- 969 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Gökyüzünden düş'tü bir Hayal(et)...
Sadece yürüyordu Hayalet. Günlerdir aralıksız yürüyordu ve düşünüyordu. Yola çıktığından beri nasıl garip bir dünya ile karşılaşmıştı böyle. Hayatın kendisi, hayat diye bildiği o kitaplardan ve hikayelerden ne kadar da farklıydı. Hayat gibi insanlar da farklıydı.
Çok yürüdü,çok gördü Hayalet. Gördükçe şaşırdı, şaşırdıkça yürümeye devam etti ve yoruldu. Kalabalıklar gördü, garip kalabalıklar...Birbirine benzemeyen ama aslında tıpatıp benzeyen insanlar...Farklı yönlere ama aslında aynı yöne doğru koşturup duran çıldırmış insanlar...Gözlerinden ışıltılar saçanlar,heryere öfkesini kusanlar, kahkahaları sokaklarda çınlayanlar, uzunlar, kısalar, çocuklar, ihtiyarlar, zenginler, yoksullar, hırsızlar, düşkünler, dilenciler... Çeşit çeşit insanlar,çeşit çeşit hayatlar...
Hayatlar bambaşkaydı ama tek bir ortak noktaları vardı. Herkes sadece kendi hayatını umursuyordu. Etraflarında başka kimse yokmuş gibi yaşayan bu insan kalabalığı, güneşin doğuşu ile birlikte bir yöne, güneş batarken ise diğer yöne doğru koşup duruyordu. Hava kararınca üst üste dizilmiş binlerce teneke kutuyu andıran evlerine oflaya puflaya giriyor, günün ilk ışıkları ile birlikte yine o kutularından oflaya puflaya çıkıyorlardı. Tıkış tıkış otobüsler, minibüsler, tramvaylar, telaş, kalabalık ve ter...
Değer mi bu telaşa diye düşündü Hayalet. Zombileşen milyonlarca, milyarlarca insan, birbirlerini ite kaka yaşarken gökyüzünün rengini bile görmüyorlardı. Bakmıyorlardı ki bir kez olsun başlarını kaldırıp masmavi göğe. Yaşadığı zamanlarda çok severdi bulutlardan masal yaratmaca oyununu Hayalet. Öylece durur ve gökyüzüne bakardı, başının üzerinden geçen bembeyaz ejderhalar, aslanlar, kitaplar ve meleklere hikayeler yaratırdı. Nereden gelip nereye gitmeye çabaladıklarını anlamaya çalışırdı. Tam o sırada bembeyaz bir el uzanırdı gökyüzünden, binerdi buluttan bir Yunus’un sırtına, alıverirdi kuyusundan Yusuf’u özgürlüğüne doğru. Kitaplardan özenle seçtiği karakterlerle oyunlara dalar, hikayelerini dinlerdi sessizce. Sonra birden çıkagelirdi o adam. Alırdı omzuna minik Hayalet’i, gezdiriverirdi dünyayı bi çırpıda. Yüzüne vuran rüzgarda dağılan saçlarından kelebekler savrulur, kahkahası ile çınlatırdı göğü Hayalet.
Ne zaman ki kendini gerçekten mutlu hissederdi, gerçekten huzurlu olduğuna inanırdı, işte o zaman hiç beklemediği bir anda yine terkederdi adam. Düşüverirdi yere Hayalet, yeniden kanardı yaraları. Düştüğü yerde düş ve gerçek birbirine karışır, gözlerinden düşen her damla yaş ayrı ağıt yakardı birden kararan gökyüzüne bakarak...
Korna sesleri ile kendine geldi Hayalet. Nerede olduğunu hatırladı. Asıl hayalet kendisi miydi, yoksa ölmesine rağmen peşini bırakmayan hayatı ve hayalleri miydi, bilmiyordu. Kalabalığın içinde yürümeye devam etti yavaşça. Parmaklarının arasında bir kıpırtı hissetti ve durdu. Elini kaldırdı, farkında olmadan sımsıkı kapattığı avcunu açtı. İçince saklanan kelebeği görünce önce irkildi, sonra havaya savuruverdi kelebeği. Kelebekle birlikte de peşindeki hayaleti...
Temmuz 2011 / Ankara