- 703 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Soruların Edebiyatı
Edep, düşselliğin edebiyatına mecburi adımlardır.
Biteceğine inanıyordum. Evet, hiç tahmin edemediğimiz bir zaman da ölüm kapımızı çalıp, bizi yaşadığımız yerden alıp götürecekti. Hayallerin sessiz kalışlarının da bir manası olacaktı. Kırık camların, gırgır içinde haftalardır dökülmeyi bekleyen tozların, halı üzerine damlamış şekerli çay lekesinin, bir gazete sayfası içinde günler öncesi kesilip de çöpe atılmayı bekleyen tırnakların, fırçasının dişleri kırılmış ev hanımlarının, ayakkabısına taş kaçmış küçük çocuklarının, istopların, saklambaçların, körebelerin, akşam ezanında eve çağrılmaların, yemek saati el-yüz yıkama ayinlerinin… Hepsinin bir manası olacaktı, hepsinin yaşamak adına değiştirilemez ölümden bize yansıyan parlak yanı olacaktı. Siperden sipere susmaların erdemini kazanmış stres gazileri olarak yaşarken şu kısacık hayatı, yumuşak divanlarında taht sefasına düşmüş embesil liyakatinde, adını yazacaktı aşk yalanlarının bulutsu senfonisi.
Dante, modern bir Avrupa dilinin ilk göz ağrısı olurken, bilmek kadar şüphe etmeninden kendisini memnun ettiğini söylerdi. Sonsuz bir çağrışımda borular düşsel paradigmaların felsefeye dair muammalarla dolu mecmuası olurken, hafızalarımızın sona yaklaşan dayanma mukavemetlerinde neticesi izah edilmeyi bekleyen ne kadar da çok sorularımız vardı.
Gerçek olma pahasına, hovardalıklarımızda bulunan ve de serseri tutsaklıklarımızın ardınca kurşun yağmurlarında fakültesine yetişmeyi bekleyen panikdaş manzara düşkünlerinin materyalist stres özlemliğinde fikirden uzaklarda yaşamayı ne güzelde kendimize terapi etmeye alışmıştık. Aslında Platon’un diyalektik yöntemi ile tamamen sağlamlaştırabilirdik, ama bu üşütmelerimizi dindirebilir miydi, ısıtabilir miydi donuvermiş insanlıklarımızı?
Akıl yürütme yoluyla kopya kalplerimizin tabyasında araştırmalarımızın ve doğrulamalarımıza ulaşma çürüklüğünde kaçak suçları işlediğimiz şiir tadında hayatlarımızın ateş basılmamış ten rüzgârlarında uygarlığın sulu sadakatlerinde aşikâr tacizlerin güvensizliğini taşıyan varlıklar olarak, aşka verdiğimiz sinik taraflarımızın tuhaflığında, sek sek oynamaktan bıkmayan hücrelerimizin kanserleşmiş merhamet irkilmelerinde yağmuru çile olan gözlerimize hangi duayı ezberletip, hangi insani değerlerimizi yeniden yaşayabilip ve de acı duvarlarından ağır ağır yalayıp silebilmek adına engizisyon bıçaklarında suskun bir ayrılık olarak tamamen kopartıp, pişmanlıklarımızdan vazgeçebilirdik ki?
Her hayatta ermiş Büyük İskender ruhlu teşhircilerin çözümleri tekil bir maddiyatı akla yoruverdiği ve de zerk ettiği duaların selamsız serkeşliğinde insanı mezarların daha fazlalaştığı mahremiyet harabelerinde, hüzünlerimizi hangi soytarılıklarımız ardınca daha fazla gizleyebilirdik ki? Beklemelerimiz aşkın kavuşma ihtimalinin köşegenlerinde köşe kapmaca oynarken; kimimiz mutluyduk nefes alıp aynı monotonluğu paylaşmaktan, kimimiz ise her güne yenilik getirme uğraşında ilkelerine dair soruşturma açmaktan geri duramıyordu. Kuşkusuz hepimiz hümanisttik ve de bizim için yaşama bu olmalıydı, sadece bu: ‘Angarya!’ Nasıl olsa yakın zamanda çok büyük insanlar(?) kelimelerini toplayıp çok güzel fikirleri dünya arbedelerinde yorgun ve eskimiş hastalıklara kezzap dökebilmişlerdi. Oysa Aristoteles’den beri kaldırım eziği düşünce rüşvetlerimizin yosmalar ardınca zikredilmiş randevularında ıssız dünyalarımızda bizi bizden alan hırsızların kırmızı kadehlerinde içi boşaltılmış elveda dilekçelerinin sedyelerinin bembeyaz sayfalar oluverdiği ezberbaz bahtiyarsızlıklarımızın kamelyaları altında, siftahı açılmamış sigara molası yorgunluğunun zevksizleştirildiği medyatik vagonların hafızamıza dolduruverdiği her satırda soru işaretlerimizin yerli ve yabancı olmaktan başka ifade edebildiği geleneklerimizden başka neye sahiptik ki?
Sadece aptalların sabit fikirli olduğu ve benim dediğim doğru dediği bir dünyada, saygıdan uzaklaşmak için; ‘benim dediklerimden başka doğru yoktur’ idesine gönülden inanan kiraz küpeli, samimi olmadığı özürlerinden bahane kaçışlar yaşayan düşkünlere, keşmekeş şafak beklentilerinin geceleri daha bir siyaha boyandığı yaraların küfürlerinin tükürülmüş haykırışlarında, gigabaytı artık nezarethanelerde pirelerin zıplama fonksiyonuna endekslenmiş bedbaht ve de anlamsız oyunların yanlış sayfaları okuttuğu hipnoz edilmiş piyeslerinde, hangi kalem daha güzel olanı yazabilirdi ki?
Soru muydu, yoksa cevap mıydı? Aşkların anlamsızlığına bürünen kifayetsizlik miydi? Kuşların seher vakti gerçek öykülerinde, ağır çekimlerin ellerinde plastik toplar taşıyan, bakkalların ucuz cikletleri ile ağlak bir masala düşüvermiş dizlerinin kanamış coğrafyasında içimize sığmayan ve sinemeyen yakın tarihinde kendi devlet başkanını suçsuzca darağaçlarında asabilen zihniyetlerimizin, susamış dudaklarımızda vahası dünya sınırları olan tek atışlık cürümlerimizin artık cevap verilmez olduğu mizan kıtasında, tarihin alacakaranlıklarını daha ne kadar saklayabilirdi ki?
Normal bir tepki vermek lazımdı, ilgisizlikler ardınca hem de! Provokasyonlarımızın dahi hayatta kalmak adına bir mandal oluverdiği son yıllarımızın hangi azabını hangi Zebani tutabilip de, rahatça bizi yürek cehennemlerimizde masumiyetinden uzak cihetlerimizden aforoz edebilirdi ki?
Masumiyetlerimizin depozitosu, bir çocuğun kokusunda mütarekelerimizin hangisini hatırı sayılabilir bir basamağa çıkartabilirdi ki? Kökümüze işlemiş vatan ütopyalarımız ardınca, hep biz güçlüyüz ve bizden başkası bizi yenemez diyerek yeni şanslar barındırdığımız düşüncelerimizin bulaşıcı faşistliğinde, merhamet süvarilerimizin cevapsız kalakaldığı varış barlarının sızlanış destanlarında, hangi melek bizi yalnızlığa düşüş göçlerimizden uzaklaştırabilirdi ki?
Sorular, ah bu ulvi paradoksumu zedeleyen şeytanlar! Ne kadar uzak da durmak istesem, müzakerelerinden bir türlü anlamlı cevaplarda alamadığım sorular! Mükerrer düşüncelerimin kaç duaya emanet bırakıldığını istişare ediverdiğim edebiyat mercilerinde, yıllanmamış ağrılarımın sünekliğini itiraf etmeliyim. Yazdıklarımın her birini yaşamak zorunda bırakılmadığım için belki de şükür etmeliyim Yaradana, ama gerçekten konusu edilmemiş bir şey kaldı mı diye tekrardan savaşlara girişiyorum kendimle.
Aslında karamsarlığımın tek sebebi, sebepsizlik içinde kalakalması! Açıkladığım varlıkların içinde suçlu hissedilip, kolpa ruhumun tepelerinden yuvarlanırken, güneşe her an yaklaştığımı bilip karmakarışık ritimlerin hadım edilmemiş şüpheleri ardınca arbedelerimin kendi yazgısına soruları küfür ettirmenin nedeni neydi ki? Düşünmemek çözüm müydü?
Hava bulutlu ve öğrenmenin amacını düşüncelerimin şüphe özürlerine mühürletebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Şunu hatırladım tekrardan: ‘Arılar farklı farklı çiçeklerden bal yapabilmek adına polen toplarlar. Topladıkları çiçeğin adı artık önemsizdir. Arılar sadece bal yaparlar, kendilerine ait bir şey!’ Ne güzel bir kalem dönemeciydi bu! Ölüme uçuverirken, karamsarlıklarımın metabolizmalarında kanserleşmiş umutlarım için ne de güzel bir dermandı! Hazretleri tecrübe edilmiş, farklılıkların güzelleştirdiği Latifliğin mazeretsiz tapınaklığında, bu ufkun şerefli hissiyatına bürünüp secde etmek ne kadar da güzeldi!
Evet, her şey bitecek! Belki yarından az bir zamanımız kaldı, kim bilebilir! Yazımın Kudüs sokaklarına gelebildiğim için şanslıyım. Yirmi seneyi az geçmiş hayatımın yıllanmış düşüncelerinde, hayallerimin artık dürüst bir çocukluğunun dahi kalmadığı rüyasında, bayrağı temiz ülkümün kaçaklığında hastalaşmış yüreğimin kademesi bölünmüş tantanalarında, yargılarımın artık karamsarlıklarımın içinde çaresiz kalmadığını öğrenmiş oldum.
Ne kadar çabalarsan çabala, sonunda ölüm hepsini alıp götürecek. Ama hiçbir arı, öleceğini bildiği halde bal yapmaktan vazgeçmez. İklimlerimizde serzenişlerimizi servis ediveren edebiyat zirvesine edep ile girmenin her zaman gerekliği olduğunu manifestosu daha tüketilmemiş sorgulama parazitlerimce iliklerken her beyaz sayfanın besmelesi görünmeyen başlıkları ardınca, yorulmalardan uzak fantezi cımbızlarımızın ormanlarında yeni bir ağaç kesmek ne diye? İdeolojileri yitirmek mesele değil; önemli olan bu pasajın içinde kendi eğitimimizi bitirmiş olup, mevcudiyetimizin şiirli yanını günahlarımızın yamalarına aksettirebilmek.
Yeniden normal bir tepki vermek için susuyor dimağım ve zekânın ortalamasını alan, ıq absürtlüğünün geleneği olan mikroişlemcili hafızamı dolaşıyor soru işaretler.
Aynen şu anda sizde olduğu gibi…
YORUMLAR
Dost kalem: Bilirim güzel yazarsın. Bu yazı da çok hoş.
Fakat çok zorlu cümlelerle doluydu. Sanat yapmak uğruna bunca imge ve uzun cümleye gerek yok.
Bence halka ulaşmayan ve halkın kolayca anlayamayacağı sanat eksiktir.
Cümlelerin çok uzun.
Alam kaçırmamak için mücadele ettim çok zaman. Fakat çok da hoştular.
Yazını okurken çok insan sözlük ya da Lugat'a bakmak ihtiyacı duyabilir.
----------------------------
Yirmi seneyi az geçmiş hayatımın yıllanmış düşüncelerinde, hayallerimin artık dürüst bir çocukluğunun dahi kalmadığı rüyasında, bayrağı temiz ülkümün kaçaklığında hastalaşmış yüreğimin kademesi bölünmüş tantanalarında, yargılarımın artık karamsarlıklarımın içinde çaresiz kalmadığını öğrenmiş oldum.
----------------------------
Görüyorsun ya çok hoş ama paragraf uzunluğunda.
Anlayacağınıza güvenerek acizanemce öneriler imdi.
9 numara.
Tebrikler.
Sevgiler.
HakkınSesi
Siz eleştirilerinizi hiç bir zaman sakınmayın yeter ki..Aklınıza geleni söylemezseniz kardeşinize, o zaman darılırım..
Teşekkürler her zaman; hürmetle..
Engin Tatlıtürk
Eleştirmeyi ve eleştirilmeyi bilen birisiniz.
Tekrar kutladım.
Selamlar.