- 1538 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
320 - EL HAK
Onur BİLGE
O çok elim olaydan sonra ortalık karıştı. Mahalle çalkalanmakta olsun, Virane’de de bir huzursuzluk vardı. İnsan kaybı, aynı maddesel yapıda olmasına rağmen diğer yaratıklardan çok ama çok farklıydı. Her şeyden önce şuur sahibiydi. İnsani ve İlahi ilişkileri vardı. Yeryüzünde dünyevi ve uhrevi bir görevi… Her iki cihanda da bir yeri ve değeri... Sahip olduğu değerler karşılığı sorumlulukları…
Ölüm, hiçbir zaman çözüm değildi. İntihar, asla kurtuluş değil, aksine mahvoluştu. Allah’ın da kullar üzerinde hakkı vardı. Canı, ancak bahşeden alma hakkına sahipti.
Herkesin hak, özgürlük, dünyevi ve uhrevi sorumlulukları vardı. Oynamakta olduğumuz, bir tiyatro eseriyse, oyunun orta yerinde sahneyi terk etme hakkımız yoktu. Geride bıraktıklarımızı ve gideceğimiz yeri düşünmek zorundaydık. İmtihan salonunu terk etmek… Kâğıdı boş verip çıkmak… Sonucuna katlanmayı göze almak, alabilmek…
Huzuruna çıkacağımız Zat, tam anlamıyla idrak edilemese de anlayabildiğimiz kadarıyla emsalsizdi. Varlığımızın nedeni olan, tarifi imkânsız yücelikteydi. O huzura, sınavda elimizden geleni yaparak gerçekleştirebildiğimiz kadar başarılı bir halde çıkmalıydık. Süklüm püklüm değil…
Hepimiz ölümlüydük. Mutlaka yok olacaktık. Ancak Allah’ın varlığı mutlak, fiili, hiç değişmez, daima sabit, ezeli ve ebedi olarak vardı. O, asla yok olmayacak, en küçük bir değişikliğe dahi uğramayacak olan tek sabitti.
Hak, inkârı caiz olmayan sabit demekti. Verilen hüküm; vakıa, yani gerçeğe uygunsa o hüküm hak ve sabitti, inkârı caiz değildi. Hak, değişmekten münezzeh demekti. Allah’ın zatı gibi sıfatları da haktı, asla değişmezdi.
Evrende, Hak isminin tecellilerini görmek mümkündü. Mesela fizik kanunları, değişmezlikleriyle, Hak isminin tecellilerindendi. İnanç konusunda da hak ve batıl kavramları vardı. Allah’ın varlığına iman, ilâhî fermanın bildirdiği gibiyse o inanç hak; aksi, hakikate zıt, yani batıldı.
Varlık âlemi, sürekli değişiyordu. Kalplerin, değişmekten münezzeh olan Allah’a bağlanması gerekiyordu. Sınav, kolay olmayacaktı. Çetin sorular karşısında, Allah’tan yardım talebi arttırılmalı, yalnız ama yalnız O’na sığınıp, sadece O’ndan yardım beklenmeliydi. Yoksa biz yalancılar mıydık? Her namazın her rekâtında, Allah’ın huzurunda ayağa kalkıp O’nun Kebir olduğunu tekrarladıktan sonra sular seller gibi okumakta olduğumuz Fatiha Suresi’nde neler dediğimizin farkında değil miydik? Günde en az kırk kere:
‘Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz!’ demekte olduğumuz halde maddeye mi kulluk etmekte, maddi haklarımızı isterken başka kapılar mı çalmaktaydık? Gerçekte neleri hak ediyorduk? Allah, müstahakkımızı vermiyor muydu? Hak, hakkımızı teslim ederken gecikir miydi? O, Seri-ul Hisap’tı. Hesabı, en seri ve en doğru şekilde görür, yarattıkları arasında, hardal tanesi kadar hak geçirmezdi. Onlar, insanlar ya da hayvanlar olsun, hak sahipleriydi ve er geç haklarını alacaklardı. Dünyada olmazsa, ahirette… Huzur-u Mahşer diye bir şey vardı.
Allah, Hak’tı. Zatı vacip, varlığı gerçek, ulûhiyeti doğru, lâzım ve lâyık olandı. Varlığı hiç değişmeyen, ibadete lâyık ve her hakkın sahibiydi. Tüm hakikatlerin kaynağı Mutlak Hakk...
Hak; gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin, gereken, bir şeyin gerçekleştirilmesi, bir hususta yakinen bilgi sahibi olmak demekti. Daima bâtılın zıddı olup, her zaman, her hâlde doğru, gerçek ve değişmez olandı. Hak, herkes ve her şey için hak olandı.
Allah Hak idi. Vaadi hak, sözün hak... O’na kavuşmak haktı. Cennet hak, cehennem hak... Nebîler hak, kıyametin kopması hak... "Lebbeyke yâ İlâhü’l-Hakk!" dememiz istenmişti. "Emret! Ey gerçek İlâh!.." diyorduk. Emirlere riayet ediyor muyduk?
Gerçeğe uygun bilgi, hüküm ve söz için de hak deniyordu. Evrendeki varlıklar gerçekti, onları yaratan da gerçekti, Hakkü’l-Hakk’tı, Hakk’ın aslı ve kaynağı idi. Mevcudatın gerçekliği bir süreye kadar olduğu halde, asıl gerçek, Vâcibü’l- Vücût’tu.
Tasavvufta, bir takım sınavlarla manevi basamaklar çıkılırken, sır-rı sıfırı denilen; Hakk’ta, Hakk’tan, Hakk’a, Hakk’la Hakke’l-yakîn biliş, buluş ve yaşayıştı. Hak’tan alıp halka vermeliydik. Zâhirimiz halk, bâtınımız Hak olmalıydı. Yolun sonunda: “Ene’l-Hak!” demişti, Hallac-ı Mansur.
Fakat her sözcük ve her kavramın kapsamı, herkes için aynı değildi. Cahil için farklı, okumuş için farklı, âlim için çok daha farklıydı. Alim de cahil de tehlikedeydi. Ancak imanı sağlam ve yaklaşımı samimi olan kişiler kendilerini kurtarabilirlerdi.
Hüküm ve hikmet hak; El Hakk’ın hakkı, yani Hakkü’l-Hakk’tı. Halkın hakkı, Hakk’a inanmak ve hayrı işlemekti. Muradullah, yani Allah’ın muradı; kullarının, imtihan sonunda olgunlaşmalarıydı. Emrullah, kulluk kurallarıydı. Tasavvufta önemli olan uçmak değil, Sırat-ı Müstakîm, yani doğru yolda insanca yürüyebilmekti. Öldürmek, tekrar yaratarak hesaba çekmek de Allah’ın hakkıydı.
El Hakk’ın hakkı, Rübûbiyet; halkın hakkı, übûdiyet, yani kulluktu. Duymak, uymak ve uygulamak da kulluk kemâlatıydı.
Allah’ın varlığı zati, sabit ve şüphesizdi. Bizden istediği, yalnız kulluk etmemiz ve sadece kendisinden yardım istememizdi. Ümitsizliğe düşmemiz değil… Allah’tan ümit kesilmezdi. Ümitsizlik, ancak kâfirler içindi. Mümin, korku ve ümit arasında olmalıydı.
Kul, başıboş bir varlık değildi. Doğma kararı alma hakkına sahip olmadığı gibi ölme hakkına da sahip değildi. İçinde bulunulan şartlar ne olursa olsun, bütün dünyevi sorunların mutlaka birer çözümü vardı. Bir insanın, hayatına son verme kararını nasıl alabildiğine hayret ediyor, olayla ilgili bir sürü düşünceden kendimi alamıyordum. Bunlar bilinen şeylerdi. Ayrıntılarına inerek başkalarıyla paylaşmaya kalkmak gereksizdi. Onun için olay hakkında Virane’de yorumlar yapılırken, aklımdan geçenleri sabitlemek amacıyla kâğıt parçalarına yazıverdim. Konuyla ilgili konuşmalar, tartışmalar devam ediyordu. Her konuşulan, iki şahit tarafından tespit ediliyor, Hâkim de duyuyordu. Aklıma bir kıssa geldi. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım:
Asırlar önce küçük bir kasabada yaşayan bir evliya varmış. Bir gece, geç vakitte, misafir olduğu evdeki sohbetten dönerken önünde yürümekte olan iki kişinin pazarlığına şahit olmuş. Adam:
“Bir altına… Tamam mı?”, kadın:
“Tamam!” deyince adımlarını sıklaştırarak kadına yanaşmış ve:
“İki altına… Tamam mı?” demiş. Kadın da o adamı bırakarak evliya ile gitmeye karar vermiş.
Karanlık sokaklarda bir süre yürüdükten sonra büyük bir tahta kapının önüne gelmişler. Eski, derme çatma bir sokak kapısıymış. Üstündeki dışarıya sarkan ip çekilince açılıveriyormuş. İçeriye girmişler. Küçük bir avlu… Yan yana odalardan birinin kapısından daha geçince, yer minderleriyle çevrili bir odaya girmişler. Daha oturmadan evliya:
“Müsaade edersen namazımı kılıvereyim! Sen şöyle otur da biraz bekle!” demiş ve seccadesini sererek, “Allah-u Ekber!” diyerek başlamış. İki rekât, iki daha dört olmuş. Bir dört, bir dört daha… Namazın biteceği yok! Kadının sabrı kalmamış. Aceleci bir eda ve öfkeli bir sesle:
“Yeter artık Efendi Baba! Gece kısa, işim çok! Seni bekleyecek zamanım yok! Elini çabuk tut! Ne yapacaksan yap, ben gideceğim! Sonra istersen sabaha kadar namaz kıl!” demiş. O da ona:
“Bu işlemek için acele ettiğin suçu ben de en az senin kadar işlemek isterim ama burada dört şahit var.” demiş. “Onların huzurunda…”
“Efendi Baba! Burada kimsecikler yok! Sen hayal mi görüyorsun?”
“Olmaz olur mu? İki şahit sende, iki şahit bende… Etti mi dört? Bu öyle bir suç ki nerede olursak olalım, mutlaka Hâkim’in huzurunda işlenecek!”
“Ne şahidi, ne hâkimi, Efendi Baba? Sen aklını mı kaybettin? Güzelim işi bırakarak sana inanıp da peşine düşende kabahat!..”
“Dur, gitme! İyi dinle! Bak! Omuzlarımızda kaydedici melekler… İyi kötü tüm yapılanları yazmaktalar… Allah da görmekte ve duymakta… Cezasından korkmuyor ve onlardan utanmıyorsan, haydi gel!..”
Kadın, duyduklarını idrak etmek için başını öne eğerek dalgın bakışlarla bir süre düşündükten sonra aniden ürpererek:
“Ben bunun böyle olduğunu hiç düşünmemiştim! Haklısın! Beni affet!” diyerek ağlamaya başlamış. Evliya:
“Seni aldatmış olmayayım. Vaatlerimizden de sorumluyuz. Al bakalım, sana vaat ettiğim şu iki altını…” diyerek, kesesinden çıkardığı altınları kadına uzatırken: “Benden değil, Allah’tan af dile! Tövbe et ve bir daha aynı hataya düşmemek için elinden geleni yapmaya bak!” demiş.
Kadın, bin pişman bir vaziyette, gözyaşlarıyla ıslanan elinin tersiyle altın falan istemediğini, alacağını aldığını söyleyerek, hıçkırıklarla boğulurcasına, reddedilmeyeceğini umarak, yalvaran bakışlarla arzusunu bildirmiş:
“Eğer kabul edersen, evladın olmak, dergâhta kalmak, ölünceye kadar hizmetinde bulunmak isterim.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 320
YORUMLAR
Bu işi iyi biliyor yazar...Böyle, özellikle dini meselelerde yazılan yazılar sıkıcı gelir ve de hep aynı şeylerden bahsedildiği için insanlar çabuk sıkılır okumaktan.
Ama din, nasihat demektir. Bu yüzden nasihat nereden alınabilecekse, orada olmak insanlığı sevaba yöneltecek bir durumdur..
İkramı biz aldık kefemizle...
Hürmetle..