- 942 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hayat Sahnesi (4. Bölüm)
Nisan 2010, Ayvalık
Aynanın karşısına oturdu bir süre, yüzündeki çizgileri seyretti… Yaşlanmıştı son birkaç ayda, on yıl daha… Kel başına taktığı bandanayı çıkardı, siyah peruğu taktı, oldu mu; olmadı, bu saçlar ona ait değildi… ‘’Bir süre daha’’ dedi içinden ve çok istemesine rağmen başından çıkartıp bir köşeye fırlatmadı, boyalarını aldı ve sürdü yüzüne… Boyanmayı da çok sevmiyordu ama son zamanlarda her zamankinden biraz daha fazla boyanması gerekiyordu, yüzünde hiç ışık kalmamıştı…
Büyük bir savaşın içindeydi. Hem yalnızdı, hem çok kalabalıktı! Kutsiye bile bütün işini gücünü bırakmış, onun yanına yerleşmiş, Öznur ile de aralarından da su sızmıyordu; ondan gizledikleri bir şey mi vardı? Her şey gerçekten yolunda mıydı? Çok sorgulamamaya karar vermişti, korkuyor muydu? Sorsa doğruyu söylerler miydi, hazır mıydı?
Bütün bunları düşünerek makyajını tamamladı, akşam sahneye çıkacaktı. ‘’Hayat Sahnesi’nden henüz çekilmedim’’ dedi içinden keyifle ve odasından çıktı. Kutsiye başını gömmüş, çizdikçe çiziyordu… Yaz dönemi için yeni tasarımlar hazırlanması gerekiyordu ve çok geç kalmıştı bu sene. Büyük bir modacı değildi ama butiğinden giyinen bazı ünlü isimler de yok değildi…
‘’Gömülmüşsün’’ diye seslendi Füsun.
‘’Tatlım hazırlandın mı; niye haber vermedin yardım ederdim.’’
‘’Hallettim’’ dedi gülümseyerek ve devam etti ‘’Bitmedi mi İlkay’ın kıyafeti daha?’’
‘’Hayır tatlım, ona başlayamadım daha… Birkaç farklı yaz modeli yapmaya çalışıyorum ama çizemiyorum istediğim gibi’’
‘’Yazı yüreğine getirmeyi denesen önce’’
Başını kaldırdı Kutsiye, cevap veremedi. Can arkadaşı, canı arkadaşı damla damla eriyordu gözlerinin önünde, yaz nasıl gelecekti ki?
‘’Hadi çıkalım’’ dedi; lafı değiştirmesi gerekiyordu. ‘’Bir kadeh bir şey içeyim ben de, sonra dönüp İlkay Akkaya’nın elbisesine çalışayım, kadında kapris yok ama bu defa beni parçalasa yeridir’’ dedi ve kahkaha attı.
Cunda’nın dar sokaklarında kol kola yürüdüler. Her zaman olduğu gibi sokağın koruyucu köpekleri de onlara eşlik etti Hayat Bahçesi’nin kapısına kadar. Birer rakı bardağı alıp bahçeye çıktılar, sigara eşliğinde biraz ayaküstü sohbet…
‘’İyisin değil mi tatlım?’’ diye sordu Kutsiye.
‘’Burda kalmayı düşünmüyorsun değil mi?’’ diye cevap verdi Füsun.
‘’Bu ‘iyiyim’ demek, anladım.’’
‘’Dün bütün gece tepemdeydiniz, gördünüz gözlerinizle’’
‘’Evet gördük de sırtında mı taşıdın bizi, neye öfken?’’
‘’Çocukmuşum gibi davranmanız hoşuma gitmiyor sadece, edebinizle oturup içkinizi içseniz herkes gibi mesele yok!’’
‘’Vay yavrum, ne yapmışız sana biz seni rencide edecek?’’
‘’Şarkı aralarında gelip terimi silmeler, şarkı söylerken oturtmaya çalışmalar… Daha sayayım mı?’’
‘’Dil de pabuç kadar! Tamam be, seni düşünende kabahat!’’
‘’Kutsiye beni düşünüyorsunuz ama biraz da kendinizi düşünseniz… Öznur sözüm ona nöbette, dakka başı arıyor nerdeyse; sen desen işini gücünü bıraktın tepemdesin sürekli!’’
‘’Ağır geleceğimi düşünmedim Füsun, istersen yarın giderim…’’
‘’Onu demek istemedim Kutsiye, burada olmandan çok hoşnudum ve hatta ben iyileştikten sonra da burada kalsan…’’ içini çekti ve devam etti ‘’ama işinden olma, bana olduğu kadar işine odaklansan hiç şikayetçi olmayacağım.’’
‘’Anladım tatlım, sen takma kafana… Birazdan döneceğim ve bu gece İlkay’ın elbisesi hazır olacak, tabi kağıt üzerinde’’ dedi ve kahkahayı bastı.
Kutsiye böyle zamanlarda durumu idare etmesini çok iyi bilirdi, gülünecek bir şey bulmalıydı yoksa içindeki korkular bir bir ortaya dökülecekti. Hiçbir zaman için bu iyi olmayacaktı ama sahne öncesi Füsun için hiç mi hiç iyi olmayacaktı. Kendini kötü hissediyordu bazen, tanıştıklarından beri birbirlerinden hiçbir şey saklamamışlardı, Füsun öğrense kızar mıydı? Bir insana ölmek üzere olduğu nasıl söylenirdi? İşte bu derse hiç çalışmamıştı ve huzursuz olsa da gerçeği saklamak zorundaydı. Füsun ne kadar güçlü olsa da her insanın gücünün dayanabildiği bir nokta mutlaka vardı ve o noktanın sınanmasının hiç zamanı değildi; Füsun savaşıyordu bütün gücüyle, iyileşmek zorundaydı! Ölüm korkusu bu savaşı olumsuz etkilerdi, daha tetikler miydi yoksa? Bilse yine de sahneye çıkmakta inat eder miydi, alkolü bırakır mıydı; daha mı çok sarılırdı? Doktoru ‘’kısıtlamayın onu’’ demişti, tıpkı hüzünlü Türk filmlerinde olduğu gibi… Hayatının bu son evresinde ne yapmak istiyorsa yapsındı…
Hep yaptığını yaptı; kanlı göz yaşlarını içine akıttı ve yüzüne gülümseyen maskesini taktı. Bu maskeden iğrenmiyordu, seviyordu hatta! Füsun’a sarılıp başarılar diledikten sonra eve dönmeye koyuldu; Füsun alkol almaması konusunda sıkı sıkı tembih edilmişti; pencere önünde beklenecekti ve birer kadeh rakı içilecekti uyumadan…
Kutsiye eşikten dışarı çıktığında, ‘’Carlos’’ adını verdiği beyaz köpeğin yine onu beklemekte olduğunu gördü. Başını okşadı sevgiyle ve beraber yürümeye başladılar dar sokakları… Yüreği mi daralmıştı bu gece yoksa sokaklar mı daha dardı? Carlos mu çok yer kaplamıştı yanında; Şahin nerdeydi, Füsun nereye gidiyordu? Şahin! Füsun! Tasarımlar, butik! Başı döndü. Elini alnına götürdüğünde akan gözyaşlarını fark etti ve olduğu yerde diz çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Carlos bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırdı, önce yüzünü yalamaya çalıştı, o sildikçe yeni yaşlar süzülüyordu; yerinden de kalkmadı! Çaresiz etrafta dolanıp havlamaya başladı en sonunda, Kutsiye’nin çığlıkları şiddetlendikçe Carlos da daha yüksek sesle havlıyordu… Koştu ve döndü, koştu ve döndü… Defalarca yaptı bu işi ve sesini Tahsin Bey’e duyurmayı başardı. Tahsin Bey diğer sokaktan yukarı doğru ağır ağır yürürken Köpük’e doğru koşmaya başladı (Mahalleli Carlos’a ‘Köpük’ derdi), Carlos da yardımın geleceğinden emin bir şekilde yerinde zıplayıp havlamaya devam etti; kavşağa varıldığında Kutsiye’nin yanına koştu, Tahsin Bey de arkasından…
‘’Evladım iyi misin?’’
Yutkundu Kutsiye, başını kaldırdı ve ‘’iyiyim’’ dedi.
‘’Sen Füsun’un İstanbul’dan gelen arkadaşı değil misin, Füsun’a mı bir şey oldu yoksa!?!’’
‘’Hayır hayır, Füsun iyi…’’
‘’Kızım ne bu halin o zaman sokak ortasında?’’
İşin yoksa şimdi tanımadığın bir adama dert anlat! Yüzüne baktı, yabancı gelmedi ama çıkaramadı da…
‘’Ben Tahsin…’’ dedi, ‘’…geçenlerde uğramıştık hanımla geçmiş olsuna…’’
‘’Hatırladım Tahsin Amca.’’
‘’Kızım ne oldu, Füsun iyi değil mi; bizden bir şey saklamıyorsunuz…’’
‘’Merak etmeyin o iyi, birazdan sahneye çıkacak zaten… Her şey üst üste geldi biraz, özür dilerim sizi de korkuttum.’’
‘’Aman evladım, ağlamak güzeldir de… Neyse gel, bize gidelim istersen, hanım bize kahve yapar. Soluklanır yoluna devam edersin…’’
İtiraz etmedi. Ayağa kalktı ve beraber yürümeye başladılar, Carlos da yanlarında…
O esnada, Cunda’nın dar sokaklarının bir kısmında Füsun’un sesi duyuluyordu. Sahneye çıkmış ve gecenin açılış şarkısı olarak seçtiği ‘’İspanyol Meyhanesi’’ni söylemeye başlamıştı. Birazdan ‘’daha içelim’’ çağrılarını sokakta yalnız başına yürüyen bir adam duyacak ve yürekten gelen bu davete uymaya karar verecekti…
Hayat Bahçesi’nin sararmaya yüz tutmuş nadide bitkisi, son çiçeğini mi açmak üzereydi?
Ufuk Bayraktar
YORUMLAR
Hüzün duygusu satırlardan yüreğime yansıdı. Anlatımınız yine çok etkili ve güzeldi. Güçlü cümleleri olan bir öykü. Bakalım neler olacak.Tebrikler. Selamlarımla.