- 524 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İstanbul küs, İstanbul kimsesiz...
Dilimde ağır, imkânsız bir tarifin ağrısı, dilimde seni anlatamamanın, anlatamayacak olmanın ağır, sonsuz kaygısı. Aklımda gözlerin, aklımda gözlerindeki parıltılar gibi umut dolu sözlerin. Yüreğimde çok yabancı bir atış, yüreğimde senden kalma tuhaf bir tat. Yaşamımda sen, yaşamımda senden öncesi hatırlamadığım, yaşadı saymadığım güzellikler... Ve bir sen varsın benden içeri, birde senden bana emanet gülüşler, senle kurduğumuz kimliksiz düşler...
Zaman kızgın bir günün senden sonrası, zaman sana dokunduğum anın ertesi... Ve sesinin yankısı kulaklarımda kırgın, düşmek üzere yüreğime, henüz ayrılmamışken çöküyor üzerime tüm hasretliği ile. Zihnim kendini bilmez, tanımaz, şaşkın... Gözlerimde anlamsız, boşlukta salınan çaresiz bakışlar... Yüreğim az sonranın korkusunda, az sonra ellerin bir daha kenetlenip, son defa ayrılışının korkunç çaresizliğinde...
Avucundaki çizgilerde arıyorken geleceği, ben gözlerinde görebiliyordum az sonra zamansız bir terk edişle gideceğini. Biliyordum gidişinde yetim kalacağını susuşlarımızın ve eylem adımlarla gezdiğimiz caddelerin ıssızlaşacağını. Gözlerimdeki yeşili, maviye vururken gözlerin, kırmızı akıyordu zaman, zaman ayrılığa en yakın, en yasak an.
İstanbul küs, İstanbul kimsesiz, İstanbul yokluğunda üşüyor çaresiz... Yaklaşırken gemiler Sarayburnu rıhtımına, seni soruyorlar adresleri belirsiz... Gülhane’de çiçekler sen kokuyor şimdi, deniz kokuyor tuzluca... Yokluğun bir hasretliğe devriliyor, uzuyor boydan boya tramvaylar gibi, Aksaray’dan Eminönü’ne bitimsiz... Galata’nın gölgesi vurmuş Haliç’e, güneş vurmuyor yüzüne, sen vaftiz ederken ruhunu Ayasofya’da, küskün secdelerde kıskanç dualar ediliyor Sultanahmet’te... Şimdi bir vapur yaklaşıyor korkularıma, son seferinde gidişine vuruyor dalgalar acımasız, şimdi sen gidiyorsun, şimdi ben bakıyorum ardından çaresiz...
Gidişinde senle yüreklerimize kurduğumuz kentler yıkılıyor tek tek, Laleli camide cenaze namazı makamında ezan sesi duyuluyor ikindi vakti. Beyazıt meydanında kuşlar yemsiz, yetim, takatsiz uçmaya... Sahaflarda eski bir kitap arasında kaybettiğim resmin, Cağaloğlun’da ayrılık kitapları basılıyor üst üste, arka kapaklarında sana yazdığım şiir... El vermiyor geçmeye boğazın ötesine, aklımda hep senle ulaşamadığımız Galata’da. İçimde Beyoğlu’na birikmiş sövmeler, içimde Piyerloti tepesinden senle Haliç’e bakabilme umudu...
Sanki Ayasofya ile Sultanahmet arasında sıkışıp kalmış yüreğim, isyan çıkmış devriliyor zayıf sözlerim. Ben susamışken sana, şarıl şarıl sular akıyor Yerebatan Sarnıcından yokluğuna ve büyüyor her an, her saniye. Dikili taş gibi çalıntı gözlerinin rengi gözlerimde, sanki habersiz alınmış bir emanet çalıntı korkusunda. Ne zaman çalındığı belirsiz, geçmiş zaman kipinde ömrümün herhangi bir vaktinde. Gidişinde durmuş saati şehrin... İstanbul küs, İstanbul kimsesiz, İstanbul yokluğunda üşüyor çaresiz...
Sevdamın şehri, korkularımın şehrine dönüşüyor yokluğunda. Bir daha olamaman, bir daha parlak gözlerinde tazeleyememek yaşamı... Şimdi İstanbul kadar büyük, İstanbul kadar vazgeçilmez ve İstanbul kadar mistik, gizemli oluyor sevgim. Ne sen biliyorsun, nede polisler biliyor seni ne çok sevdiğimi, yüreğimin arkasında illegal bir eylem benimkisi ve senin duyamadığın radikal bir slogan dilimin ucunda... Eğer seni sana anlatabilirsem güzel insan, bil ki bu meşru müdafaa hakkımdır, tüm yasak duygulara karşı, bir hissi zulme başkaldırı...
Ama şimdi, sen sessiz ben suskun, ama şimdi Taksim ıssız, Sahaflar bomboş... Şimdi yüreğim bir türbe kadar tenha ve sevgilinin ziyaretine mecbur. Fatihte inzivalarda susarak tanrı ile anlaşan dervişler gibi çileli ve anlaşılmaya muhtaç... Şimdi yüreğim namaz kılınan kiliseler kadar kararsız ve geçmişi ile çelişik, bir cami kadar yakın tanrısına, ama korkak tövbesinde, korkak cehennemle cennet bilinmezliğinde... Şimdi yüreğim Sokrates kadar bildiği tek şeyin hiçbir şey bilmediği gerçeğinde yanmakta, baldıran zehirini içmeye niyetli, Hallac-ı Mansur gibi bir tek isimde kilitli dili ve sevdiği ile ruhu bütün, derisi yüzülmeye razı... Ve İkarus kadar fedai, İkarus kadar güneşi ile erimeye hazır, kanatsız bir yaşamı göze almış, asi...
Ama zaman... Başkaldıramadığımız, durduramadığımız yaşamın kod adı olan; zaman... Bütün susuşlara sebep, bütün bekleyişlerin faili zaman. Çıldırasıya paralarken kendini yürek, sus diyebilen... Sevgiliye bakacakken parlayan gözlere bekle diyebilen, tamda en kutsal sözcüğe dönecekken dili lal eden zaman... Zamanın kahpeliğine tutsağız açıkçası, dakikalar gömülürken saatlere, biz yirmi dört saatin kahrında geleceğiz birbirimize. Gülhane’de bütün dünya kesmişken yeşile, çiçeklerin birine yükleyip tüm sevgimi vereceğim eline, sen alıp takarken kulaklarına, anlatacaktır sana, bütün bilinmezlikleri, bütün söyleyemediklerimi ihbar edecektir yüreğine... İşte o zaman hazır olacağım bütün cezalara, senin kahırla geçen her saniyeni çarpıp kendi sabrımla, hükmünü vereceğim yüreğimin...
Ant olsun sevgili; bütün acılara değecektir yaşanılanlar ve bizden yana kahırla aktığına utanacaktır zaman... Basit yaşamı delerken duyguların kudreti, sonsuzlaşacaktır bütün sevmelerimiz ve bütün oyunların zaferine, sevincine boğulacaktır yüreklerimiz... İşte o zaman gözümdeki maviyi sana verip, yeşili kendime alacağım... Uzanıp Dicle ile Fırat’ın birleştiği yerden öpeceğim seni... İştar’ın bizi kutsadığı yerden... Ant olsun sevgili; ...