Beşir,Kent’in Çay Mahallesinde kiralamış olduğu tek katlı küçük bir konutta,evli ve bir çocuk babası olan Necati’yse;Cuma Mahallesinde iki katlı betonarme karkas bir yapının ikinci katında ailesiyle birlikte yaşıyorlardı.Henüz birkaç adım atmışlardı ki,son anda aklına bir şey gelen Beşir aniden dönerek asitten kızaran gözlerini ovuştura ovuştura,ağır adımlarla Cami Sokak sapağına doğru ilerlemekte olan Necati’nin arkasından bağırdı:
“Az bakarmısın Necat!..”
Sesi duyar duymaz geriye dönmüştü Necat:
“Hayrola Beşir?”
“Şu düğüne gitmesek olmazmı ?”
Yanıt olumsuzdu:
“I-ıh…”
“Neden ı-ıh?”diye mızırdandı Beşir.
“Şundan ı-ıh ki değerli dostum,söz verdik Ekmekçi Himmet’e bir kez ve dahi sende bilirsin ki,sözler tutulmak için verilir,verilince de zorlayıcı nedenler dışında kesinlikle tutulur.Aksi, aleyhimize güven sorunu oluşturur ki;kolay kolay altından kalkamayız sonra.Anlaştık?..”
Bir kaç kez yutkunarak yanıtladı Beşir:
“Anlaştık anlaşmasına da!…”
“Açık konuşşana be adam,lafı niye ağzında geveliyorsun?”
“Yeterince açık değilmi?”
“Ne?..”
Yüzü yerde,kinaye yanıtladı Beşir.
“Yok birşey,yok!..”
Arkadaşının kinaye yanıtı Necat’ın gerilmesine yolaçmıştı:
“Ne demek yok bir şey kardeşim ?..”
Necat’ın reaksiyonundan hoşlanmamasına karşın sorun çıksın istemiyordu Beşir:
“Tamam tamam,sorun yok!..”
‘Tamam,’diyordu içinden Beşir:Söz vermişlerdi Himmet’e bir kez;bunu anlayabiliyordu.Verilen sözler,zorlayıcı nedenler dışında kesinlikle tutulmalıydı,bunu da yeterince ve de gereğince anlayabiliyordu ancak;çağrılı oldukları düğün,bugün öğleden sonra saat ondört deydi.Sabahın Yedisinde görevden çıkan bekar bir Polis Memuru,kendisi dışında hiç bir canlının yaşamadığı buz dolabı gibi bir evde,yorgun argın bir başına yattığı ağır bir uykudan kendi olanaklarıyla uyanmayı nasıl başaracaktı?..Gerçi evde Çin menşe’li bir çalar saat vardı ama,sahibine direnmeyi alışkanlık haline getiren bu anut teneke kutusu;ne hikmettir bilinmez,her seferinde özenle kurulmasına karşın iyelik haklarını elinde bulunduran efendisini uyandırma başarısını bu bugüne değin hiç bir şekilde göstermemişti.
Konu komşudan yardım istemeyi sınasa,ilişkileri olabildiğince bağnaz ve bir okadar kuşkucu bir anlayışla yorumlayan hangi komşu bekar bir Polis’e yardım etmeyi içine sindirebilirdi ki?
Herkesin gelini vardı, kızı vardı.Yöre halkı biribirini gerçek anlamda tanıyor,iyi yada kötü günlerinde biribirlerine deste kolup; acılarını, sevinçlerini paylaşıyor olmanın yanında,Yasal başvuru haklarınıda saklı tutarak,gerektiğinde Polis’ten her türlü yardımı istemeyi rahatlıkla içlerine sindirebiliyordu ama;sıra Polis’e yardım etmeğe geldiğindeyse;hiç tereddütsüz arkasını dönerek,yardım elini uzatmaktan kaçınıyordu. bireysel tercihleri olmasada…
Toplumsal yargı bu yönde işliyor ve Polis’e yardımcı olanlara iyi gözle bakılmıyordu yörede...
Ayni dili,ayni kültürü paylaşıyor olmaktan;kanda bir kökende bir ve inançta bir ol maktan kendilerini fevkalade mutlu hisseden insanların çoğunluğu oluşturduğu bir toplumun içinden gelip,farklı kulvarlarda yer alıyor olsalar bile,birlikte yaşamak zorunda oldukları ayni toplumun mal,can ve ırz emniyetiyle genel Güvenlik ve düzenliğini sağlamak,yörede erinç ve güven ortamı oluşturarak,yurtdaş ları gönendirmek gibi olağanüstü anlamlı bir görev ve işlev üstlen miş bulunan Polis;içinden yetiştiği ve gerektiğinde canıyla kanını uğrunda feda etmekten bir an bile çekinmeyeceği sevgili halkı tarafından dışlanıyordu.Bu ne yaman,ne çetrefil bir çelişkiydi böyle?..
Yerel Polis Örgütlerince böyle bir çelişkiyi hakedecek ne tür bir eylem,yada işlemde bulu nulmuştu içinde yaşadıkları toplumaki,yardıma en çok gereksinim duyduğu anlarda bile dışlanıyordu Polis?
Toplumsuz bir Polis Örgütü ve Polis’siz bir toplum düşünülebilirmiydi hiç?..
Dünyanın neresinde görülmüştü toplumsuz Polis?Etle tırnak değilmiydi bu ikili?..
Ohalde hangi uğursuz etmen ayırıyordu tırnağı etten ve nasıl oluşmuştu böylesi yaman bir çelişki?..
Bireysel savsaklamalardanmı,yoksa kurumsal savsaklamalardanmı kaynaklanmıştı?..
Bireysel savsaklamalar bir noktaya kadar mazur görülebilirdi belki ama,ya kurumsal savsaklamalar?..
Kurumlar hangi haklı mazeretin arkasına saklanabilirlerdi ki?Üniter Devletlerin temel taşlarını kurumlar oluşturmuyormuydu bu Ülkede?..
Bu tür oluşumların savsaksaklama gibi bir lükse sahip olmaya hakları olabilirmiydi Tanrı aşkına?..
Emniyet Örgütü Devletin temel taşlarını oluşturan kurumların en önde gelenlerinden biri değilmiydi peki?.
Araştırma,planlama,uygulama ve denetleme üniteleri neredeydi bu örgütün?Varsa ne iş yapardı bu üniteler,yoksa niçin kurulmamıştı ve sonuç olarak da sorumluları kimlerdi bu korkunç savsaklamanın?..
Birincil ereği;toplumun erinciyle,iç güvenlik ve düzenliğine yönelik hizmetlerin üretil mesi olmak gereken Polis Örgüt’ünün,böyle bir atmosferin oluşmasına seyirci kalmış olması affedidilir hafiflikte bir savsaklama şeklinde geçiştirilebilirmiydi?..
Bu savsaklama olağanüstü boyutta bir sorumsuzluk ve hatta sorumsuzluktan da öte, insanın tüylerini ürperten bir cinayet örneği oluşturmuyormuydu?..
Sonuçları itibariyle bu denli ağır bir sorumsuzluğun Hukuk bağlamında bir yaptırıma tabi tutulması gerekmezmiydi peki?..
Kim uygulayacaktı bu yaptırımı ve uygulamada nasıl bir yöntem izlenecekti?..
Ve..hepsinden önemlisi de,uygulamada yeterince Adaletli davranılacakmıydı?..
Sonuçta kime yüklenecekti sorumluluk:Direkt olarak Yasa Koyucusunu belirle me hak ve yetkisini elinde bulunduran topluma mı?..
Yasa Koyucusuna mı?..
Yoksa üretkenliğini tümüyle yitirmiş statükocu merkez bürokrasisi dururken bütünüyle günahsız ve bir okadar da savunmasız yerel örgütlerin alt katmanını oluşturan gariban emekçi lerine mi?..
Dahası,ömürlerinin son döneminde kaderleriyle başbaşa bırakılarak,aç bilaç sürünme ye terkedilen örgüt emeklilerine mi?..
Hangisine ha?Hangisine!?..
Örgütün üst yönetiminde görev üstlenmiş olan merkez karar organlarınca, 1934 yılında yürürlüğe giren Polis Vazife ve Selahiyet Yasa’sıyla,bu Yasa’nın uygulanmasına ilişkin 1938 tarihli Polis Vazife ve Selahiyetleri Tüzük’ü ve 1937 tarihli Emniyet Teşkilatı Yasa’sıyla;bu Yasa’dan kay naklanan çok sayıdaki tüzük,yönetmelik ve daha bilmem ne kadar Hukuksal düzenleme varsa,hiç birinde halkla ilişkilerden ve halkla ilişkilerin önemin den ne yazıkki hiç,ama hiç söz edilmediği gerçeğiyle yüz yüze kalındığında, ne türden bir reaksiyon gösterilecekti?..
Halkla ilişkileri rehabilite edip geliştirmenin tek yolunun,halkla birebir muha tap olmaktan,prensiplerinin tesbit ve belirlenmesinden ve bu prensiplerin kalıcı bir Politika haline getiri lip,Akademik düzeyde kurumsallaştırılmasından geçtiği,
1937 yılında yürürlüğe giren ve Türk Polis Örgütünün yapılanmasını,işleyişini, personel,eğitim,sağlık,atamaveyerdeğiştirme,disiplin,cezalandırma,ödüllendirme,yükselme,aylık ve ödenek,araç, silah,donanım ve enformasyon hizmetlerini düzenleyen 3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Ya sa’sının çağdışı kalmışlığı daha nekadar görmezden gelinecekti?
Taşra örgütlerinde,olağanüstü sıkıntıya neden olan ulaştırma,haberleşme,yer leşim, silah ve donanımların modernizsyonu vb. gibi hizmetleri bünyesinde toplayan yeni bir Lojistik Hizmetler politikasına hava gibi,su gibi gereksinme duyulduğu yönündeki gerçeklik; Örgütteki görevlerine asıl uğraş alanları dışında kalan boş vakitlerini değerlendirebilecekle ri ikincil derecede bir uğraş alanı gözüyle bakan Çarşı ve Mahalle Bekçilerince bile uluorta vurgulanmaya başlan mışken,her vesileyle Polis Mesleğinin gerçek sahipleri olduklarını yalnız ca tören ve kokteyllerde ifade etmekten büyük keyif alan saygın beyefendilerin(!)konuya duyarsız kalmalarının mantığını kim,nasıl ve neyle izah edecekti?..
Kısa süreli kurslarla Polis Memuru yetiştiren Polis Okullarının ciddi birer eği tim ve kültür yuvası haline getirilerek,toplumun eğitim seviyesinin gerisinde kalmış bulunan personel eğitiminin maksimum düzeyde realize edilmesi.
Her Genel Müdür değişikliğinde alışkanlık haline getirilen kıyafet değişiklikle rine son ve rilerek,Üniformaya renk ve biçim yönünden kalıcı bir kimlik,bir kişilik kazandı rılması…
Polis Mahkemelerinin acilen kurularak,Adli suç işleyen örgüt mensuplarına ger çek an lamda yargılanma ve özellikle de savunma olanağı tanınıp,konuyla ilgili haklarının ya sal güvenceye bağlanması...
Görev şehitlerinin geride bıraktıkları dul ve yetimlerin geleceklerinin sosyal güvenlik yönünden güvence altına alınması...
Her İl’e bir sağlık Dispanseri kurulup, olanakların elverdiği ölçüde ve Emekli mensup larımızı da kapsayacak biçimde yaygınlaştırılması.
Dar kapasiteli huzur evlerinde ellerinden alınan birer vekaletnameyle aylıkları na el konulduktan sonra sokağa terkedilen hasta,güçsüz ve yaşlı Emeklilerimizin yaşamları nın son demleri ni güven içinde geçirebilecekleri Örgüte özel barınma ve rehabilitasyon mer kezlerinin İl’ler bazında kurulması…
Öncelikle Adli Polis Ünitesinin hayata geçirilerek, Polis’in işleyiş ve fonksiyon larına ivme kazandıracak tam donanımlı mobil Karakollar ve suç yeri inceleme birimlerinin oluşturulması gibi bazı reformların bütün alanlara yayılarak,Örgütün çağın gereklerine ya nıt verecek modernizasyon ve erişkinliğe kavuşturulmasına yönelik radikal proje ve kararla rın geciktirilmeden üretilmesi gerçekliğinden sürekli kaçınarak hiç bir aktivitenin içinde rol üstlenmek basiret ve yürekliliği gösteremeyen,bu yüzden yaşanan tatsızlıkları da, salt yerel örgütlerin başarısızlığıymış gibi lanse edip so luklanmayı beceriklilik sanan bu zeka özürlü aktörlerle,halkın ve yerel Polis Örgüt erinin ayni potada eritilip,mutlu sonda buluş turulmasının olanaklı kılınamıyacağı…
Öğretim süreleri Kolej’den sonra üç yıl olmasına karşın,dört yıllık Fakülteler den mezun olan farklı kurumlardaki emsalleri düzeyinde diplomalandırılıp, hiç de hak etme dikleri örgüt yöneticiliği titriyle donatılan kültürü eksik,yüreği eksik, irfanı eksik "efendile rin" kompleksli beyinleriyle çağın yakalanmasının olanaksızlığı gibi gerçeklikleri " O kafa!..." zihniyetine kim, ne zaman, hangi güç ve hangi yöntemle enjekte edecekti?..
Polis örgütünün kuruluş günü olarak belirlenen 10 Nisan 1845 tarihinden bu yana kontrol dışı akan zamanın, bu süreç için de onarılmadığından kangren olarak,günümü ze kadar uzanan çö zümsüz sorunların,halk nezdinde yitirilen bunca itibarın ve ahlarla vahlar arasında buharlaşarak,göz göre göre yiten karşılıklı ahenk ve güven ortamının sorumlusu kimdi acaba?
Kimdi sorumlu?Kimdi ha?Kimdi?..
Karmaşık düşünceler içinde bocalıyordu Beşir.Necat’ın yanıt bekleyen bakışla rı hala üzerindeydi ama, o bunu farkedecek durumda değildi.Arkadaşının psikolojisini anlamağa çalışıyor du Necat.
"Evet koçum,daldın yine…Ne düşünüyorsun?..
"Hiiç..."diyerek omuzlarını silkti dalgın bakışlarını Necat’a yönelten Beşir."Ne düşü nebilirimki?"
"E-e, Problem ne ozaman ?"
Silkinip toparlanmağa çalıştı bu soruyla Beşir.Duygusal davranmanın anlamı yoktu ve de sırası hiç değildi şimdi.İçinde bulunduğu psikolojiden sıyrılması gerektiğini düşünmeğe başlamış tı.İlkin gözlerini kaçırmağa çalıştı Necati’den.Ardından göz kapaklarında yoğunlaşan asitin yeyip bitirdiği gözlerini bir kez daha silmeğe çabaladı gece boyunca kullanılmaktan rengini yitirmiş kirli mendiliyle bir süre ve mendilini özenle katlayıp cebine koyarkende,ağır devinimlerle biraz daha yaklaştı arkadaşına:
"Bak Necat," dedikten sonra soluklandı az biraz.Sesi ağzından çıkan sözcükleri kendisi nin bile işitemeyeceği denli güçsüz ve kırılgandı.Bu yüzden bir kaç kez öksürüp aksırarak sesinin tonunu ayarlamağa çalıştı.Ardından ikidebir ovulmaktan mermi deliği gibi kızaran gözlerini bir kaç kez daha ovuşturduktan sonra iki elinin işaret parmaklarının tersiyle,bıraktığı yerden kesintisiz sürdürdü konuşmasını yüzüne oturan ağdalı bir tebessümle:
"Ekmekçi Himmet’i tanır ve çok severim.Sözüne, yüreğine sağlam bir delikanlıdır. Onun davetine uymayı ve yöre sakinleri nezdinde onurlandırmayı,bende en az senin kadar isterim. Aslında,arkadaşlıklar ve dostluklar böyle günler için değilmidir?Bu düğüne gitmemek gibi bir ayıbın Himmet’i değil, bizi itibar kaybına uğratacağını adım gibi bilmiyormuyum sanıyorsun?Benim derdim düğünle veya Himmet’le değil Necati’m.Benim derdim uykuyla dostum,uykuyla.Vede yalnızlıkla.Ben var ya ben;başımı yastığa koyup da uyudummu bir kez,Şeyh Şamil’in topları gelse evimin önüne,hikaye! Hiçbir şekilde inanmayacaksın benim uyanacağıma.Kesinlikle uyanamam, kalkamam ben arkadaşım,kesin lnlikle.Bekarlık başa bela olduğuna göre,kimseden yardım istemeğe de hakkım yok.Salt bu yüzden büyük bir açmazdayım anlayacağın Necat.Korkarım senin de yüzün kara çıkar benim yüzümden …“
Arkadaşının kaygısını anlamakla birlikte,onu bu kaygılarından arındırmak istiyordu Necati.Bir adım daha yaklaşarak,dostça kavradı omuzlarından elleriyle Beşir’i:
"Adaam sende,”dedi.”Kardeşimin kaygılandığı şeye bak hele!..Biz ne güne duruyoruz burada,ha?..Düşünme bunları şimdi.Var git keyfine bak sen.Tam saat onüçde kapındayım bilmiş olasın. Şimdiden uyanamayacağın ağırlıkta uykular diliyorum sana.
“Sevinçten gözleri balkıdı Beşir’in, rahatlamıştı.
"Teşekkürler Necati ama,üç aşağı beş yukarı;senin de benden bir farkın yok.Büyük zahmet olacak sana.Aslında senden böyle bir jest beklemeye hiç hakkım yoktu ancak;başka bir şansımın bulunmadığının da bilincindeyim açıkçası.Tekrar teşekkür ederim sevgili kardeşim.Saat onüçte görüşmek ümidiyle.."diyerek sarıldı minnet duygularıyla Necat’a:
“İyi uykular kardeşim!..”
“Sana da...“
Kaygı erinçe terk etmişti yerini…
* * *
Kentin batı kesiminde sırıtarak yüzünü göstermeye başlayan sabah güneşi,günlerdir sıfırın altında seyretmekte olan ısıyı birazcık olsun yumuşatacağı yerde,Kumalar Dağının kuzey batısından ıslık çalarak gelen ve Kent’in üzerine bir karabasan gibi çöreklenen kar yada yağmur habercisi Karayel’le birlik olup daha bir sertleştirmişti sanki.Eller cepte evinin yolunu tutmuş bulunan Necat,kulaklarının üşüdüğünü hissetmiş olacaktı ki,boynunu kalın kaşe gocuğunun geniş yakaları içine biraz daha gömerek adımlarını sıklaştırdı.
Yeşil çıkmazına geldiğinde,mahalle bakkalını geçmiş olduğunu son anda fark ederek, keskin bir"U"dönüşüyle Türkmen Bakkaliyesine yöneldi.
"Hoş gelmişsin beyim.."dedi açılan kapının ardında beliren Necat’ı gören Bakkal Niyazi,önündeki kömür mangalının kapaklarını telaşlı devinimlerle kapatıp,doğrulmağa çalışırken. Sonrada gözleri sabahın ilk ışıklarıyla gelen müşterisinin gözlerinde elpençe divan durup, gönenmiş görünmeğe çalışarak sordu:
"Emrin?.."
‘Tipik Türkmen’lerdendi Bakkal Niyazi.Türkmen’lerin Dodurga Oymağına mensuptu. Başında yün örmesi renkli bir Türkmen başlığı,üzerinde soluk haki renkli kirli bir işlik vardı.Kırk yaşlaında,kısa boylu,esmer,tıknaz,sağlam görünümlü,ince kadınsı sesli,çakır gözlü,hafif kırçıl sakallı, yüzünden tebessümü hiç eksilmeyen güleç yüzlü bir adamdı.’
"Günaydın Niyazi Efendi,"diye karşılık Verdi Necat."Her zamankinden,iki bisküi, bir lokum..."
Ardından da son anda hatırlamışcasına:
"Haa!”dedi,başıyla ekmek dolabını işaret ederek:“Bir de francala..Sıcak olsun lütfen.. Oğlum da,eşim de bayılırlar dumanı tüten francalaya...“
"Hay hay!..Ne demek beyim,başüstüne..Derhal..Derakap…"
Sevinci yüzünden okunuyordu Bakkal Niyazi’nin.Ağzına kadar malzeme dolu raflar günün ilk müşterisini selamlamaya hazırdı."Müsadenle Beyim,"diyerek tam karşısında bulunan tahta lokum sandığına yönelip alışık hareketlerle,çöktü dizleri üzerine heyecanla..Heyecanı günün ilk alışverişini yapacak olmasından ileri geliyordu peşin parayla.Besmeleyle bir lati lokum çıkarıp, özenle fiskeleyerek,silkeledi sandık içine bir zerresini bile israf etmeden beyaz tozunu.Ardından kalkıp,en üst rafta bulunan bisküi kutusuna uzanmak istedi parmak uçlarına basarak.Boyunun yetişmediğini bilmesine karşın,her seferinde yapıyordu bunu nedense...Sonra fikir değiştirip,dükkan daki ata yadigarı tahta tabureyi çekip koydu ayağının altına,Tanrı’dan yakınarak:
"Tanrı bizi boy fukarası yaratmış beyim!Ne olurdu üç parmak daha uzatsaydı şu Niyazi kulunun boyunu.Gerçi O’nun adaletinden sual olunmaz amma beyim,buda adaletmi şimdi yani,ha?..Nebiçim Adalet bu böyle?..Adam var boy iki seksen.Adam var boy bir karış...Zürafa’ya olabildiğince cömert davranan Ulu Tanrı’m,Türkmen insanına gelince;en kabadayısına bir metre yetmişbeş santim.Niyazi kuluna gelince de bir altmış!Sırf bu sebepten ötürü neredeyse Askere bile almayacaklardı beni valla.Yetersiz beslenmeden falan diyorlar ya;kulak asma sen beyim,tevatür işte.İçtiğim inek sütünün,yediğim keçi peynirinin,bol kaymaklı manda yoğurdunun,günlük taze köy yumurtasının haddi hesabı yok şerefsizim...Boyun beslenmeyle ilgisimi olabilirmişki?..Olsaydı,ben şimdi boyu benden de kısa olan cansız,kansız bir sandalyeden medet umuyor olurmuydum hiç?..Tevatür işte,tevatür.Tanrı böyle uygun görmüş beyim,O’nun işine karışmak kimin haddineki biz karışalım!..Töv be tövbe...Sabah sabah günahamı girdik ne!..Siftah yapalım derken günaha battık ki,diz boyu!..Tövbe tövbe,tövbe tövbeee!.."
Ayak parmaklarının üzerinde yükselerek uzandığı Bisküi kutusudan iki bisküi çıkardı. Bisküiler Eti markaydı.Diğer elinde bulunan lokumu bisküilerin arasına yerleştirip,preslemeye başladı kendisine özgü ilkel bir yöntemle göstere göstere preslemeye başladı çıplak,nasırlı parmak ları arasında.
“Parmak gücüyle yapılan presi değme makina yapamaz beyim.“
Necati’nin gözlerinin ellerinde odaklandığını farkeder etmez de suçüstü yakalanmış gibi iki elini birden havaya kaldırıp,savunmaya geçti utançtan kıpkırmızı kesilen ablak yüzünü gizlemeye ça balayarak:
“Temiz beyim,inan olsunki temiz.“Sabah yediden önce dükkanı açar açmaz yıkadımdı arap sabunuyla şart olsun!..”
“İnandım Niyazi Efendi,işine bak sen,rahat ol...”
Rahatlamış görünmeye çalışıyordu Türkmen bakkal ama,yaptığı işin hijyenik standart larla hiç de örtüşmediğini kendisi de en az karşısında dikilen Necat kadar bilmesine karşın, pişkinlikle sürdürüyordu konuşmasını:
"Rahatım sayenizde beyim,bunda rahatsızlık duyulacak ne var ki!.."diyerek preslen miş lokumu tavşan motifli ince bir ambalaj kagıdıyla sarıp,özenle paketledikten sonra,tahta ekmek dolabın dan çıkardığı henüz dumanı tütmekte olan kalın kabuklu bir francala ile birlikte uzattı Necat’a:
"Buyur beyim,küçük yeğenime şimdiden afiyet olsun.Francalanın sivri uçlarını hart diye ısırırken bakkal amcasının kıyağınıda sakın unutmasın emi!"
“Pardon?..“
“Çocuklar bayılırlar da francala ekmeklerin sivri uçlarına…“
"Anladıım,“Diyerek gülümsedi bu jeste Necat.“Çok teşekkür ederim Niyazi efendi, Senin bu kadar ince düşünceli biri olacağın hiç aklıma gelmemişti.Borcum nekadar bu arada?"
"Bakşimdi,bunu sana hiç yakıştıramadım beyim.Borç da nedemekmiş yahu? Borç de yince kıymetli dostum, ne borcuymuş bu?On kuruşun hesabı tutulur olmuş da bu memlekette bizim haberimiz mi olmamış yani?Versende olur,vermesende.Sonuçta,aybaşına ne kaldıki şunun şurasında?Topu topu üçgün,beş gün,peh ki ne peh!..”dedi dudaklarını,büzüştürerek:"Borç dediğinde borç olsa bari!.."
Zeki adamdı Türkmen bakkal.Eğitimsizdi,cahildi,görgüsüzdü ama,müşteri psikolojisi ini çok iyi öğrenmişti.Müşteri böyle bağlanıyordu küçük yerleşim yerlerinde."İlkbaşlarda müşterinin güvenini kazanmak için güven verici davranışlarda bulunup,güleryüz gösterecek,içtenlikli davrana caksın.Gereğinde üçü iki gösterip,parayı pulu çok fazla önemsemediğini ima edeceksin her vesiley le.Ayağını alıştırıp veresiye defterine bağladıktan kelli deee:’Aysberg’in öbür yüzünü göstereceksin gırtlağına basarak hiç çekinmeden.Göstereceksin lakin,ucundan kenarından göstereceksin. Bakan hiç bir şeyi görmek istediği şekilde göremeyecek!Yalnızca sen göreceksin.Kaşıkla verip kepçeyle alacaksın müşterinin yüzüne gülerekten...
Hesapta,kitapta,tartıda,azar azar,çaktırmadan ve de fazla acıtmadan!Basa caksın kazığı köküne kadar emme,kimsenin ruhu duymayacak.Acıma dersen hiç yok ticarette.Gerekti ğinde baban bile olsa...
"Ticaret bu aslanım;ısıracaksın dişlerini göstermeden ve karşılığında da teşekkür bekleyeceksin utanıp arlanmadan bir güzel.Aksi zora sokar ticaret erbabını ki;battınmı bir kez debelenip durursun deli danalar gibi batağın ortasında ve debelendikçe de gömülürsün gırtlağına kadar ki;sittin se ne devinsen bir daha asla çıkamayacağın gibi;kıçını yırtsan uzanacak bir el vede tutunacak bir dal neyin bulamazsın sonsuza dek,şart olsun…“
Çerçilik yaparak köy kent dolaşan rahmetli Tükmen Atası böyle belletmişti ticareti,tor pağı bol olsun!..
Kaput düğmelerini zorlanarak açan Necati,ceket cebinden çıkardığı cüzdanının bozuk para gözünü bir sure karıştırdıktan sonra,başak kabartmalı bir metal yirmibeşlik bulup uzattı Bakkal Niyazi’ye:
"Al bakalım Niyazi efendi.Üstü kalsın.
“Niye kalsınki beyim?..“diye tepkiledi Niyazi.
“Bir başka gelişimde değerlendiririz kalanı tamam?.."
“Sen öyle diyorsan?..“
Yuvalarında fıldır fıldır dönen renkli gözleriyle Necat’ın paralı elini izlemekte olan Bakkal Niyazi,kendisine uzatılan madeni parayı alır almaz,sürttü çenesine adet olduğu üzere bir kaç kez:
“Siftahı senden,bereketi yüceler yücesi Tanrı’mdan beyim.Ayağını sürüyerek gemiş sindir inşallaah! ”
“Sürüdüm,sürüdüüm,“dedi gülerek Necat.Ardından sürdürdü konuşmasını:
“Hemde ne sürüme kıymetli dostum,hemide ne sürüme...Garç gurç,garç gurç!..“
Yeterince anlayamamıştı Necat’ıTürkmen Bakkal:
“Nedemek şimdi bu?“
“Yer gök kar Niyazi efendi,Sandıklı’da başka ses duymak mümkünmü Tanrı aşkına?“
“Yav abey,“dedi Tüğrkmen Bakkal,“Sen bene ikidebir Tanrı felan deyon da,ben seni pek anayamıyom a gözünün yağını yediğim.Sen Şuna Allah desen de bir anlaşsak?“
“Fark etmez Niyazi efendi,“ ha Memedali,ha Ali Memed!..“
“Anayamadım?“
“İkiside ayni demek istedim.“
“Haa“diye tepkiledi Niyazi:“Sen öyle deyosan öyledir be abem,üzme tatlı canını sen.“ dedi Türkmen Bakkal,“Ha Memedali, ha Alimemet!Sorun yok haa?“diyerek gülmeğe başladı bu kez…
Olağanüstü mutluydu Tükmen Bakkal.Daha bir dakika önce adaletsiz davranmakla suçla dığı Tanrı’sına hiçbir serzenişte bulunmamış gibi,şimdi de ağız değiştirerek günün ilk kazancını sağladığı için şükretmeğe başlamıştı:
“Verdiğin nimetlere şükürler olsun Tanrım!..”
* * *
Üst kata çıkan merdivenleri koşarak tırmanan Necati,kapı ziline henüz uzanmıştı ki,usulca aralanan kapının ardından uyku mahmurluğuyla gülümseyen eşinin sevgi dolu bakışlarıyla karşılaştı:
“Günaydın Neco’ciğim!..Yorgun görünüyorsun?”Eşine Neco diye hitabederdi Safiye.
“Günaydın beyaz güvercinim.Bomba gibiyim Tanrı’nın izniyle.Ya sen?Sen nasıl sın bakalım?Sen de iyimisin?..”
“Seni gördüm daha iyi oldum Necociğim,”diyerek ardına kadar açtı kapıyı Safiye: ”Girsene.”
Ayakkabılarının bağlarını çözerken aklına oğlu gelmişti:
“Kürşat uyandımı?”
“Henüz uyanmadı babası,”diye yanıtladı Safiye,bembeyaz dişlerinin tamamını ortaya çıkaran bir gülümsemeyle.”Öyle tatlı uyuyor ki yavrumuz.Hadi canım geç,üşüme,gir içeri.”
Karakış hükmünü sürdürüyordu.Ayakkabılarını aceleyle çıkarıp içeri girdi Necat. Mümkün olduğunca ses çıkarmamağa çalışarak,yavaşça itti arkasından kapıyı. Kapatır kapatmaz da, elinde ekmekle içeri girmesini bekleyen karısına sarıldı gözlerinin içine bakarak bütün sevecenli ğiyle.Çekip göğsüne bastırdı yüzünü sıcacık.Ardından avuçları içine aldığı başını kaldırarak sevgiy le,günün ilk öpücüğünü konduruverdi Safiye’nin gülümseyen ağzının içindeki bembeyaz dişlerinin üstüne.
‘Van’ın Özalp ilcesinde l967 yılında evlenmişlerdi Safiye’yle.Özalp Merkez Sağlık Ocağında Ebe-Hemşire olarak görevliydi Safiye.Trabzon’lu,ciddi,kibar,incecik,dal gibi ve oldukça güzel,derli toplu bir kızdı.Gözü işinden başka bir şey görmezdi.Gündüz mesai saatlerinde Sağlık Ocağından şifa uman hastalarla,çalışma saatleri dışında da;acil doğum vak’aları arasında habire koş tururdu durup dinlenmeksizin.Sağlık hizmetleri yeni sosyalize edilmiş,oda tercihini sosyalizasyon hizmetle rinin uygulandığı ilk il olma onurunu taşıyan Van İl’inden yana kullanarak Özalp İlce’sine atanmıştı.İdealist bir yapısı vardı.Mesleğinin bütün gereklerini yerine getirmeye özel çaba sarfeder, çırpınırdı günboyu mesai gözetmek sizin.
Bu özellikleriyle çok kısa bir sürede çevrenin dikkatinin üzerinde yoğunlaşma sını başarmış tı.Özel bir çaba sarfetmemekle birlikte,dikkatini çek meyi başardığı biri daha vardı ama,o henüz bundan haberdar değildi. Dikkatini çekmeyi başardığı bu kişinin,1 Hazi ran l967 tarihinde,3 Nisan İlkokulunda düzenlenen sade bir düğünle evlilik yüzüğünü parma ğına takan ve Sağlık Ocağı Lojmanlarının karşısın daki tek katlı bir toprak evde yaşlı anne siyle yaşamakta olan Necat Manastırlı olduğunu,düğünden yal nızca onbeş gün önce öğrene cekti.
Görücü usulüyle evlenerek kısa bir sürede birbirlerini sevmişler,sevgiyi saygı, saygıyı güven,güveni aşk ve aşkı da prematüre bir doğumla adını Kürşat Naci koydukları minnacık yavrula rıyla bezemişlerdi,Termometrelerin eksi otuzbeş dereceyi zorladığı bir atmosferde.
Prematüre Kürşat’la birlikte karı kocanın sorumlulukları da artmıştı.Salt iyi birer anne ve babaydılar artık ve annelerle babaların,çocuklarını en iyi şartlarda yetiştir mek,beslenmesiyle, bakımıyla,sağlığıyla,büyüyüp gelişmesiyle,eğitimiyle ilgilenmek ve sosyal yaşamda saygın bir rol üstlen mesine katkıda bulunmak…
Hülasa onu geleceğe en üst seviyede hazırlamak gibi olağanüstü kutsal bir görevleri vardı.Bunun bilincinde olarak çalışma saatleri dışında kalan zamanlarını tümünü sevgili yavrularıyla paylaşmağa başladılar.Uzman Doktorlardan da yardım ve tavsiye alarak,oğullarının kısa sürede normal vücut ölçülerini yakalamasını sağlayıp,literatürde kayıt olanağı bulamayan müthiş bir başarı ya imzalarını atarak,deyim yerindeyse çevre sakinlerine parmak ısırttılar.Birkaç ay içinde epeyce boy atmış,biraz da kilo almıştı.Her geçen gün biraz daha uzayan ve bukle bukle kıvrılıp omuzlarına dökülen altın sarısı saçları boncuk mavisi gözleri, sütbeyazı teni ve yüzünden hiç eksilmeyen gülücükleriyle,inanılmaz güzellikte bir bebek olmuştu Kürşat.’
Kocasının öpücük salvosundan güçlükle sıyrılmayı başaran Safiye,elindekileri bir koşu mutfağa bıraktıktan sonra tekrar geri döndü.Soyunmasına yardım ettikten sonra, gocuğuyla ceketini portmantoya astı. Birlikte mutfağa geçtiler elele…
İri Kalamata Zeytin,tam yağlı beyaz Peynir,Tereyağ,Çay ve Vişne Reçelinden oluşan menü enfesti doğrusu.Karşılıklı birer sandalye çekerek oturdular.Tavşan kanı çaylarından henüz birer yudum almışlardı ki,ahşap döşemeli koridorda"pat pat.."diye yankılanan ve mutfak kapısı yönünde yoğunlaşarak duran minik ayak seslerinin ardından yavaşça aralanan kapıdan, uykulu gözlerini ovuştura ovuştura içeri süzülen ve minik kollarını iki yanına açarak paytak paytak babasına doğru koşan biricik yavruları Kürşat’ ın:
“Bab-ba del-di?..”sorusuyla karşılaştılar.
“Del-di yavrucuğum,bab-ba del-di..”diye yanıtladı bebek diliyle Necati.
“ Tokum al-dı bab-ba?..“
“Almazmı hiç bab-bası,almazmı biricik koçuna!..“diyerek koltuk altlarından kavradı ğı gibi,“kuş kuş“yaparak kaldırıp uçurdu havalarda kuş gibi,dizlerine tırmanmakta olan Kürşat’ı.
Önce gözleri buluştu havalarda sevgiyle.Sonra mimikleri takibetti gözlerini sorgulaya rak.Ardından bir daha hiç ayrılmayacaklarmış gibi sarılıp dolayarak kollarını boyunlarına, özlemle bakışıp,öptüler yanaklarından biribirlerini doyasıya,sonra saçlarını okşayıp,koklaştılar burunlarının uçlarını biribirine sürterek karşılıklı bir süre.Ardından derin derin soluyarak çektiler tenlerinin tanıdık kokularını ciğerlerinin en kuytu köşelerine gözlerini kapatıp iç geçirerek, keyifle..minicik Kürşat’ın mutfak duvarlarına çarparak yankılanan kahkahaları arasında,soluksuz...
Kocasıyla oğlunun öpüşüp,koklaşmalarını gururdan titreyerek izleyen Safiye, daha fazla dayanamayıp kalktı yerinden sevgi dolu yüreği kıpır kıpır ve uzatıp kollarını sarılarak kocasıyla oğluna sevgilerin en güçlüsüyle,sonsuza dek yaşaması için Tanrı’sına her dem yakardığı bu olağanüstü tablodaki yerini almakta gecikmemişti göz pınarlarından dökülen gümüş renkli mutluluk damlacıklarıyla birlikte.
Kahvaltı tamamlanmış,yatak odasına çekilmişlerdi.Altın sarısı başı babasının göğsün de,bir süre"Osman’cık ve Kurbağa"masalını her zaman olduğu gibi babasının kalp atışlarıyla birlik te ve de her cümlenin sonunda:"Ha’a ha’a!?."diye tepkileyip bab-bacısını gaza getirmeye çalışarak dinlemekten müthiş keyif alan Kürşat,bir kez daha anlatılmasını ısrarla istediği ayni masalı ikinci kez dinleyemeden,yarıda bıraktığı sabah uykusuna yenik düşmüş,kahvaltıda tüketmesine izin verilmeyen Lokum-Bisküi paketi elinde,kendinden geçivermişti limon sarısı saçları arasında dola şan parmakların sihirli dokunuşlarında...
Babasının göğsünde uyumaktan mest olan Kürşat’ı,bebek odasındaki yatağına yatıra rak,yanağına sevgi dolu kocaman bir de öpücük kondurmayı ihmal etmeyen Safiye,ayak uçlarına basa basa sessizce döndü yatak odasına.
"Saat onikide kaldır beni Safiye..."diye mırıldanarak nevresimi başına çeken sevgili kocasının uyarısı üzerine,başucunda bulunan masa saatini özenle kurup ayarladıktan sonra,bir güzel uzanıverdi Necati’nin yanına tüm sevecenliğiyle,nevresimin bir kulağını koparırcasına çekiştirerek.
“Çokmu yoroldun Neco’ciğim?“
“Birazcık,“diye mırıldandı dişlerinin arasından Necat.
“Ah canım!Kıyamam ben sana.Ben şimdi uyuturum canım kocacığımı,“diyerek incecik parmaklarını kocasının saç diplerinde gezdirmeye başladı yavaş ayavaş…
Karısının saç diplerini kaşımağa başlaması,bir iki dakikada horul horul uyumasına yetmiş de artmıştı Necati’nin.
“İyi uykular canım,“dedi sevgili kocasının yorgunluktan kapanmak üzere olan göz kapak larını gören Safiye.
“Sağol canım,Beni saat ondötrte uyandırmayı sakın unutma.“
“Merak etme Neco’ciğim,uyumana bak sen…“
Bordo renk seten kılıflı yorganın altından sessizce sıyrılan Safiye,kocasının açıkta kalan omuzlarını da örterek bir güzel,yavaşça çekip kapattı yatak odasının kapısı nı,ayakları ucunda yükselerek ardından.
-SÜRECEK-