- 847 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
tatile gittin de ne getirdin?
“Bayram tatiline gittin, ne getirdin?” derseniz, getire getire grip getirdim. Masamda iki paket mendil ve ağzımda aspirin ekşiliği ile size biraz memleket hikâyesi yazayım istedim.
Pazar yeri
Arife günü Pazar kuruldu. Pazar yerinin üst katında peynir, yağ, yoğurt, bal satıcıları var. Alt katta köylü kadınlar, torba terazi ya da ağırlık bulmak için oraya buraya gönderilen çocuklar. Her şey öyle bol ve öyle ucuzdu ki! Taze fasulye, biber, patlıcan, elmanın armudun yüz türlüsü ve büyükşehirlerde daha önce hiç görmediğim meyveler ve otlar, balıkçı tezgâhında hala yüzgeçleri oynayan ağzı açılıp kapanan sarı sazanlar, dişli balıklar. Hem kendimi, hem de satıcılarla, “sepetin hepsini, çuvalın hepsini alsak kaça olur?” diye toptan pazarlık yapan babacığımı zor zapt ettim.
Sende hiç mi göz yok?
Bizim ilçemiz aslında dağlar arasında sulak yeşillik çok güzel bir yerdi. Ama zaman içinde hoyrat ellerde çok yıprandı. Son yıllarda, estetik anlayıştan, göz zevkinden ve intizam duygusundan mahrum belediye başkanlarının eline düşmüş- ve nedense aradan geçen onca seçime rağmen kurtulmak için bir çabası olmayan- ilçelerde ne olmaktaysa bizde de o olmakta. Meydanlarda kırmızı plastik palmiyeler (ki bizim floramızla zerre kadar ilgisi yoktur) akrilikten yapılmış deve ya da keçi heykelleri, eski kerpiç evlerin arasında yükselen apartmanlar, ilk yağmurda göçeceğinden emin olduğumuz asfaltlar ve toz içindeki kaldırımlarla üzücü bir halde ilçemiz. Küçük bir stad yapılmış, dışına da sıvayla kayalık görünümü verilmiş. Bu “bir şey görünümlü bir şey” lerden oldum olası nefret etmişimdir zaten. Tarihi hamamın yıkılması, “burada oturup gelen geçen kızlara bakıyorlar” bahanesiyle asırlık çınarın kesilmesi gibi akıl sır ermez işleri de eklersem kızgınlığım daha anlaşılır hale gelecek sanırım. Be adam sende hiç mi göz yok, hiç mi akıl yok, hiç mi vicdan yok… diye başlayan sitemlerimi kendime saklayayım, sizin de içinizi daha fazla karatmayayım.
Ev
Anneannemin evi iki katlı kırk yaşında bir bina. Üst katta biz oturuyoruz. Koltuklardan, perdelere, melamin kâselerden, sırı kalkmış aynaya kadar hiçbir şeyi değişmesin istediğim, hayal âlemim benim bu ev. Çekmeceleri muhtelif cenazelerde gelmiş telgraf metinlerinden, herkesin gepegenç olduğu siyah beyaz fotoğraflara kadar çeşitli hazineler saklayan, duvarından , “başıma bir örtü sırtıma bir manto alsam, hiç gülümsemesem ve yaşıma da bir otuz eklesem aynısı olurum” dediğim büyük ninenin bize baktığı esrarlı bir ev. Mutfakta demir tavalar, bakır tencereler, yaldızlı bardaklar, banyoda altmış senelik tıraş makinesi, hamam tası. Odada çocukluğumdan beri hayranı olduğum iki resim; birinde bir yusufçuk başında iki meraklı kedi yavrusu var, öbüründe ağzında kazla gelen bir av köpeği. Buraya her gelişimde, en az bir günümü evden hiç çıkmadan bu eski püskülerin içinde hayal kurarak geçiririm ben böyle.
Kiracı
Alt katta kiracı var. Okulda hademelik yapan bir genç ve ailesi. İşim gereği birçok çift gördüm. “Oraya git şunu imzalat, sonra da bir kat aşağıda kaşe bassınlar” türünden çok basamaklı işlemleri tarif etmek lazımdır bizim işte, adam şaşkın bir halde bakarken kadın her şeyi tıkır tıkır halleder ya da başka b ir çiftte tersi doğrudur. O yüzden, Allahın pısırık adamlara açıkgöz kadınları, açıkgöz adamlara da pısırık kadınları denk getirdiğini çokça düşünmüşümdür. Bizim kiracı da bu fikrimi doğruluyor. Oğlan ne kadar konuşkan ve girişkense karısı da o kadar sakin ve sessiz. Oğlanın anlattıkça anlatası geliyor. Kısacık hayatına çokça macera sığdırmış. Yetimhanede büyümüş. Okumamış ama spora meraklıymış, yaman bir güreşçi olmuş. Hala yılda iki üç defa yağlı güreşlere gidiyor, madalyaları varmış. Büyük ağabeyi Almanya’ya çağırmış, yol bilmez iz bilmezken yetimhaneden kaçıp gitmiş. Orada evlenecekmiş sözde. “Bir gittim ki” diyor. “Ağabeyim çok değişmiş, köyün en yakışıklısıyken, şişman çökkün bir adam olup çıkmış, içkiye alışmış, lastik fabrikasında çalışıyor, her yanı yanık içinde. Buldukları kız da safça bir şeydi zaten. “Ben küçüğüm askerliğimi yapayım da geleyim” dedim, gerisin geri döndüm” diyor. Sonra “ne varsa köyde var” deyip şimdiki hanımını almış. Bu arada küçük ağabeyi karaciğer hastalığına yakalanmış. Doktor doktor dolaştılarsa da çare olmamış. Ardında iki yetim bir dul bırakıp gitmiş ağabey. Bu çocuk da yeğenlerini alıp kendi büyüdüğü yetimhaneye yerleştirmiş. Bu bayram için de, köyden yengesini, yetimhaneden de yeğenlerini alıp kendi evinde toplamış işte. Onda hikaye çok ama buraya sığmaz.
Kimse yalnız kalmasın
Bizim buralarda boy boy çocuklar görürsünüz, büyüğüne sorarsınız adını, “ Ramazan” der. Küçüğüne sorarsınız “Yamazan” der. İşte bu Ramazanlardan biri de kiracının yeğeni. Dokuz yaşında yaramaz bir oğlan. Bir akşam yemekte beraberdik. Yer sofrasına oturduk aynı tastan pilav yedik. Sonra Ramazan’a “bir sofra duası yap bakalım” dediler. Uzunca, şiir gibi bir duaydı. Muhtemelen yetimhanede öğretilen bir dua. Aklımda kalan tek cümlesi “kimse yalnız kalmasın” oldu. Yetim Ramazan’dan Rabbine bir nidaydı. Gözlerim doldu.
Yenge
Yengeyi yemekte görmedik. Avluda çocuklarla beraber yedi. Yemekten sonra da ortadan kayboldu. Bulaşığa girişmiş. Tam biz kalkacakken, üstü başı su içinde geldi, odanın en görünmez yerine, sığınır gibi oturdu. Bir şey konuşmadı. Onu o evdeki diğer kadınlardan farklı kılan, görünmez olmak istemesine sebep olan neydi diye düşündüm. O sofradaki diğer kadınlar da fakir ve eğitimsiz, onlar da İstanbul Türkçesi konuşmazlar ve şalvarsız rahat edemezler, ama kocaları var. Demek ki buralarda dul olmak böyle bir şeydi.
“ Su” geyikleri
Başka yerlerde de öyle mi bilmiyorum ama bizim burada bir su muhabbetidir gider. Dağın suyu mu daha tatlı, kale çeşmesinin suyu mu daha sert konusu her ortamda mutlaka konuşulur. “ Filanca çeşmeden bir su getirdim çok güzel çayı çıktı” Hatta daha da gerçek ifadesiyle “ Falanca bunara su doldurmaya gettim, iki bidon motura goydum geldim” vs vs… Hava durumu, ekin, hayat pahalılığı kadar mutad bir konu su buralarda. Fakir zengin herkesin ortak konusu su. Çoluk çocuk su doldurmaya gitmek, çoğu zaman taban tepmekten ya da bisiklet pedalı çevirmekten başka masraf çıkarmayan eğlenceli bir aktivite. Herkesin iyi su hakkında bir fikri, favori bir su kaynağı ve misafire sunacağı -iyi su ile demlenmiş -bir çayı var. Sade suyun tadını pek de bilmeyen, güne çayla değil de granül kahveyle başlayan ve suyu pet şişeden içmezse hemen ishal olan şehirliler için çeşme ve pınar mukayeseleri ne kadar boş, ne kadar önemsiz. Tadı olsa ne, olmasa ne diyorum içimden. Sonra başka bir açıdan bakıyorum. Belki de onlar haklı. Bu küçümsemeyle belki de su gibi leziz bir içeceğin zevkini ıskalıyor, su gibi aziz bir nimete karşı nankörlük ediyoruz, şehirli büyüklenmesiyle gözümüzde ufacık kalan birçok güzelliğin üstünden geçip gittiğimiz gibi. Karar veremiyorum.
Particilik ne de önemliymiş.
Atalardan kalmış birkaç parça tarla vardır. Babam satmanın sözünü dahi ettirmez. Her yaz icarcıların peşinde koşturur, yağmur yağmadı, başak dolmadı, yan yattı, çamura battı hikâyelerini dinler, git gide azalan payından ötürü morali bozulur, parasını bazen alır bazen alamaz. Uzak bir köydeki tarlayı ekecek kimse bulamadı. Sevdiği bir ortakçı vardı, çiftçiliği iyi ama hesabı zayıf bir adam. Ona “sen ek şu tarlayı” dedi. Adam da daha önce bir yıl orayı aldığını ama o köyün filanca partili kendisinin falanca partili olması sebebiyle köylünün kendisini düşman bildiğini, ekinin içine koyun sürülerini salıverdiğini anlattı. Gülesim geldi. Sayın başkanın bundan haberi var mıydı acaba. Siyasetten anladığım söylenemez ama “bu kadar da saçma bir şey olur mu?” diye hala hayret içindeyim. Ne o köylü, ne bu ortakçı, hatta ne o koyun ne bu buğday, hangi partiden ne fayda görmüş de parti adına birbirleriyle kıran kırana savaşa tutuşmuşlar? Nasıl bir particilik anlayışıdır bu? Anadolu’da siyasetten tam olarak ne anlıyorlar, daha ne tuhaf biçimlerde politikaya katkıda bulunuyorlar varın sizin düşünün gerisini.
Karadut 100 yaşında
Buralarda eski kerpiç evlerin yapısı hep ilgimi çekmiştir. Ev iki katlıdır. Alt katta sokağa bakan çift kanatlı bir kapı vardır, karanlık bir avluya çıkar. Avlunun iki yanında eskiden ahır, kiler ya da mutfak olarak kullanılan odalar ve avlunun sonunda da bahçeye çıkan ikinci bir kapı vardır. Üst kat oturma yatma mekânıdır. Balkon yoktur ama yolu görebilmek için dışa doğru yapılmış köşk denen bir çıkma vardır. İşte böyle bir eve bayram ziyaretine gittik. Sokak kapısı ipli ve makaralı bir sistemle üst kattan açılıyor. İçeri girdik, tahta merdivenden çıktık, sedirde oturan yaşlı bir teyzenin elini öptük. Babamın hesabına göre teyze 100 yaşında bile olabilirdi. Ben buna inanmadım çünkü seksenden fazla göstermiyordu. Tane tane konuşuyor, eski günlerin güzelliğini bahçe bereketini, elli üzümden hevenk örüp astığını, eriklerin, kirazların bolluğunu anlatıyordu. Hafızası karşısında benim gelgit aklım solda sıfır kalır, tatlı dili karşısında benim mektep medrese görmüş dilim tutulur, öyle bir teyze işte. Masanın üstünde yeni açmış kırmızı bir küpeli duruyordu. Zengin evlerinde pek çiçek açtığını görmedim ben. Güzel çiçekler, böyle mütevazı odalarda, eşya düzenini bozmaları umursanmadan, gönüllerince kurulabilecekleri yerlerde açarlarmış gibi geliyor bana. Sanki yeni açmış bir çiçeğin, Alman gümüşünden, kristallerden ya da tozlanmaktan başka işi olmayan biblolardan çok daha özel bir şey olduğu bilgisi ancak böyle evlerde takdir ediliyor. Sonra bahçeye indik, duvarın dibinde belki yüz yaşında bir karadut vardı. Gövdesi yarılmış ama dalları sağlıklı, üstü silme dut dolu. Teyzenin bu şifa kaynağı karadutla yaşıt olmasında ne gibi bir sır vardı acaba?
Sabah horoz sesiyle uyanmayı, pencere önünde oturup at arabalarını seyretmeyi özlemiştim. Tüm eskileriyle beraber anneannemin evini özlemiştim. Kavak hışırtısını, çınar gölgesini ve taze ceviz kokusunu. Taşra yaşamının bu güzelliklerini kıskanıyordum sahiden. Ama sonuçta o insanları, dulu, yetimi, fakiri; hayatta kendi gibi kalmak ile gelişmek büyümek veya “yırtmak” arasında, kötü beton binaların, kısır parti çekişmelerinin ve tozun içinde bırakıp, kendi hayatıma, karmaşa ve düzene, modern ve yapay olana yani şehre döndüm. Hangisini daha iyi olduğunu bilemedim, belki de hiç bilemeyeceğim.
YORUMLAR
İçtennliğimizi, doğallığımızı, yitirip, içine gömüldüğümüz bu eğreti, estetik yoksunu, fatmagül den daha beter ettiğimiz istanbula çakılıp kalmışız. doğaya dönmek stresten, anlamsız kalabalıklardan ve gürültüden uzak yaşayabilmek ne güzeldir oysa..
Saygılarımla..
cizgilikagit
cizgilikagit
Esma KAHRAMAN
bol bol C vitamini al... kendine dikkat et.
cizgilikagit
Selamlar.