- 1631 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Keskinli Aşık Haydarî Baba
KESKİNLİ AŞIK HAYDARİ BABA
Mustafa CEYLAN
Kız Kardeşim Gülser’e, 1960 ihtilâli zamanında doğduğu için Cemal Gürsel’den ilhamla Gülser adı verilmişti. Doğalı nerdeyse 3-4 yıl olmuştu, bir türlü ayağa kalkıp yürüyememişti. Bizim oralarda “küt satmak” diye bir bâtıl inanç-gelenek vardır. Böyle, yürüyemeyen çocuklar bir kalbura konur, oturtulur; konu-komşu geziye çıkarılır. Sokakta ev ev dolaştırılırdı. Önüne varılan her evden kalbura, yemiş, para, vs atılır ve çocuğun yürümesi için dua ve dileklerde bulunulurdu. Kardeşim Gülser’in “küt satılışı” nı unutmadım.
Ayrıca, evleneli aradan seneler geçmesine rağmen Gülser ve İsmet çiftinin beklenen çocukları olmamıştı. Günlerden birgün, galiba Cuma’ydı veya Pazar. Babam, annem, ben, Gülser ve damadımız İsmet bir arabaya doluştuk. Arabanın arka bağajına da bir koyun attık. Doğruca Keskin’e bağlı Haydar Sultan Köyü’ne gittik. Orada, mavi – çiğit boyalı bir türbe vardı. Türbede dualar ettikten sonra, kuyu gibi bir çukurdan gaz kokusuna benzer bir koku geliyordu. Kardeşim Gülser o kuyunun ağzına uzanarak birkaç kez kuyudan gelen kokuyu kokladı. Sonra, kurbanı kestik. Dualar edildi. Ve oradan ayrıldık.
Aradan 2 sene geçmişti galiba. Kardeşimin bir kızı Dünyaya geldi, adına da Sultan denildi. Hani var ya, benim cadı yeğenim Sultan, hah o işte...
*
Bilemezdim, aradan nice zaman geçtikten sonra, bozlağın en muhteşemini en güzel şekilde çalıp söyleyen bir Haydar Sultan Köylü ile tanışacağımı. Bilemezdim ki, o tanıştığım bizim oraların çiçeği ve otunun kokusunu, dağ yelini üstünde taşıyan bu saz ustasının aynı zamanda bir ozan olduğunu.
Keskinli Aşık Haydari...
Evet...
Antalya’da “Anasam” isimli edebiyat-şiire dair kurduğumuz meslek birliği’nde Aşık Muharrem Yazıcıoğlu, Aşık Gürkani, Aşık Selahattin Kazanoğlu, Aşık Firgani, Aşık Burhani gibi aşıklar arasında ak saçlı-pos bıyıklı-ben ona geleneksel alevi bıyıklı diyorum- şahane yürekli bir ozan olan Keskinli Aşık Haydari’de vardı. Başkanlığını benim yürüttüğüm bu kuruluşun her hafta “gönül sohbetleri” oluyordu ve şairler, ozanlar çalıp söylüyordu.
Ben ona “Haydari Baba” dedim.
Bir anda içim ısındı.
Bir anda sarıp sarmaladı yüreğim.
Doğduğum yörenin tozunu, toprağını, gülünü, dalını, çiçeğini, dağ rüzgârını, şahin kanatlarını, asmalarda üzümünü, Kızılırmak suyunu, çeşmelerin kurnasını, kağnıyı, yabaldıyı, dirgeni, heği, yükü, halayı, misketi, şeker oğlanı, hüdaydayı, davulu, zurnayı hatırlatıyordu. Bana benden de yakındı Haydari Baba. “Huu dostlar!” derken, herkese aynı samimi candan sesleniş ve davranışı gösterirken, sanki beni görünce, içinin bir başka sıcak iklimle donandığını hissediyordum. Bakışlarının rengini, yüzünün denizinden anlıyordum. “Elmadağ’ın yaman olur avcıları” derken, Keskin’den çıkıp Kırıkklae yolundan Başkente giderken uğradığı ve buz gibi suyunu içtiği Elmadağ’ı düşünüyor, beni bir bakıma “hemşehrisi” sayıyor gibiydi. Halen de öyledir. Yahut da ben kendim onu kendime daha yakın görmek istediğimden bana öyle gelmektedir.
“Milletin başına bela olur” diye okutulmak istenmeyen bir köy çocuğu Keskinli Haydari. Asıl adı ise Kaya Özlük.. Atatürk’ümüzün Hakk’a yürüdüğü bir günde dünyaya gelmiş(10 Kasım 1938).
Bizim oraların bebeleri böyledir işte, yürüyende tarla tarla, bağa, çifte çubuğa gidende, eşek sırtında, kağnı ardında, döğen üstündedir. Evin her şeyidir bebe. Soğukkuyu lastiği giyende, bayram sabahlarının serinliğini görür yipelek otlarıyla süslü “yazı”larda ve kına taşlarının türküsünü dinler kayalık yokuşlarda ve dağ zirvelerinde. Akan çaylarla beraber koşar, uzanır çimenlerin üstüne, “navruz kazmaya” gider mevsimi gelende, “öksüz çiğdem”e öyle saygılıdır ki, öksüzlere benzetir, aklığını gördükçe çiğdemin; altın sarısı çiğdemi söker de, öksüz çiğdeme dokunmaz bizim oranın bebeleri. Yaz tatillerinde harman ve yayla gecelerinin en parlak yıldızlarıyla sırdaştırlar. Anasının yamayıp giydirdiği giysiler, kirmenle eğirip sonra da ördüğü yün çoraplarla akranlarıyla çiftte, çubuktadırlar.
Kaya Özlük, kaderinin çizdiği çizgiyi kendi güç ve kuvvetiyle kırmaya çalışmış ama her seferinde de ona yenilmiş bir Anadolu köy çocuğudur. Yoksulluğu çalışarak, el kapılarında “hizmetkarlık yaparak” yeneceğini sanan bir köysü bakıştaydı aile büyükleri. Kaya’da nitekim “1938-1948-1947 yılında bir çıktım el kapısına, Hasan Dede Köyü’ne. 1958’li 1959’lu yıllara kadar el kapılarında kaldım.” Demektedir.
Alevi-Bektaşi geleneğine bağlı bir köydü Haydar dede Köyü.
Elbette ki, o yıllarda “dedeler” müessesesi daha bir sağlam ve gelenekler daha sıkıcaydı. Köyde yapılan bütün cem toplantılarına katılan Kaya, bu cemlere katılan ve çevreden gelen ozanları-aşıkları teker teker tanımıştır.
Bu arada, elbette ki Keskinli Hacı Taşan ve Muharrem Usta(Ertaş)...
Abdal geleneği...
Çalıp söyleme ve gurbet...
Alevi-Bektaşi mayalanması, Pir Sultan, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Balım Sultan ve Abdal Musa... Sonra, bir geyiğin koltuk altında gümüş saplı oku, Alanya Beyinin anlı-şanlı oğlunun, geyik peşinde, okunun peşinde dağlar, dereler aşa aşa Elmalı Tekke Köyünde bir dergâhta kayboluşunda ortaya çıkan Kaygusuz...
Gür ve içten gürültülü-uğultulu ormanların en diplerinde yaşayan “tahtacı”ların ürettiği kap-kacak ile bağdaş kurulan sofralarda canlara sunulan “can lokmaları” nı paylaşım...
Diyor ki:
“Acılar ekmeğim umut katığım
Yaban ellerinde el kapularında
Sevgi denen şeye hasret kalmışım
Yaban ellerinde el kapularında
Feleğin çarkına böyle takıldım
Küçük yaşta ağalara satıldım
Kaya Özlük idim Haydari oldum
Yaban ellerinde el kapularında”
Ve sesleniyor Yesi’den çıkıp yol yol Anadolu’ya Hazreti Türkistan’ın “dostluk-barış-kardeşlik” mührünü basmaya gelen ışık kervanının mensuplarınca, turnalara sesleniyor. Diyor ki:
“Katarını çekmiş Güneydoğu’dan
Kırıkkale üstünden geçin turnalar
Bağreğin göğsünde Haydar Sultan’a
Kuyudan suyunu içen turnalar
Ne güzeldir Kızılırmak boyları
Avcının yüzünden kırgın toyları
Misafirseverdir bütün köyleri
Keskin’den de konup göçen turnalar
Deneğin başında Kırklar mekânı
Cılbak Ali ile Haydar Sultanı
Bir de güzel Üstat Hacı Taşan’ı
Uğrayıp perdesin açın turnalar
Bir er vardır Çelebi’de mekânı
İsmi Halil Dede Bostanı
Büyük olur Hasan Dede canı
Kırmızı şarabın için turnalar
Keskinli Haydar’ım bugünler geçer
Elbet bir gün benim gülüm de açar
Irgatlar birleşir mahsulü biçer
Pirinci mercimekten seçin turnalar.”
Evet işte böyle... Keskinli Aşık Haydari Baba’mız bu... Normal bir kab içine sığmayan sudur o. İçine girdiği kaba şekil verir. Yerinde sayan göl değil, kıyılarda çalkanan okyanustur o. Aydınlanmacı ve çağdaştır hep.
Alevi-Bektaşi geleneğinden gelmesine rağmen, “Arap tesirindeki” Alevilik ve dedeliği reddedip, “Anadolu Aleviliği” ni öne çıkaran bir anlayışa sahiptir. Hazırdan ve millet sırtından, bağışlarla ve hediyelerle geçinen; toplumdan geri olan ve önder-lider olamayan “dedelik” kurumunu kabul etmeyen bir koca yürek erendir o.
Sözlerini eğip bükmeden, çekinmeden, ucu nereye giderse gitsin, mutlaka gerçekleri haykıran bir ozandır. Emperyalizmin ve sömürünün her türlüsüne karşı olan ozanımız, Anadolu köylerinin ve insanlarının köklerinden koparılmasını ve geriye götürülmesini asla istemez. Ömrü, bu acımasız asimilasyonla ve zalim emperyalizmle mücadeleyle geçmiştir.
Atatürk ve Cumhuriyet derken, “Cumhuriyet Türküsü” nü söylerken, Türk’ün özgürlüğünü, hoş görüsünü ve insanlığını öne çıkarmaktadır. Asla ayırdımcı olmayan ozanımız, insanı insan olarak değerlendirmekte, uyanık, hakikatleri gören, genç nesli gelecek yüzyıllara hazırlayan bir toplumsal doku hasretiyle bir ömür çalıp söylemiştir.
Dostlarının dertleriyle dertlenen Keskinli Aşık Haydari Baba’ mızın bazen toplumdan, kalabalık yerlerden kaçtığını gözlemledim. En son, Antalya Cumhuriyet Meydanı’na bağdaş kurup, sazını susturduğu, deyişlerine ara verdiği andan sonra, O’ nun garipleştiğini müşahade ettim. Kaçıyordu insanlardan. İnsanların ve düzenin yalanlarından, oyunlardan ve iki yüzlülükten... Görünenle görünenin ardında saklı duran gerçeği bir arada çözümleyen, duvarı delen bakışları olan, hakikat aynasından olaylara ve çevreye bakan, okuyan, araştıran ve bunca yıl uğrunda çalıp söylediği halkını düşünen bir ozanın susması, kendini zincirin halkasından dışarıya atması şaşırtıcıydı. Fakat, haklıydı o. Öylesine haklıydı ki; önderi olmaya ve uyandırmaya çalıştığı kitleler, maalesef o’ nun söylediklerinin aksine çıkmışlar, seçimlerde ve öteki alanlarda, O’ nun işaret ettiği noktayı görmemişlerdi.
Halk Ozanı, halkın ozanıdır. Çağının ozanıdır. Gelecek çağa halkını hazırlayandır diyordu. Lâkin, ömrünü tükettiği halk, kentsel dünyanın arabesk ve tüketici formatının dişlileri arasında, küresel ve beynelmilel sermayenin kuklası olmuş, ozanlarını dinlemiyordu. Kahretti Keskinli Aşık Haydari. Küstü. Çekildi kabuğuna. Kendi iç evine kilitledi kendini.
Şimdilerde, arada bir “dayanamayıp” konuşsa da eski Haydari Baba’ mızın neş’esini pek görmüyor ve üzülüyorum. İlerlemiş yaşına rağmen, bizim gibi genç şairleri gördüğünde, yeniden ruhu çiçeklenmekte, yeniden içi çalkanmakta ve ışık kaynağı misali parlamaktadır.
“Aydoooosssssttttt” diyen diline kurban olduğum Haydari Baba...
Sazı evlâdı gibi bağrına basan, sonra da onu “öpen” harika insan...
Ben şimdi, bu kalleş ve kancık dünyada, bu “satılmış düzende” hıçkıran bir çocuğum. Yalnızım. Yapayalnızım. Işığım yok. Ustam yok. Kendini beğenmişler ordusu şairlerin içinde mısra israfçısıyım. Dilim kelepçede, yüreğim işkencede. Ellerim korkumun titremesinde. Uzat elini Baba uzat da öpeyim. Tut ellerimden, tut n’olursun. Götür beni, bu “küt satma kalburu” içine koyan toplumun arasından, çek, çıkar ve götür. Yunuslara, Hacı Bayramlara, Pir Sultanlara götür.
Biliyorum, kendinden bahsedilmesini pek istemezsin. Kaç kez Tv programı yapmak istedim senle ilgili, hep bir engel çıktı veya çıkardın. Kaç kez, kardeşim Harun Yiğit’le beraber senle ilgili bir “program” yapmak istediysek, hep kaçtın, hep kaçtın. Övünmek ve gösteriş manzaralı duruşlardan hiç hoşlanmadığını biliyorum. Sakin, sessiz ve yalnız yürüyüşünün ardında aslında ne gök gürlemeleri olduğunu hissetmekteyim.
Haydari Baba;
Seni çok seviyorum!...
Ömrün uzun olsun...
Işığımız olmaya devam et olur mu?
YORUMLAR
Öncelikle geçmişin, geleneğin, kültürün canlı tarihi ozanına saygı ve vefayla dolu, her türlü yapaylıktan, beklentiden uzak ve geleceğe bir iz düşümü yalın ve dostane yürek sesine teşekkürlerimle, saygımla…
Ne mutlu bana ki; gerek saygıdeğer ozanımız Keskinli Haydari Baba’yı gerekse (yaşadığı çağdan, gelecek olan nesle karşı sorumlulukla iz düşüren) O’ nu özümsediği kültürün, geleneğin, tarihin bir parçası olarak yazı konusu yapan değerli hocam Mustafa Ceylan’ nı –aynı kentin havasını suyunu yan yana, dostça soluyarak- tanıma onuruna sahibim. Bu benim için çok anlamlı bir ayrıntı elbette.
Keskinli Haydari Baba’ yı yeniden tarif etmeyeceğim! Benden öncesi olan ve çokça derinden tanıyan değerli hocam Mustafa Ceylan yeterince tanıtmış, anlatmış yazısında. Ben, kısa alıntılarla yorum içine aldığım vurgulu, anlamlı ve düşündürücü paragraflara değinerek, yazının ve yazıya konu olanın bendeki yansımasını aktarmaya, paylaşmaya çalışacağım olabildiğince.
Ne diyor paragraf başlıklarında değerli hocamız Mustafa Ceylan:
1- ““Kaya Özlük, kaderinin çizdiği çizgiyi kendi güç ve kuvvetiyle kırmaya çalışmış ama her seferinde de ona yenilmiş bir Anadolu köy çocuğudur.”
Evet. Ozanımız, döneminde birçok taşra çocuğunun yaşadıklarını yaşamış… Okumakta olduğumuz bu yazıda kendi çabasıyla kendi kaderine yön vermiş olanları sembolik anlamda temsil eden biri Haydar Baba. Pek azı o kaderi kader olmaktan çıkarmış, özündeki o mağrur diklenişiyle. Tıpkı anam-babam gibi… Onlar da kader demedi, elleriyle ittiler kader diye sunulanı; daha hakkaniyetli, daha insancıl ve yaşanılır bir dünya için...
Var olan ve yolunda gitmeyen düzene başkaldırma, direnme, etrafını kuşatan köhne zinciri kırmak o kadar kolay değil ve o zincirin dayandığı geleneksel yaşam anlayışını, düşünce sistemini bir anda koparmak…
Her dönemde olduğu gibi o dönemde de bazı insanlar şanslı olabiliyordu tabii ki.
Yine diyor ki hocamız:
2-“ Elbette ki, o yıllarda “dedeler” müessesesi daha bir sağlam ve gelenekler daha sıkıcaydı.”
Evet… Alevi-Bektaşi geleneğinin vazgeçilmez müessesesi “Dede” lik makamı; insanı temel alan, inancın odağına sevgiyi koyan, Tanrı’ yı bu bakış açısıyla anlamlandırıp yücelten… Evreni Tanrı’ nın bir süreti, yansıyışı gören temel düşünceyi nefsi terbiye ve aydınlık dolu ussal bir bakışın derin irdeleyişiyle algılayarak yol gösterir; insanı, insani olanı sömürmeden, istismar etmeden, örselemeden; akıl muhakeme, ussal irade ve yürek gücüyle. Burada disiplin oldukça önemli bir yer tutar. Geleneğe bağlılıkla insan onuru, insani beklentiler ve daha yaşanılır bir dünya için omuz omuza bir anlayışın düşüncede ve yürekteki paylaşımı bu yoldaki engelleri aşmada en büyük güçtü. İnancı sömüren ve insan onuruna ters düşen konumlara indirgeyen bir duruşun adresi olmadı asla. Muhakkak ki her şey gibi bu müessese de zamanla koşullar ve sistem karşısında kan kaybetti.
Yazı içinde can alıcı pragraf başlıklarına devamla, alıntıların özündeki derinliği irdelemeğe devam edelim:
3- “Normal bir kab içine sığmayan sudur o. İçine girdiği kaba şekil verir. Yerinde sayan göl değil, kıyılarda çalkanan okyanustur o. Aydınlanmacı ve çağdaştır hep.”
Demiş hocamız...
İnsan nedir? Bu soruyu bir anda tanımlamak kimileri için kolay olabildiği gibi kimileri için de zordur. Zira insan, salt görünümüyle, biyolojik yapısıyla insan ise; evet, hepimiz insanız! Oysa insan, bu görünür tanımından çok daha derin, çok daha öte bir anlama sahip sureti bir varlıktır. O’ na o şekli veren, ruhu da vererek çeşitlendirmiş, farklılaştırmış, anlamlandırmış; algısıyla, akıl muhakeme ve ifade gücüyle, insani bütün değerlerin tanımı olan vicdan denilen yürek gücüyle… O, devingendir, statik değil! Algılarıyla düşünür, sorgular, irdeler ve neden sonuç diyalektiğiyle insan olmanın gereğini yapar; onurlu, erdemli dik duruşu ve engellere karşı koyabilen inançlı direnişiyle. Bu yüzden o, bir sel gibi akar dosdoğru, önüne geleni silip süpürerek, sarsarak, sürükleyerek… Zira insan düşünen bir varlıksa, sarsmalı düşünürken, sarsılmalı ve sürüklemeli ileriye yürürken! İşte bu temel düşünce ozanlığın odağında yer alır.
4- ““Arap tesirindeki” Alevilik ve dedeliği reddedip, “Anadolu Aleviliği” ni öne çıkaran bir anlayışa sahiptir.”
Alevilik ve onun dayandığı inanç sistemine hayatiyet kazandıran “Dede” lik müessesi, Arap kültüründen uzak, aslında ANADOLU geleneğinin arı duru ifadesidir. Çünkü kör bir inanç yani teokratik bir anlayıştan ziyade, güçlü felsefi bir dayanağı vardır. Anadolu Alevi – Bektaşisi, Emevi’ lerin Arap ırkçılığını ve İslam şovenizmini esas alan anlayışı reddeder. Zira bu anlayış Arap toplumu dışındaki bir Müslüman toplumunu dışlar, gerçek Müslüman’ nın kendisi olduğu inancıyla üstünlük taslar. Kısacası, diğer toplumları ikinci sınıf topluluk yani “ mevali Müslüman” olarak görür. Burada şunu açıkça söyleyebiliriz ki; Anadolu Alevi-Bektaşi anlayışı, Arap toplumunun bu gibi şovenist yaklaşımlarını ve Hz. Ali’ ye yapılan haksızlığı gerekçe sayarak bir tepki geliştirmiş. Bedevi toplumunun yaşam şekline göre oluşturulmuş kuralları olduğu gibi kabul etmek yerine, kendi coğrafyasında kendi gerçeğiyle, geçmişindeki köklü kültürüyle yeni bir sentez yapmayı daha doğru bulmuştur. Bu önemli ayrıntının yanında göçlerde etkili olmuştur.Doğu’ dan gelen Türkmenler, kendi inanç ve kültür miraslarını da beraberinde getirmiş; İslam’ da Allah’ tan başka bir varlığa tapınma olmamasına rağmen kendi inanç sistemleri içinde yer alan ve kutsal sayılan bir takım inançların harmanlanmasıyla Anadolu Alevi-Bektaşi oluşumuna kültürel bir ahenk, bir renk, farklılık katmışlardır.
Diğer bir etkense, üzerinde yaşanılan toprakların on bin yıllık Anadolu medeniyetleri tarihi; eski Anadolu din, inanç ve kültür mirasıdır.
Alevilik sadece dinsel bir bölünme değildir. O bir yanıyla toplumsal siyasal bir akım olurken, diğer yanıyla güçlü bir dinsel yapıya sahiptir.
İslamiyet içinde hilafet dolayısıyla haksızlığa ilk karşı koyan Hz. Ali yanlısı Araplardır. Bu başkaldırı İslam’ la birlikte yayılmış, bu yayılış içinde farklı isimlerle bir takım akımlar oluşmuştur.Bu akımlar içinde önemli yer kaplayan Şia akımının Hz. Ali ve Ehlibeytine olan sevgisi dışında Anadolu Aleviliği ile ortak bir bağı yoktur.
Bir yaşam biçimi, kendine özgü bir kültür olayı olan Anadolu Aleviliği, temelini ırka, dine dayamayan özgün bir kimliktir.
Hz. Ali ve Ehlibeyt sevgisini, insan sevgisini, kardeşliği, hakça bölüşümü, özgürlüğü, her türlü haksızlığa karşı koymayı kendine erdem bilmiş bir toplumsal akım, bir dünya görüşü, hayata felsefi bir bakış olan Anadolu Aleviliği;
Tarihsel ve toplumsal süreç sonucunda elde ettiği; çağdaş demokratik doktrinlerin tanımı içinde erdem kabul edilen düşünce sistemini yedi yüz yıl öncesinden geliştirmiş,
Her türlü baskı, bağnazlık ve asimilasyona rağmen direnme gücünü yitirmeyerek mücadelesini sürdürmüş,
Türkçe ağırlıklı ifade ve inanç anlayışıyla yerelden evrensele uzanan geniş yelpazeli rengârenk bir mozaiktir; içinde farklılıkları taşıyan, farklılıkları zenginlik olarak gören…
Yazı içerisinde bir paragraf vardı ki, paylaşmadan edemezdim. Ne demiş değerli ozanımızın ağzıyla hocamız, üstad Mustafa Ceylan:
5- “Hazırdan ve millet sırtından, bağışlarla ve hediyelerle geçinen; toplumdan geri olan ve önder-lider olamayan “dedelik” kurumunu kabul etmeyen bir koca yürek erendir o.”
Bu söyleme bütün içtenliğimle katılıyor, saygıdeğer ozanımızı da içtenlikle kutluyorum bu derinlikli yaklaşımıyla. Evet, o günkü şartlarda temel ve vazgeçilmez bir müessese olan "Dede" lik makamı, elbette etkin bir yapı ve önemli bir işleve sahipti. Bir kere lider-önderlik vasfına sahip kişi öncelikle cesaretiyle, ilkeli, kararlı, tutarlı, ileriye dönük aydınlık usu, vicdanî ve fikrî hür yaklaşımıyla, düşündürücü, sorgulayıcı, denetleyici, dönüştürücü devinimleriyle kitleleri peşinden sürükleyen, kendi içindeki ve dışındaki toplumu da etki alanına alarak hayata, insana katkılarını esirgemeyen yapıcı ve güçlü kişidir, itenektir. Bugün birçok şey gibi “Dede” lik müessesi de gelişen çağdaş koşullar çerçevesinde kendi içinde ve dışında tartışılır bir konuma gelmiş, böyle bir müessesenin gereksizliği ileri sürülmüştür. Bugünkü çağdaş teknolojiye koşut bir gelişmişlikle kolayca erişebildiğimiz bilgi, artık bu gibi müesseseleri gereksiz kılmıştır. Değer ve anlam kattığı kültürü temsilen sembolik yapısıyla kalması ve saygınlığını korumasının yeterli olduğu inancıyla, ozanımızın bu bağlamdaki düşüncesine katılıyor; bu yaklaşımıyla değerli ozanımızın, yaşadığı çağla barışıklığının, dürüst, hakkaniyetli, emeğe saygılı ve onurlu bir benliğe sahip olduğunun altını bir kez daha çiziyorum.
6- “Sözlerini eğip bükmeden, çekinmeden, ucu nereye giderse gitsin, mutlaka gerçekleri haykıran bir ozandır. Emperyalizmin ve sömürünün her türlüsüne karşı olan ozanımız, Anadolu köylerinin ve insanlarının köklerinden koparılmasını ve geriye götürülmesini asla istemez. Ömrü, bu acımasız asimilasyonla ve zalim emperyalizmle mücadeleyle geçmiştir.”
Demiş ozanımız, yine değerli hocamızın kalemiyle.
Anadolu Aleviliğinin özünde haksızlığa karşı gelme, mevcut düzenin yanlışlarına başkaldırı vardır. Ezenin karşısında, ezilenin yanında olmayı erdem bilmiştir. İnsanı, halkı, düşünceyi, inancı ayrıştırarak toplumu bölme ya da belli bir kalıbın içinde baskılayarak kendine ve yaşadığı topluma yabancılaştırma amacını güden her kişi ve düşüncenin karşısında olmayı – YARATAN’ a sevgi, Yaratılan’ a saygı -ve var olma gerçeğinin bir gereği olarak görmüştür.
7- “Atatürk ve Cumhuriyet derken, “Cumhuriyet Türküsü” nü söylerken, Türk’ün özgürlüğünü, hoş görüsünü ve insanlığını öne çıkarmaktadır. Asla ayırdımcı olmayan ozanımız, insanı insan olarak değerlendirmekte, uyanık, hakikatleri gören, genç nesli gelecek yüzyıllara hazırlayan bir toplumsal doku hasretiyle bir ömür çalıp söylemiştir.”
Büyük bir aşk, tutku olan cumhuriyet ve onu var eden değerlere söz sırası geldiğinde, kalp bir başka atıyor, us bambaşka algılıyor beynin kıvrım kıvrım derinliklerini! Böyle bir söyleme verilebilecek naçizâne yürek sesi ne/ nasıl olabilir?
Bir kere şunu unutmamalıyız: Anadolu Aleviliğinin temelinde yer alan toplumsal anlayışın odağını elbette aidiyetlik duygusuyla ulusal değerler, ortak ve vazgeçilmez paydalarla SEVGİ almaktadır. Özgürlüğü asla başıboşluk, anarşizm, haksızlık, kargaşa ortamı ve bağnazlığın yeşerdiği karanlık bir düşünce olarak değil; ülkesiyle, yaşadığı toplumuyla, bayrağı ve diliyle, kültürel değerleri ve bölünmez bütünlüğüyle bir düşünmekte. Cumhuriyete ve cumhuriyet değerlerine bağlılığıyla, Anadolu Alevileri ; dün olduğu gibi bugün de cumhuriyetin, rejimin vaz geçilmez unsuru, bel kemiğidir. İşte, Keskinli Haydar Baba da, bu anlayışa göre toplumun önünde aydınlatıcı, sorgulayıcı, başkaldırıcı ve yol gösterici sorumluluklarıyla ozanlığın gereğini yapmaktadır.
8- “Kaçıyordu insanlardan. İnsanların ve düzenin yalanlarından, oyunlardan ve iki yüzlülükten...”
Demiş ozanımız...Elbette bu kaçış bilinen anlamıyla olagelen bir kaçış değildir. Bu kaçışın altında yatan kanatıcı düşünce; örselenen, anlamından uzaklaşan/uzaklaştırılan değer anlayışı, toplumsal ve insani değerlerin kan kaybedişiyle bütün bu olagelenlerin göz ardı edilerek kör bir umarsızlığın kucağına itilmesi, sorumsuz, derinliğini yitirmiş bir anlayışın toplum üzerine ölü toprağı gibi serpiştirilmesi gerçeği...
Toplumun büyük kısmının suları tersine akıtırcasına “ kör parmağım gözüne, bana ne, adam sendecilik” tavırları karşısında; insanlık onuruna yediremediği, ülkesine ve değerlerine duyduğu sevgi, sadakat gereği bir kırılma, kırılırken de kendi içine akma, bununla birlikte; içinin derinliklerinde oluşturduğu kabukla bir direnç yaratma, biriktirdiği öfkelerini yine kendine kusma süreci yaşamakta ozanımız, sessizce. Dürüst ve gerçekçi kimliği eğilip bükülmesine ne kadar karşı ise, eğilip bükülenlere de o derece karşı.
Son olarak şu iki vurucu alıntıya dikkat çekmek ve naçizâne dizelerimle; aslında ozanlığın mesuliyet yüklü meşakkatli bir işleve sahip olduğunu ve Keskinli Haydar Babanın bu bağlamda anlaşılırlığını kendi çapımda ifade etmeye çalışarak, yorumumu noktalayacağım.
9- “Görünenle görünenin ardında saklı duran gerçeği bir arada çözümleyen, duvarı delen bakışları olan, hakikat aynasından olaylara ve çevreye bakan, okuyan, araştıran ve bunca yıl uğrunda çalıp söylediği halkını düşünen bir ozanın susması, kendini zincirin halkasından dışarıya atması şaşırtıcıydı.
Öylesine haklıydı ki; önderi olmaya ve uyandırmaya çalıştığı kitleler, maalesef o’ nun söylediklerinin aksine çıkmışlar, seçimlerde ve öteki alanlarda, O’ nun işaret ettiği noktayı görmemişlerdi.”
10- “Halk Ozanı, halkın ozanıdır. Çağının ozanıdır. Gelecek çağa halkını hazırlayandır diyordu. Lâkin, ömrünü tükettiği halk, kentsel dünyanın arabesk ve tüketici formatının dişlileri arasında, küresel ve beynelmilel sermayenin kuklası olmuş, ozanlarını dinlemiyordu. Kahretti Keskinli Aşık Haydari. Küstü. Çekildi kabuğuna. Kendi iç evine kilitledi kendini.”
Halk Ozanı ve ozanlık geleneği zaten yaşadığı toplumun bir adım önünde düşünen, eyleme geçen, toplumu ve olayları sorgulayan sarsıcı, irdeleyici özelliği ve sürekli kendisini geliştiren, çağcılken; halkının sözü, gözü, kulağı, vicdanı olduğu bilinciyle aydınlanma yolunda halkını gelecek çağa hazırlayan farkındalıklı, inkılâpçı bir anlayışa dayanır.
Böylece ozanımız, tanımına uygun bir anlayışı yaşam biçimine dönüştürerek; kendisiyle barışık, düstur edindiği ilkelere ters düşmeyen duruşuyla değer katıyor insan olma bilincine erdemli katkılarıyla.
Ozanım
özgür iradenin sesi ozanlarımıza ithafımdır...
Asırlar ötesinden günümüze gelen ses
Sazını halktan alır; ben halkım! Der, ozanım.
Onun anladığını anlaya/bilmez herkes
Sözünü halktan alır; ben halkım! Der, ozanım.
...Sözdür onun taşları
....Sazda ki nem yaşları
.....Çatıldıkça kaşları
......Nazıma seslenirim:
.......Sen halkımsın, ozanım!
Güzel Anadolumun yedi iklim köşesi
Cana canları katar ozanların nefesi.
Bin bir çiçekle dolu soylu gönül bahçesi
Özünü halktan alır; ben halkım! Der, ozanım.
...Otağı Anadolu
....Sevgiden geçer yolu
.....Her çiçekten balıyla
......Özüme seslenirim:
.......Sen halkımsın ozanım!
Aşk oduyla yanarken gönlünün mâbedinde
Bir avuç kara hasret kızıl lavlar derinde
Gönlüne kanat takıp sıla/gurbet elinde
Közünü halktan alır; ben halkım! Der, ozanım.
...Hak için halkı için
....Küllerinden doğan o
.....Arş-ı âlâyı gezip
......Yağmur olup yağan o
.......Bazıma seslenirim:
........Sen halkımsın ozanım!
Yağlı ilmek boynunda yürür mahşer yerine
Yiğitçe duruşuyla benzer gönül erine
Ozanlık bir çınardır, kök salar en derine
Düzünü halktan alır; ben halkım! Der, ozanım.
...Yaradan’ dan ötürü yaradılan’ a meyli
....Dik durana sözü yok, demez ki boynun eğri
.....Türlü türlü renklerin nakışındaki doğru
......Bezime seslenirim:
.......Sen halkımsın ozanım!
Aşk adına içerken al kadehten bâdeyi
Meşakkatli bu yolda, kim uzatmış vadeyi?
Refika' m der, ozanlar tercih eder sadeyi
Dozunu halktan alır; ben halkım! Der, ozanım.
...İçtin doluyu aşkın
....Yürüdün yolu, taştın
.....Bir hırka yalın ayak, coştun
......Ozanım coştun; karıştın
.......Yıldızlara
Güçlü kaleme ve her iki değerimize de saygımla…
Refika Doğan
yararlanılan kaynak: ( http://www.hubyar.net)
RefikaDogan/YeniEdebiAkım tarafından 8/17/2011 8:36:57 PM zamanında düzenlenmiştir.
RefikaDogan/YeniEdebiAkım tarafından 8/17/2011 8:40:54 PM zamanında düzenlenmiştir.
RefikaDoğan tarafından 12/11/2018 3:30:53 PM zamanında düzenlenmiştir.