- 1801 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
321 - EL VEKİL
Onur BİLGE
Virane de mahalle gibi kalabalıklaşmış ve ayağa kalkmıştı. Kara haber ne kadar çabuk yayılıveriyordu! Olay sıradan değildi. Sık sık rastlanan türden de değildi. Her duyan, haliyle etkileniyordu. Nasıl ve neden olduğu soruluyor, cevap alınamayınca tahminler başlıyordu. Adamcağız hakkında söylenenler bitmek tükenmek bilmiyor, herkes tarafından olayla ilgili ayrı bir senaryo yazılıyordu. Ne kadar duymak istemesem de çok yakınımda konuşuluyor, ister istemez kulak misafiri oluyordum. Aslında meraklı bir kızım. Öykü ve denemelerim için malzeme olacak şeylerdi bunlar ama aile içinde ve bir araya geldiğim arkadaşlarla daha çok dini konularda konuşmakta olduğumuz için gün geçtikçe günahtan daha çok çekinir olmuştum.
Güneş battı batacak… Akşam oluyordu. Herkes aynı hararetle olay hakkında konuşuyor, yorulmak nedir bilmiyordu! Bunun bir sebebi de dışarıdan gelenlerdi. Her gelen olay hakkında bir şeyler soruyor, bilinenler tekrarlanıp duruyordu. Akşamüstü Neşe gelmeseydi, kalkıp gidecektim. O, en yakın kız arkadaşım. Annesini kaybettiğinden beri daha da yakınlaştık. Kardeş gibi olduk.
Nazan da nereden duyduysa, koşup gelmiş, ahkâm kesmeye başlamıştı. Yeni evliydi. Eşiyle tartışmakta, ayrılma bahaneleri bulmaya çalışmaktaydı. Ayıla bayıla evlenmiş, asıl yaşıyla ilgili attığı yalanın ortaya çıkması yüzünden çıkan sorunları dedenin yardımıyla güçlükle aşmış, önceleri eşinden büyük olduğu için utanıp sıkılırken, sonra onu beğenmez olmuştu. Her fırsatta aşağılıyor, başkalarının yanında küçük düşürmekten çekinmiyor, sanki onu yaralamaktan garip bir zevk alıyordu. Belki bütün bunları, aşağılık kompleksinden yapıyordu.
İlk zamanlar hep birlikte gelirlerdi. Epeydir yalnız geliyordu. Bu defa da yalnız gelmişti. Üzerinde lacivert bir tayyör, içinde ipek bir buluz vardı. Ayağında, kapalı lacivert, yüksek topuklu ayakkabılar, elinde aynı renk çanta… Bir de güneş gözlükleri… İçeriye girerken, onunla saçlarını toplamış, taç şeklinde takmıştı. Define’nin karşısına oturmuş, ayak ayaküstüne atmış, yırtmacı belirginleşen dar eteğini göstermek istercesine yan dönerek onu sorguya çekmeye başlamıştı. Tırnakları o kadar uzun ve bakımlıydı ki ev işi falan yaptığına kimse inanamazdı. Yoksa işleri de eşine mi devretmişti? Belki de o burada gevezelik ederken, Levent evde iş başındaydı. Zavallı kurban! Başına neler geldi! Geleceklerden de habersiz, garibim! Her zaman güler yüzlü, sakin, alttan alan, çökertildiği zamanlarda bile işi espriye dökerek saldırıyı metanetle göğüsleyip örtbas etmeye çalışan, olgun genç adam ve evlere şenlik karısı… Bu ikili, ilginç bir roman konusu…
Yine her sesi bastıran bir ses… Tahakküm etmekten hoşlanan yeni gelinimiz… Bu defa da eşini kıskanma durumunda mı nedir? Bir erkek düşmanı gibi konuşmakta… Sanki olaydan değil de kendi sorunlarından bahsetmekte… İçini kemiren duygulardan… Kıskançlık, nefret, kin, intikam gibi yılan çıyandan… Nefes almadan neler neler demekte!
“Borç harç bahane… Mutlaka sevgilisi vardı. Kavuşması imkânsızdı. İşler sarpa sardı. İki kadın arasında sıkıştı kaldı. Eskiyi terk edemedi, yeninin beklentilerini yerine getiremedi. Böyle durumlarda, evdeki hisseder, dedektif kesilir ve takibe başlar. Mutlaka bir şekilde durumu anlar ve eşinden uzaklaşır. Uzaklaşma maddi veya ruhsal olur ama mutlaka olur. Hiçbir kadın, başkasının tercih edilmesini hazmedemez! Mutlaka bir şekilde bunun acısını çıkarmaya çalışır. Aksi halde ruhsal sorunlarıyla baş edemez hale gelir.”
“Neler söylüyorsun sen, Nazan? Ne dediğinin farkında mısın? Yani onlar da kocalarına ihanet mi ederler?”
“Ederler dede! Fiilen misilleme yaparlar. Hiç yapamayanlar, hayal âleminde başkasıyla yaşamak suretiyle, ruhsal yolla da olsa, mutlaka ihanet ederek intikam alırlar. Ulaşabilirlerse, tercih edilene ağızlarına gelen her şeyi derler. Ya hakaret eder, aşağılar, yerin dibine sokarlar ya da adamın ne kadar kirli çamaşırı varsa ortaya döker, onu rezil rüsva ederler. Saçlarını başlarını yolanlar da vardır, mahkemeye verenler, zina davası açanlar da… Yani kısacası, ellerinden geleni arkalarına bırakmazlar. İşler iyiden iyiye sarpa sarar. İkisi arazında zikzak çizmekten yorulan adam; genelde, her ikisi tarafından, hemen hemen aynı zamanda terk edilir. Sorun, arapsaçına döner. Adam, bakar ki öyle de böyle de olmayacak, işin içinden çıkamaz, kendine zarar vermeye karar verir. Bu intihar, böyle olmuştur. Her ikisi de yüz çevirince bunalıma girip, canına kıymıştır.”
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun, Nazan? İftira etme, adama! Emin değilsin. Elinde delilin de yok.”
“İftira değil. Tahmin…”
“Zannın fazlası, iftiraya girer. Ağzından çıkanlara dikkat et! Kayda geçtiğini biliyorsun, değil mi? Durduk yerden onca günah yükleniyorsun. Bizi de ortak ediyorsun. Doğrusunu Allah bilir.”
“Şimdi bu adam intihar ederek borçlarından kurtuldu mu?”
“Kurtulur mu, Işıl! Orada ödeyecek, nasıl ödeyecekse…”
“Geride kalanlar onun adına öderse…”
“O zaman, olur. Olur da… İntiharının sorumluluğu? İşte ondan kurtulması çok zor! Olaydan önce aklını yitirmiş olursa, meğere! Belki o zaman affa girer. Yine de doğrusunu Allah bilir. Bana da abuk sabuk şeyler söyleteceksiniz. Zaten bir ayağım çukurda… Ölenin arkasından zorla konuşturarak, durduk yerden günaha sokacaksınız, beni de!”
“ Velev ki o adam değil de dedeciğim, bu durumda herhangi bir adam ne yapmalı, sence? Diyelim ki borçları var, tamamını ödemesi mümkün değil… Tut ki sevdiği birisi var. Çoluk çocuk sahibi… Kavuşması imkânsız… Kimseden zerre kadar yardım yok… Gizli aşkı yılan hikâyesine dönmüş…”
“Ne yapacak? Allah’a sığınmaktan başka çaresi, mi var! Elinden geleni yapacak, sonra O’na tevekkül edecek, işi oluruna bırakacak. Olacak olan olur, ölecek olan ölür. Nasibinse seni bulur, nasibin değilse elin olur.”
“Ezberlenmesi gereken bir söz söyledin, dede. Bir yere kaydedin, çocuklar! Gerektiğinde kullanırız.”
“Dalga geçme, İhsan! Senin ne hin olduğunu bilmeyen yok! Kim bilir aklından neler geçiyor?”
“Yok, dede! Günahımı alma! Art niyetim yok. Gerçekten hoşuma gitti o söz. Şiir gibi…”
“Ne anladın? Anlat bakalım, öyleyse!”
“Aşk olsun dede! Burada bu kadar ders gördük. Biz bilmeyeceğiz de kim bilecek? İslamiyet, teslimiyettir! Allah’a teslim olmak lazım… O’na havale etmek, işin içinden sıyrılmak… Anlamış mıyım?”
“Anlamışsın, ya! Kedi olalı bir fare tuttun, nihayet!”
“Daha anlatayım mı?”
“Anlat da ilim alalım!”
“Allah, mutlak ve hakiki vekildir. Kendisine tevekkül edilen… Yaratıkların bütün işlerine kefil olan… Kendisine güvenen kullarının havale ettikleri işleri düzelten, onların yapabileceklerinden kat kat iyi ve hayırlı bir şekilde, usulüyle halleden, yoluna koyan, dilediklerini fazlasıyla temin eden… Allah’a tevekkül etmek lazım… Vekil olarak Allah yeter. Tevekkül, imandandır.”
“Aferin, uşağım! Sende bayağı ilerleme var! Daha açık anlat, bakalım! Anlamayan kalmasın! Farz et ki aramızda mektep medrese görmemiş olanlar var, onların anlayacağı seviyeden anlat!”
“Bir işi kendi başına yapamayanlar bir bilene havale ederler ya.. Hani, davaları varsa, avukat tayin ederler. Bazı işler bazılarına verilir ama bütün işler, ister istemez Allah’a havaledir. Müminler, bu dünyada halledemediklerini veya peşine düşmek istemediklerini yegâne Vekil olan Allah’a bırakırlar. Kâfirler nefislerine, müminler Allah’a teslim olur, yalnız O’na güvenirler. Allah, kendisine havale edilen işlerde müstakildir, yani, tek başına karar verir, yapar veya yapmaz. Onları yapmak için kimseye ihtiyacı da, yapmak için mecburiyeti de yoktur.”
“Sadece o kadar mı? Yani, kendisine havale edilmeyen işlerde de yapması gerekenleri yapmıyor mu?”
“Yapmaz olur mu? Her an bir şendedir. Yaratır, öldürür; yeşertir, soldurur. Yaratılanların her türlü gereksinimleri için vekildir. Bedenlerimizdeki yüz trilyona yakın hücrenin rızkını sağlamak O’na aittir. Onca insanın, hayvanın ve bitkinin rızkını anında ulaştırır.”
“Her işte başarıya ulaşmak için çalışıp çabalamak da tek başına yeterli değildir, çocuklar. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, Allah’ın yardımı yetişmedikçe hiçbir şey olmaz, olamaz! Allah ne güzel kefildir! Bu konuyu aç bakalım, İhsan!”
“Verimli bir toprakla güçlü tohumlar, gümrah ekinler ve bereketli bir hasılat için yeterli değildir. Elverişli doğal şartların da sağlanması lazımdır ki bunlar, Allah’ın emriyle gerçekleşen olaylardır. Süt üretimi için gıda almak yeterli değildir. Yavrunun dış etkenlerden korunması belki bir yere kadar mümkün gibi görünse de iç etkenlerden korunmasında kimsenin dahli olamaz! Bir kan pıhtısı, bir cana mal olabilir. Bir sivilce çıkar, bir hayat biter; bir kıvılcım düşer, bir servet kül olur. Rahat rahat uyurken Allah’a emanetiz. Bir yer sarsıntısı veya başka bir doğal afetle bir şehir yerle bir olabilir! Maazallah, bir gök cismi yörüngesinden çıksa, her şey biter!”
“En alttaki küpün çekilmesi gibi… Seyreyle gümbürtüyü!..”
“Ölüm, yatarken yastığımızın altında, uyanınca karşımızdadır! Ölsek, ölüversek, iyi… Ölememek, sürüm sürüm sürünmek de var! Elden ayaktan düşmek, akli dengeyi kaybetmek, felç olmak falan…”
“Evet, oğlum. “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.” demiş, Efendimiz. Bir de bu konuda bir şeyler söyle!”
“Tevekkül etmek, sebeplere sarılmayı bırakmak değildir. Güzel bir sonuca ulaşmak için elden gelen her şey yapılır, ondan sonra Allah’a tevekkül edilir. Gerekenleri yapmak, bir anlamda fiilî duadır. Tevekkül edene gereken yardım yapılır, şükredene bahşedilen nimetler arttırılır.”
“Allah, tevekkül edenleri sever. Bütün işler O’na döner. Başarıya ulaştıran O’dur. O’ndan başka kimse yardım edemez! Şeytan bile O’nun izni olmadıkça müminlere hiçbir zarar veremez! Öyle değil mi Mahir? Ne düşünüyorsun öyle derin derin?”
“Hiç… Dalmışım dede.”
“Size nasıl öğrettiler bu konuyu? Vekâlet ne demek?”
“Vekâlet; aczin itirafı, kudretin ızharıdır. Verilen, her yönden yeterlidir. Mümin, vakurdur. Olaylar karşısında paniklemek, vakarı kaybettirir. Hayır ve şer, her şey, Allah’ın elindedir.”
“Yani? Yani bu durumdaki bir adam ne yapmalıydı?”
“Olaylar karşısında soğukkanlılığını muhafaza etmeli, elinden geleni yaptıktan sonra, olayı akışına bırakmalı, gücünün yetmediği yerde, en büyük ve eşsiz kudret sahibi olan Allah’a tevekkül etmeli, yardım talebini arttırmalı ve neticeyi umutla beklemeliydi. Mümine düşen budur!”
“Evet! Her konuda Allah’a güvenmek ve O’na sığınmak gerekir. Canını şeytana teslim etmek, umutsuzluğa kapılmaktır ki Allah’tan ümit kesilmez! O’ndan ümit kesenler, sadece kâfirlerdir. Hasbunallahu ve ni’mel vekil ni’mel Mevla ve ni’me’n nasîr”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 321
YORUMLAR
Tevekkül kadar istismar edilen bir konu daha yoktur, bence.Tembellik ve miskinlik incehastalık gibi yayılmıştır toplumların üstüne. Öyle ki, zaman zaman kader kavramıyla eşleştirilmiştir. Oysa tevekkül, irade ve azimle yaptığın işlerindeki başarını Allah'ın onaylaması demektir. Bununla birlikte başarısızlığını da görür tabi. Sanıldığı ya da umut edildiği gibi Allah kimsenin işini yapmaz. Büyük yanılgılardan birisi de; "Allah cezasını verir", hayır. Ceza çekileceği uyarısında bulunmuştur, alıp almama kulların bizatihi kendilerine ait olduğudur. Aydınlatıcı, ufuk açıcı bilgiler sunan şair-yazarımızı kutlar, başarılar dilerim. Saygılarımla.