hüznün gölgesinde kaybolmak
HÜZNÜN GÖLGESİNDE KAYBOLMAK…
Her doğan güneş yeni bir umut serpiştirdi karanlık semalara. Bazen rotasız bir gemiye yön olur; bazen ise acılara inat filizlenen bir umut yığını…
İnsanları hedef alan ince bir yaşam çizgisi üzerinde kurulu hayatların, parçalanmış cesetlerin ve gözü yaşlı çocukların sonsuz acısı bu. Adı konmamış acılar, yarası sarılamayan kimsesizlikler ve bellekte hep taze kalan belli belirsiz yıkık binalar içinde kaybolan nice hayatlar ve insanlar. Adı merhametten uzak bu anlamsız kavga nedir bilir misiniz? Hayatı dakikalarla yaşamaktır, kanlı bir gökyüzünün merhametsiz bombalarıdır. Kilitli vicdanların bir katil edasına büründükleri karanlık bir kuyu… Bunun adı insanlık ayıbı, bunun adı: Savaş.
Haritanın küçük bir yerinde silinmeye yüz tutmuş, özgürlük diye isyan eden seslerin yükseldiği ve sevginin yok olduğu bir andı. Acımasız oyun başlamıştı. Sessizlik içinde geçen huzurlu geceler bitiyordu. İnsanlığın, acımasızlık denizine olta attığı anlar çok yakındı.
Etraf çok hareketliydi. Askerler sürekli bir yerlere koşturuyor; arabalar, silahlar, tanklar… Ninem; üstü yeşil yıldızlarla bezenmiş, evimizin en yeni eşyası olan divanda; annemin yırtık bir örtü ile diktiği yastıklara dayamış dua ediyordu. Ninem ilk kez böyle ağlayarak dua ediyordu. Sanki yaşananları şikâyet ediyordu. Ama kime şikâyet edecekti ki? Ne babamın gücü yeterdi olanları durdurmaya, ne de ben büyümüştüm daha. Anlamıyordum; neden korkuluydu herkes, nedendi bu telaş? Kimse bir şey anlatmıyordu. Yalnızca başımı okşuyordu annem yaşlarını akıtarak.
Akşamüzeri evi acilen boşalttık. Amcamların evine doğru yol aldık. Gökyüzü kararmaya başlamıştı. Gittikçe koyulaştı koyulaştı ve simsiyah gecede yol alıyorduk artık. Oysa ben sevmezdim karanlıkları. Korkular sarardı dört bir yanımı. Ve nihayet gelmiştik amcamlara. Yavaşça eve girdik. Evde herkes çok sessizdi hem de çok… Suskunluk iyi değil derdi ninem; babamlar bunu bilmiyorlar mıydı? “Sus” dedi annem yaşlı gözleriyle, yalnızca sus. Geceye doğru akıyordu zaman. Gözkapaklarım iyice ağırlaşmıştı. Annem bir mum istedi ve karanlık bir odaya doğru götürdü beni. Odada bizim için hazırlanmış bembeyaz örtülü yataklar vardı. Küf kokuyordu oda, ışıksızdı. Aklımdaki soruları ve korkuları unutarak yavaş yavaş uykuya daldım. Ama aniden etraftan yükselen seslerle uykum bölündü; korkuyla uyandım. Haykırışlar, isyanlar… Bu sesleri duymak istemeyen kulaklarımı titreyen ellerimle kapattım. Hemen annemin kucağına sığındım. Korkularımı annemin kucağında bıraktım; İsyanların, haykırışların uzun süre dinmediği gece de yeniden uykuya daldım. Olanlara bir anlam veremiyordum; neden anne neden, ne oluyor? , diyordum. Annem, “ Yok bir şey.”,diyordu,”Haydi kapat gözlerini uyu sen .” Yeniden güneşin doğuşunu hayal ederek kapadım korku dolu gözlerimi. Yarın yeni bir gün olacaktı.
Yeni güne siren sesleriyle uyandım. Biraz merakla birazda korkuyla odadan dışarı fırladım. Sokak kapısının önünde beyaz örtüyle sarılı bir adam yatıyordu. Etrafında herkes ağlıyordu; annem görmemem için gözlerimi kapatıyor, yüzümü çeviriyordu. Ama görmüştüm yerde yatan o adamı ve etrafında ağlayan insanları. Anlayamıyordum. Neden kakmıyordu o adam? Neden bembeyaz bir örtü vardı üzerinde? Bir daha kakmayacak mıydı hiç? Ama yine cevapsız sorulardı kalan dilimde. Amcamla babam bembeyaz örtüyle sarılmış o adamı, bir tahta parçasına koyup omuzlarına aldılar. Nereye nereye? , diye seslendim, ama duymadı babam beni. Babamların ardından annem ve yengemle o adamın evine gittik. Kur-anlar okunuyordu, herkes ağlıyordu, annem baş sağlığı diliyordu. Uzun süre bu insanlarla beraber kaldık. Akşama doğru evimize doğru yol aldık. Yollar iyice yormuştu beni. Artık etrafımdaki insanlar gülmeyi de unutmuştu. Ruhum; aklımdaki sorularla yorulmuştu bedenim gibi. Eve vardığımızda divanda ninemin dizlerine uzanmışken annemin sözlerine daldım. Annem bugün yaşadıklarımızı anlatıyor; ninem de ölümden bahsediyordu ve işte ilk kez ölümle böyle tanışmıştım. Dönüşü olmayan bir yoldu anlamıştım.
Uykusuzlukla ve korkuyla yorulmuş bir beden, geceye doğru karanlık içinde karanlığa yürüyordu. Gece sakin geçmişti. Güzel bir günün varlığına inanarak uykuya daldım. Sabah olunca amcamın oğlu ile beraber aşağı mahallenin çocuklarıyla top oynamaya gidecektim. Şimdiden heyecanlanmıştım. Güneşle uyandım ve hemen hazırlandım. Kahvaltı bile yapmadan dışarı çıktık. Zaten elimizdeki kuru ekmekten başka bir şey değildi. Ama yinede şükürler olsun, sokaklarda açlık çeken birçok insan vardı bu zavallı kentte. Artık tek arkadaşım olan amcamın oğlu ile aşağı mahalleye varmıştık. Mahallenin çocukları gazete parçalarını buruşturarak top yapmışlardı ve hemen oyuna başladık. Gerçek bir topumuz bile yoktu, ama yinede oyun oynamak bir çocuk için bambaşkaydı. Günlerden sonra çocuk yüreğimin bu kadar neşeyle dolduğu bu anlarımız, anlayamadığımız büyük bir gürültü ile bölündü. Gökkuşağı gibi renklenen dünyam bir anda kara bulutlarla kaplandı. Tüm çocuklar bir yerlere kaçmaya başladı. Çok korkmuştum. Kuzenim elimden tutarak, donmuş bedenimi harekete geçirdi ve o korku ile eve doğru koşmaya başladık. Dizlerim titriyordu. Annem korku ile “Ne oldu?”,diye bağırıyordu. Soluğum kesilmişti, konuşamıyordum. Biranda siren sesleri duyuldu yeniden. Çığlıklar yükseldi acı acı aniden. Bir ev bombalanmıştı, bir yuva daha dağıtılmıştı; hiç acımadan hiç düşünülmeden. Kapının önünden korkuyla toz duman içindeki yere bakıyordum. Siren sesleri arasından yükselen isyanlar sarmıştı etrafımı biranda. “Öldü babam öldü”, diye haykırıyordu bir çocuk. İşte ölüm tüm soğukluğu ile karşımdaydı yeniden. Ölüm birkaç kilometre yakınımdaydı. Biran içimde hissettim ölümü, çaresizliği, yetimliği. Herkes çok telaşlıydı çok korkulu… Can pazarı nedir burada öğrenmiştim, çaresizlik nedir o anda bilmiştim. Savaşın soğuk yüzünü yetim bir çocuğun gözyaşında okudum. Etrafımı saran korkunç ihtimallere inat, anneme ve babama sarılıyordum. Biraz daha zaman istiyordum; onlar benden ayrılmadan önce belki son kez öpmek için ellerini, belki gitmeyin diyebilmek için belki de gülümsemelerini hatırlayabilmek için yalnızca birazcık daha zaman.
Vakit ilerliyordu ve korku dolu bir gün daha bitiyordu. Suskunluk artık beni de sarmıştı. Artık gözümün önüne yaralı insanlar, yıkık binalar ve yetim çocuklar geliyordu. Kulağımda ise artık; masum insanları acımasızca hedef alan o bombaların, o yetim çocukların sessiz çığlıklarının ve gözü yaşlı kalan çaresiz insanların isyan dolu sözleri vardı. Korkunç günler geçiriyorduk. Anlıyordum artık bu zalimliği, nedensiz masum insanlara yapılan bu kanlı zulmü anlıyordum. Artık, uykulara kan yerine bahar kokusu dolan, gökyüzünden bomba yerine bereket gibi yağmur yağan dünyayı ve gülen mutlu insanları düşleyerek dalıyordum. Gittikçe karanlığa saplanan umut içinde yeniden doğan güneş bir ışık olur mu bilemeden inanıyordum; güneş yeniden doğacaktı.
Çaresizliğin ve terk edilmişliğin acısı içinde kıvranıyordum. Uyanmak istemiyordum artık böyle bir dünyaya. Gülmeyi unutmuş gözleri görmek istemiyordum. Gözümün karasında savaşın izlerini taşımak istemiyordum. Artık yeni oyuncaklarım, hangi çocuğu yetim bıraktığını bilemediğim, kapımın önünde çiçeklerimin yerini alan boş mermi kovanları olsun istemiyordum. Zalimlerin, insanlıktan ve sevgiden yoksun olduğu bu vicdanları susturan anları tarihe altınla işlenmiş bir zafer olarak bırakmalarını istemiyordum. Ama biliyordum bu adaletsiz kavga da yalnızdık. Dünya susuyordu ve biz yeniden doğacak bir güneşe inanmak istiyorduk. Bu anlar zafer değil insanlık tarihine altınla işlenmiş hüzün yığınıydı.
Sessizliğin kucağına emanet edilen bu yerde bir ışık bekliyordum, yalnızca bir ışık. Umudumu diriltecek tek bir ışık... Bu anlamsız kavgayı bitirecek bir yol, bir çıkış… Neden bu kavga neden? Masum bir bebek miydi sebep, kimsesiz kalan yetimler mi? En iyi bildikleri şey öldürmek olan bu zalimler insan olabilir miydi? İsyanlarım içimde birikiyor, dilim varmıyor bu acıyı anlatmaya. Bir feryattır suskunluğum kim anlar halimden? İç ahımız da saklanıyor korku dolu tüm sözlerimiz. Güneşin sözü var; yeniden doğacak. Ben umut içinde beyaz buluttan bir mendil yaptım, salladım salladım ufuklara. Biliyorum bir gün çok uzaklardan uçup gelecek güvercinlerim. Sessizliği bozacak. Selam edecek, kanadından bir tüy düşürecek bu kente. Barışı uçuracak belki de bu semalar da. Bir kuşun kanadına bırakıyorum tüm özlemlerimi, tüm ümitlerimi. İnsan yüreği işte en çok uçan kuşlarla avunuyor. Yaşam izleri taşımayan bu kentte, alınan nefesler hangi kurşunla son bulacaktı, bilmiyordum. Bu kurşun izleri beni de öksüz bırakır mı bilemeden, korkulara gözümü kapatıp, her şeye rağmen ümit etmek istiyordum güzel günleri. Çünkü yaşamak dopdoluydu hala akan pınarlar gibi.
Hala direnecek gücüm varken, bedenim kaldıramayacağım yüklerle karşı karşıya kalmıştı. Umutlarımı evimizden uzak, henüz küllenmemiş bir tarlada buluyordum. Dünyanın yalnızca kül rengi olmadığını, yaşamanın ne kadar güzel olduğunu bu tarlada hatırlıyordum. Hayatın bir başka kıyısına sığınmış gibi hissediyordum kendimi. Artık umutlarımı diriltmek için, nefes alabilmek için her sabah burada gözlerimi açıyordum.
Annemin beni bırakıp gidecekmiş gibi baktığı anlar yüreğime acı veriyordu. Geceleri masal yerine annemin hıçkırıklarını duymak, üzerime bir örtü gibi yaşlarını sarmak, yüreğimde çözülmesi zor, düğüm düğüm haykırışlar oluşturuyordu. Benim umutlu gözlerime değen gözlerinin yaşı azalıyor, güç alıyordu benden. Annem için yüreğime akıtıyordum yaşlarımı, okyanusa dönen yüreğime onun için ekliyordum bir damla yaş daha. Bugün annemin yaşlarına teselli bulmak için yola koyuldum erkenden. Tüm acılardan, zalimlerin oyunlarından sakladığım ümitlerimi ziyarete gidiyordum, annem için en güzel, en mavi umutlardan birazcık koyacaktım başına bağladığı oyalı yazmasına. Giderken her evden yükselen bir isyandan, acıdan, gözyaşlarından alıyordum yanıma biraz. Azık diye yüklüyordum tüm acıları, çaresizlikleri, insanların bitkin gözyaşlarını, taşıyamayacağı yükleri, yüreğime. Yolum bir hastanenin önünde kesildi bir anda. Hastane diye bir şey kalmamış yıkık bir bina önüne kimsesi var mı yok mu, belli olmayan ölüler diziliyordu. Bir kefeni olmadan sıralanıyor çocukların, babaların, anaların gülmemiş kaderi çeken cansız bedenleri. Onları da düşünerek, haklarını aramak için gidiyordum umut tarlama belki orada huzur bulacaktı ruhları. Her türlü hüzünden biraz eklediğim yükümü zorlanarak da olsa sonunda mutluluğa savurmaya gelmiştim güzel tarlamda esen rüzgâr. Artık hasat zamanıydı, gözyaşlarımla suladığım tarlamdan umut toplama vaktiydi. İşte uçuruyordum içimdeki tüm gözyaşını, tüm karanlıkları. Anneme de hazırlamıştım hediyemi, o kadar özlemiştim ki annemin gülen gözlerini. Bir an önce eve varmak için yola koyuldum. Aldığım tüm ümitleri teker teker bıraktım geçtiğim yollara. Ama ne oluyordu evimin önünde? Neydi bu hareketlilik? Korku ile yaklaştım ve yavaş yavaş olanları izlemeye başladım. Korkularım gerçekleşmişti. Evim bombalar altında kalmış, yuvamın sıcağı yok olmuştu. Telaşla, var gücümle taşları kaldırmaya başladım, bu kez yaşlarımı tutamıyordum. Annemin sesini duymak istiyordum, babamım ellerine dokunmak… Çabalarımın sonunda taşların arasından buz kesilmiş bir ele dokundu ellerim. Bu el annemin öpmeye doyamadığım elleriydi. “Kalk anne, kalk! Bak sana umut getirdim, haydi kalk!” Ne söylesem boştu, annem beni terk etmişti. Kimsesiz kalmıştım bir anda. Oysa ben umut toplamaya gitmiştim, sözünü almıştım güneşin üzerimize doğacak, tüm umutları verecekti bize. Biraz daha zaman lazımdı, biraz daha sabır. Ama olmadı. Son kez dokundum, son kez öptüm o doyamadığım elleri. İsyanım canımı yakıyordu, ben artık yalnızdım. Sözünü tutmamıştı ne mavi gökler ne güneş. Koştum, hesap soracaktım umut vadeden güneşe. Ama her şey beni terk etmişti artık. Ne umut tarlam vardı nede inandığım güneşin yüzü. Bugün kendimi kuru yapraklarla kaplı bir sokak gibi hissediyorum. Yalnızca ölüm geçiyor yollarımdan.
Artık beni bağlayan hiç bir şey kalmadı hüznün esiri bu diyarda. Bütün ümitlerimi armağan ediyorum ve gidiyorum. Sormayın nereye… Cennete mi ben de bilmiyorum. Yalanlarınızın ve bombalarınızın ulaşmadığı bir yer var ve ben oraya gidiyorum. Belki de benim gibi kimsesiz kalmış ümitlere sahip çıkmaya gidiyorum. Öyle yalnız, öyle bir başıma…
GÖKÇE AYTATLI
ERZURUM