- 915 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sabri'nin İlk Beşi
Tekrar okudu Sabri. Gözlerine inanamamışlığından değil, okuduğunu kafasındaki yeryüzünde bir türlü somutlaştıramamasından ötürü okudu bir kez daha. Ortaokulda, bir Türk Dili ve Edebiyatı dersinde, konu Sait Faik Abasıyanık. Ve öykülerinden çok kısa bir bukle öncesi, olağan tanıtım yazısı. Cümle aynen şöyle: "Hikayelerinde küçük insanları anlatırdı." Durdu, sindiremedi içine. "Hiç insanın küçüğü olur mu?" dedi yeni filizlenmiş yüreği. Hayatı algılarken bizzat yaşam kavgasına tutuşmuş, emek akıtan çoğunluğu insanın küçüğü yapmak gaddarlık değil miydi? Açtı ve tekrar kapattı gözlerinin mavisini. "Küçük insanlar. Var mı? Varsa bile kesin biz oluyoruz" diye düşünerek hayatına ilk defa dışarıdan baktı koyu gözlükleriyle uyandığı bir günde. "Demek bize bakınca böyle düşünüyorlar" diye kocaman bir tanımlama yaptı o küçücük dünyasında. "O halde..." diyerek uzattı beynini dersten dışarı, koridorlara, bahçeye, şehrin bizzat kendisine uzatarak. Hep bir telaş ve kısa süreli gülücüklerin peşi sıra mutlaka akan gözyaşları veya onları da ertelemiş mutsuz babalar... Ne tenha sokaklardaki uğultu ne de en işlek caddenin moralsiz yüzleri katılmayacaktı bu fikre. Koskoca kitap böyle yazdığına göre, mutlaka ayrılmaya zorunluydu insanlar. İster ter damlalarına göre, isterseniz yastık altındaki cüzdanlarına göre. Elindeki kalemi sürdü deftere ve öğretmen yerine kendi kaderine dokundurdu yeminini: "O halde büyük insan olmalı. Muhakkak."
Mis kokusu sokağın başında duyuluyordu dönercinin. "Buyurun" sesleri ve insanlarla kuşatılmış sandalyeler farklı bir iklimin müjdecisiydi sanki. İlk defa... Sabri hayatında ilk defa lokantaya gidiyordu utana sıkıla. Öğretmen olup atandıktan sonra kazandığı ilk maaşla bu deneyimi yaşaması hovardalık sayılmazdı. Biraz ürkek ama zihninde çoktan aydınlanmış fikirleriyle utancını yenerek yerleşiyordu masanın birine. Elini koyacağı yeri bile şaşırıyordu ama ılık bir sevinç hakimdi içine. Tekrar cesaret geldi kor alevlerle. Etrafındakilere baktı, camın arkasındakilere. İştahlıydılar, derdi tasayı bir kenara bırakmış sadece zevkini soluyorlardı. "Ne güzel bir his! Sahip olmanın verdiği korkunç bağış. Olağan üstünlük kabiliyeti ve iliklerine kadar hakkım diyebilme iç güdüsü..." Etin büyülü kokusunu çekti içine belki yüzlerce defa ve garsonun bilindik gülümsemesiyle tekrar utandı. Çatalını olabildiğince aheste kullanarak dudaklarına götürdü tadını. Hiç benzemiyordu hem de hiç. Ne anlatılanlara ne de evde annesinin yaptıklarına. Nasıl benzesin ki? Sabri birkaç lokma sonrasında tıkandı. Aklına düştü yaşadıkları. Şehirde, bu toklukla uyanabilen insanların gözünde "Halk sağlığını tehdit etme" niteliğindeki et ürünlerini büyük bir iştahla yedikleri günleri, aile sofralarının bayram kıvamını anımsadı. "Anneysen, babaysan mecbursun" dedi içinden ve devam etti "Çocuğunu bir şekilde etle tanıştırmaya." Boğazından birkaç lokma geçsin, sulu yemeğe tat versin ve adını bilsin diye koşar gider alırsın, çoğu insanın midesini bulandıracakları. Sucuk... Sadece televizyonda gördüğü bir şey olmaktan çıksın diye sormazsın ya da görmezden gelirsin hangi hayvanın eti olduğunu. Gözleri dolmuştu Sabri’nin. Şimdi önünde duran tabağın lezzeti ve etin kendine has sandığı kokusu yıllarca kabullendikleri bilinçli yalanları ters yüz etmeye yetecek kabiliyette sayılmazdı. Her ne kadar güçlük çekse de yutkunmakta ekmeği, eti tabağında zerre bırakmayana dek yedi. Ve sonra düşündü "Acaba bildiğimiz duygular da yoksul muydu bunca zaman? Adına aşk, hasret, hüzün dediğimiz şeyler farklı mı yaşanır bu şehirde? Bu insanlar nasıl sever?" bitmek bilmeyen yüzlerce soruyu çizdi camın diğer yüzüne. Yeni yetişmiş bir öğretmen için şimdi başlıyordu hayat sanki. Öğretirken pek çok şey öğrenmek... "Ben onları, onlar da düşüncelerimi tanıyacaklar" diye yemin etti o gün. Ve çok daha sıkı sarıldı hayata, düşmesin diye kollarından. Yapıştı nefesine. "Belki bir gün kendiliğinden atar ama o güne kadar..."
Sonra bir gün uyuyan bir kız tanıdı Sabri. Gözleri daima kapalıydı ya da yarı açık ve açık olduğu anlar korkulu, telaşlı. Sanki rüyalara sığınıyordu ya da gündüz düşleriyle yumuşatıyordu insanları. "O kadar gaddar ki her biri" der gibi çaresizce kapatıyordu minicik, beyaz ellerini yüzüne. Ne zaman ve nerede kirlenmişti gözleri bu kadar? diye düşündü günlerce. Faydasız geldi yanıtlar. "İyisi mi..." dedi kendi kendine ve terk edilmiş hayatını aldı omuzlarına. Bir insanı hayata bağlamak, onu ve ailesini tekrar gülerken görebilmek umuduyla feda edebilirdi geride kalan yıllarını. Cennete gitmek gayesiyle değil, sadece hayatın anlamına ermekti maksadı. Yanında oldu kızın. Hep yanında. Yıllarca ona her türlü işkence yapmış kocasını sildi gözlerinden. Bir gün çıkar gelir ve hazmedemediği ayrılık yüzünden herkese zarar verebilir diye kan ter içinde uyandığı uykularını aldı koynuna, ısıttı. "Ben korkmuyorum. O halde sen de hiç korkma" diye sarılıp öptü uykusunda. Hangi kutsal amaç bundan büyük ve onur sahibi olabilirdi? Hiç kimse bilmese, güzelliğine kapıldı dese bile onun için var olma sebebiydi sanki bu kız. O huzura boyandıkça, ailesi şükrettikçe daha büyük temizliğe açılıyordu yüreğinin kapıları. Bırakmadı kızı. Uykusundan uyandırdı. Önce gözlükle bakmayı öğretti insanlara ve güneşe. Kız zamanla kendi alıştı, bir şey söylemeden çıkarttı gözlükleri. Artık başlamıştı inanmaya. Beyninde biriken karanlık yılları tekrar tekrar kustu, yeniden bulandı miğdesi. Kustu, yeniden bulandı miğdesi. Ama hiç mi hiç isyan etmedi. Çünkü o da başlamıştı sevmeye Sabri’yi.
Yalanlar her zaman inanmak için değildi. Çoğu kişi gülüp geçerdi bir iftira ulaştığı vakit kulaklarına. Ama muhakkak üç beş ciddiye alan olurdu her defasında. "Ben söyleyeyim de tutarsa tutsun... Tutmasa bile yarattığı karanlık için mum harcamaya mecbur kalır nasılsa" diye düşünenler kazanırdı her zaman. Kirliydi yeryüzü ve yoksullaşmaya mahkumdu medeniyeti ahlaksızlıkla birlikte olmaya zorladıkları için. Yüreklerinde bitmiş arsız siyah otları sökmekle başa çıkamadıkları için bir tohumda başkalarına uzattılar. Her bahçede yeşerirse zenginlik, güzellik ve ihtişam sayılır diye veya bu alışkanlık birilerini illa ki gitmeye zorlar diye. "Git" dediler yüksek sesle. Ya da "Sus", öylece otur bu şehirde. "Boyun eğmeyi öğrenmedikçe, korkup gizlenmedikçe yaşamakta yok ölmekte." Sabri iftiraların hayatını haddinden fazla zorlaştırmasına tahammül göstermişti ancak bu yalanlara sevdiklerinin inanmasına ve inanmasa bile korkuyla teslim olup ondan kaçmasına... Asla. Artık yüzleşmesi gereken kalabalığı yönlendiren bir hakimiyet, bir pranga edebiyatından çok fazlasıydı. Şimdi ve bundan sonra başkaldırısı utanmamak için utanmış vaziyetinde bırakılmaktı. İlk defa susmanın kendini savunamama olduğunu öğreniyordu bu coğrafyada. Ve ilk defa gitmenin değil de kolu kanadı kırık vaziyette beklemenin, o teslimiyet bayrağı altında yaşamaya mahkum insanlara daha çok faydası olacağına inanıyordu. Sabri bu işte. Uzattı ellerini, birleştirdi bilek bileğe verip. Kelepçeleri düşüncelerine de sesine de mani olamıyordu, kızmaya devam ettiler. Ya Sabri? O hiç kızmadı, kırılmadı hatta üzülmedi bile. Sadece yorgun düştü. Kımıldayamayacak kadar takatsizdi ruhu. "Kimin için tüm bunlar? Bir şey bırakmadılar bende" diyecek olduğu bir anda, uğruna vazgeçtiği yılları çaldı kapısını. Kız uykusuzdu. Çabucak öğrendiği oyunun kurallarıyla oynuyordu sevdiğini sandığı adamla.
- Sevmemişim seni. Sadece minnetti hepsi. Sende kocaman bir şey eksik. İçinden alınmış sanki. İnanmıyorum sana. Hiç kimse de inanmıyor. Kime sorsam suçlusun.
Sabri iliklerine kadar hissetmişti ihaneti ilk defa. Bu kadar canlı kalmaya mecbur muydu hayat dökülürken yaşları? Ağlamadı, içindeydi musonlar. Ve hala şaşılacak kadar huzurlu, kabullenmeye meyilli her şeyi. "Tamam" dedi. Yüzüne dönülmüş bir sırtı gerisin geriye çevirmeye uğraşmayacak kadar asildi. Ve hala "Ne istersen onu yap" diyebilecek kadar kimsesiz. Büyümeyi unutmuştu içindeki intikam ve nefret her şeyi kocaman olurken, onlar hep çocuk kalmıştı. İşte zavallıların tekmeledikleri asıl şey de buydu, içinde küçük kalanlar.
- Sadece acıyorum artık sana.
Son cümleyi de işittikten sonra kızın daha huzurlu, öfkesini kusmuş ve kendini haklı çıkarmış olmanın verdiği vicdan özgürlüğüyle koşarak uzaklaştığına şahit olmuştu Sabri. İlk defa... Belki ömür boyunca ilk defa bu kadar temiz ve rahattı vicdanı. "Yarın. Ben bugün baktığım gibi bakabileceğim hepsinin gözlerinin içine. Peki ya onlar? İyi ki af dilemek zorunda olacak kişi ben değilim" diye züğürt tesellisiyle bağlı kaldı hislerine ve kelepçelerin yerini ses yoluyla atılan tokatlara bırakmasını bekledi yıllarca.
Güneşten uzak bırakılan her insan gibi öylesine beyaz kalmıştı ki... Evvel toprağa sürdü ellerini. Sonra da yüzüne. Kendisine "Dürüst" diyebilen milyonlarca insanın güneşten kavrulan kalpleri kadar esmerleşemiyordu teni. Gözlerinin yansıttığı kadar kirden uzak kaldığı için teşekkür mü etmeliydi yoksa onlara? Kalbinin pencerelerine duvar ördükleri için, yüzerken bile tepesine kocaman şemsiyeler tuttukları için... Hiç hem de hiç özgür olamadığı için... Büyük bir teşekkürle soyunuyordu kalbi. "Hayır" dedi kararlı bir sesle. Ölmekten, kendini öldürmekten vazgeçti o dakika. "En büyük intihar devam etmektir kaldığı yerden yaşamaya." Yerden az içilmiş bir sigara aldı ve ilk defa paylaştı nefesini bir düşmanla.
Umudun elleri yoktu ancak eldiven giymeye öylesine meraklıydı ki... Kalemsiz kağıtsız, sadece sesiyle barışırken hayatla, deri eldivenlerle örtüyordu gülen yüzünü. İçi boş beş parmak... Her biri ilk defa sarıldığı umutları temsil ediyordu. Sabri yine iyi tarafından baktı: "En azından silah tutmaya yer kalmadı."
- Ya diğer elin?
Sabri biten sigarasını söndürdükten sonra boşta kalan elinin de ismini açıkladı:...
(Bir sonraki hikayede)
YORUMLAR
Umut Kaygısız
Hiç yorum yazılmamaış bir öykü mü desem yoksa gerçek yaşam mı bilemedim.
Sanıyorum duygular üzerine yazılmış. Karışık duygular, kişinin iç dünyası...
Hayatın ilk basamaklarından başlamış öykü ve sonu karışık...
Sabri öğrenmen olmuş ve hayatı tanımaya , tek başına ayakta durmayı öğrenmeye çalışmış ta ki karşısına o çıkana kadar...sonrası karışmış...karışık ruh halleri, farklı bir yazı.
Tebrikler, sevgilerimle...