- 543 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
12. ODA
Yağdığın an,
Bir daha söyler misin gözlerinle aynı şarkıyı?
İlkokul benim için tamamen sorunlarla dolu bir eğitim olmuştu. Özellikle 3. sınıf ve 5. sınıf arasındaki yılları hayatım boyunca unutamayacağım yıllar arasına eklemiştim. O zamanlar kitap okuma alışkanlığım hiç yoktu. Cin Ali kitaplarından başka o vakitte okuduğum tek kitap babamın bana aldığı, içinde peygamber efendimizin devrine ait hikâyeciklerin olduğu ufak ve şirin bir kitaptı. Okumayı sevmiyor değildim, ama beni okumaya yönlendirecek insanlarla tanışamamam kitaplar ile arama mesafe koyuyordu. 3. sınıfta 40 kişiyi aşkın mevcudumuzla beraber öğretmenimiz hızlı okuma yarışması yapar, sınıfta en sonlar arasında benim adımda geçerdi. Üzülürdüm, ama o kadar da takmazdım öğretmenimizi. Çünkü bugün bile sınıfta gruplaşma oluşturduğunu ve ileride başka mevkilere gelebilecek potansiyeldeki insanların guruyla oynadığını hatırlarım. Sırf dört işlem yaparken, bazı arkadaşlarımızın yapamamış olması dahi yapanları sevmesi için neden oluyordu. Bu halimle düşünebildiğim her şeyi o zaman bağırarak söylemeyi şimdi o kadar çok istiyorum ki! O yıl dakika da okuduğum kelime sayısı ya 63 ya da 66 idi. Her hafta sonu teksirde yazan başarı listesinde adımı sonlarda görmeye alışmıştım. Ama içimde bir yerde bir şeyler bu halime isyan ediyor, hayırlarla dolu şikâyetini beynimin tüm odalarına iletiyordu. Kim bilir kader denen çizginin tek iktidarın emrinde olduğunu düşünmenin birazcık yanlış olduğunu. Çünkü her an kader bana seçenek sunuyordu ve seçtiğim bir seçenek sonucu o yolun kaderini yaşıyordum. Kaderdi tüm yaşadıklarım. Seçeneklerimin olması, kaderimin üzerinde benim de hakkımın olup, düşünüp daha güzel bir hale getirebilecek imkânını bana veriyordu. Ortaokulda 7. sınıfta dershaneye giderken 2.el kitapçılarının yolumun güzergâhında olması kaderim adına bana verilmiş bir seçenekti. Kitapların kullanılmış olmasının benim için kitapları daha cazip hale getirdiğini o yaşta düşünemiyordum. Her Pazar o kitapçılardan bir kitap alma alışkınlığı kazanmıştım. Gurbetin ne olduğunu bile bilemezken gurbet ile alakalı alıp okumuş olduğum kitap benim gurbetçi olmama sebep olmuştu. Ya da Sicilya da bir mafya babası yapabilmişti başka bir kitap. Her kitapta farklı bir kahraman oluyordum ve o kahramanı yaşamak için hayaller dünyasında koşuşturuyordum, ama Yağmur gibi hayalin bir gün hayatıma girip gerçek olabileceğini dahi düşünmemiştim hiçbir zaman. Kitaplarda ki geçen hayattan daha güzelini yaşamak ha! O kadar da imkânsız değilmiş meğerki! Yağmurun bu kadar neşeli olabileceğini görmek benim için büyük mutluluk olmuştu. Babamdan aldığım kitaplarla beraber küçükken benim aldığım kitapların oluşturduğu yüzlerce kitaplık, ufak bir kütüphanemiz vardı evde. Ufaktı; çünkü kendi evimde oluşturduğum kütüphanede son sayımımda 5000’ni geçmişti. Daha evime götürmeye korktuğum için Yağmur’un kitaplar hakkında düşüncesini de tam olarak bilemiyordum. Bende arada sırada okurum diyordu, ama bu arada sırada hangi aralıklarda değişiyor diye çok merak ediyordum. Gerçekten kitap seven biri ile beraber yaşama fikri can damarımın yolunda öyle bir basınç oluşturmuş olmalıydı ki; kendimi tutamayıp çılgınlar gibi bağırmak istiyordum. Kendimi zor da olsa zapt edebildim. Çocuk yaşlarda Yeşilçam filmlerinden öğrendiğim bir hikâye yaşamak gibi bir gayretim yoktu. Ayrıca o kadar monoton bir gelişme gösterip, sonların mutlu bittiği hayata sahip olmak için kendimi layıkta görmüyordum.
Arabada ilerlerken hiç tanımadığım yollar üzerinde, Yağmur’un uykusunda soluk alıp verişinin seslerinin oluşturduğu müziği dinlemek bana büyük zevk veriyordu. Yemekten sonra yine uyumak için arabanın koltuğuna yayılmıştı. O, yanımdaydı benim ve ben istediğim zamana kadar da yanımda kalacaktı. Bunları düşünebilmek gerçekten harikaydı. Tek iktidarın çizdiği ölüm listesinde ki isimlerimizin biraz daha geç zamanlara alınmasını ilk defa istiyordum. Nefes alışverişlerinde yol alırken gecenin kuytuluğunda, gözlerimin kapanmaması için büyük gayret gösterdiğimin de farkına varmıştım. Yakında bir yerde ufak bir otel ile karşılaşmak ümidiyle gözlerimin kapanmasını engelliyordum. Uzaklarda bir yerde otel tabelasına benzer bir şey görmüştüm.
Mutluluk insanın hafızasını açıyormuş. Evet, gerçekten de şu an yaşıyor gibiyim. Üniversitede okurken ikinci yılımın sonunda toplam sekiz dersten kalmıştım. Bu sekiz kelimesi benim liseyi okuduğum yılla da çok sıkıcı bir espri haline gelmişti. Okuduğum ilden anılarımın kentine doğru bir yolculuk serüveni başlıyordu o günlerde. Yaz okulunda alacağımız üç dersi de anılarımın olduğu ilde verecektim. Evet, sadece verecektim. Lafta kalıyor çoğu ümitlerimiz zaman periyotlarında. Bir çabalama, emek beklerken işlerin temposu, bisikletle bayır yukarı çıkarken insan nasıl pedal çevirmeyip aşağıya doğru bir mukavemet görürse, öyle de tempolar gerçekten çalışan ve yorulan insanları bekliyordu. Bir çiçeğim vardı üniversite yıllarında. Benim değildi elbette. Bizden önce evde kalmış kim varsa, onun unutulmuş ve ya almakta zorlanıp da almayıp evde bıraktığı eşyalardan biriydi. Dolaplar, çekyatlar ve halılar gibi. Bu çiçek garip bir duyguya sürüklemişti beni. Umudun ne olduğunu ondan öğrenecektim az daha. Az daha diyorum çünkü daha öğrenemediğim için pişmanım. İki vazoda iki çiçek vardı. Gözüme büyük vazoda bu iki çiçeği birleştirmek fikri yoğunlaşmış ve kararlaştırdıktan sonra da iş yapmaya kalmıştı. Yapmıştım. İki vazodan iki çiçeği alıp büyük vazoda bu çiçekleri birleştirmiştim. İlk günler gerçekten solmuştu çiçek. Tüm yapraklarına hüzün vurmuştu. Aynen bu olayı yaşadığım birkaç ay öncesi gibi. Yaz okuluna anılarımın olduğu kentte gitmişti. Üniversite gerçekten uzaktı evime. Bir saati geçik yolculuklarla okula giderdim. Okuduğum şehirde dahi, evimle okulun arası az mesafede olsa dahi, o aylarda ki gibi gittiğimi hatırlamıyorum. Ve sınavlar gelip çatmıştı en sonda tabi. Vizelerinde neticelerim bildiğiniz üzere kötüydü. Hangi derslerdi peki bu dersler? Söylemeye utanıyorum. İnsan yazarken dahi utanır mı? Evet, utanmak değil de aslında, biraz sakınmak gibi bir şey. En sonda finaller de gelip çatmıştı v e yalnız bir dersi verebilmiştim. Ayrıca başka ilde bu dersi geçtiğim içinde, verdiğim ders ganoma ancak götürdüğü kadar geri veriyordu. Böylece ganom birin üstünde olmadığı içinde, ders kayıt dönemi geldiğinde ancak geçen senesinde kaldığım derslerden alabiliyordum. Garip bir duygu idi. Arkadaşlarımdan yalnız bir-iki tanesini biliyordu bu hadiseyi. Zaten insan bu durumda kaç kişiye anlatabilir ki başına gelenleri? Yalnız soru sorulunca cevap vereceğim ilkesindeydim. Yeni vazolarına koyduğum çiçekler kadar olamamıştım. Ümitle, cesaretle işe girişememiştim. Ümit neydi ki gerçekte zaten? Siyah güllerde biten hikâyemin sonunu ne getirecekti ki? Ve yolda ilerlerken gördüğüm tabelaya gülmeye başlamıştım. Gördüğüm otel değil bir iş firmasının tabelasıydı. O kadar yorgunluk ile ancak bu kadar kavrama ve algılama kabiliyeti! Kayda değer hiçbir şey yoktu yolda. Bir kaç yük kamyonu, araba ve de Yağmur. Yağmurun nefes alışverişlerinde eriyordum yol alırken. Yolculuğun tekerlek ve motor sesine eşlik eden en güzel müzikti yağmurum.
Omzunda aşağıya kolları süzülüyormuş gibiydi. İnce uzun parmakları ile elinde bir kraliçe endamı vardı. Göz kapaklarında ölümün ümit hikâyeciklerinden bürülmüş, çizgilerini saklarcasına uyuyan uzun yollar vardı. O yeşil gözlerini ancak ben görebilirdim. Uyuyordu meleğim. Hasretlere gark eden sessizliğinde, yanaklarında allar her nefes alışverişinde bir belirginleşip bir soluyordu. Anlamsızdı ayrılığı bunca zamandır. Parmaklarımı dudaklarına doğru götürmüştüm usulca. Üst dudağının çizgisinde parmaklarımı gezdiriyordum ve yukarıya kaşlarına doğru çıkıp, saçlarını diğer elimle okşuyordum. Nazik cildinde üşüyen derisine inat nefes alışverişleri hızlanıyordu. En sonda aradığım bir otel bulmuştum ve bu güzel resmi bozarken, ben de uyumadan son zevklerini yaşamak isteyen biri olarak çocukça Yağmur’un uyku sevecenliği ile oynuyordum. Aldığım en büyük zevk, izlemekte olduğum varlığın varlığıma dünyada en yakın kimse olmasıydı. Gözlerini ellerimde açmıştı. Kollarını esnercesine kaldırırken yukarıya, gülümsemeyi andıran yüz ifadesiyle onurlandığımın farkına varmışçasına ’Yorulmuşsun’ demişti sevgilim. Evet, yorulmuştum. Hem de çok! Fakat yine Yağmur’un ezber bozan yüzü, gözleri ve hücrelerinde ki çarpışmalar, benim yorgunluğumu yeniyordu. Üstüne ceketimi verdikten sonra ve bir oda kiralamak için otelin kapısına doğru yürümeye başlamıştık.
Bazı yazarlar, yazdıkları eserlerde resim olmazsa o yapıtlarının bir sanat olduğuna bir türlü inanmazlar. Âlice Harikalar Diyarında’nın hayalcisi Lemis Carroll’un bu konuda bir sözü vardır:
‘İçinde resim ya da konuşmalar olmayan bir kitabın kime ne faydası var ki?’
Bu ünlü yazarın sözüne de, böyle yazarların bildiklerine de inanmıyorum. Onların kalpleri kırılır yazdıklarına uygun bir karikatürist bulamayınca. Ve de ilgi görmeyince eserleri, yaptıkları esas işlerine dönerler ve de o yazma heyecanlarını hiç atmasalar da içlerinden, uğramış oldukları bozgunun sonuçlarından sonra yalnız son çıkanları takip ederek ve de en çok satanlara büyük bir kıskançlıkla yaklaşıp o kitapları okurlar. O kadar çok sıkar ki bu kitapları okuma düşüncesi onları. Ama kitapları alıp evlerinde ve ya bir yerlerde o eserin dâhili hatlarına daldıkça yanılgılarını bir kenara bırakıp, güzel eserin getirdiği takdiri yapıp, alkışlarını bir nefretin bucağına gidene kadar saklarlar. Severler böyle eserleri, ancak herkesin kendi kabiliyeti ölçüsünde bir iş yapması doğanın takdiri olduğu içindir ki; yazar bir türlü olamazlar. Doğanın takdiri diyorum çünkü yaratan zaten yaratmış dünyayı ve takdiri de kabiliyetin geliştirildikleri yönlere ve fıtratların olgunlaştıkları ortamlara bırakmıştır. Bir Balzac olabilmek için yıllarca çalışsa da bazıları, evet bir şeyler yazarlar ama o yazdıkları ne Balzac kadar öldükten sonraki esas ünlerini onlara getirir ne de onları tatmin eder. Yazmak işinde kabiliyeti geliştirici tek faktör delice çalışmak değildir. Çile faktörü önemlidir. Çilesiz bir işin neticesi pek parlak olmaz. Ebediyeti hak eden her hadise veyahut mesele, çile ile yoğrulmak mecburiyeti taşır. Balzac kafasının içinde 150 tane hayat oluşturmuştur. Peki ya sen? Ben neredeyim bilmiyorum ki! Yazdığım şiirleri saklıyordum herkesten. Roman maceralarımda zaten başka bir şakaydı.
‘Oda var mı?’ diye sormaya yanaşmadan, aklımdan yazar olma heyecanlarım gelmişti. Ancak yazanların tek istediği de aslında o hikayenin başrolündeki gibi olabilmektir. Benim ise bir roman yazma ihtiyacım doğamazdı o an, Yağmur ile olabilmek zaten masalsı bir düştü. Resepsiyonda 60’lı yaşlarda, yakın gözlüklerini takmış, örgü ören bir bayan vardı.
‘’Hayırlı akşamlar Hanımefendi. Odanız var mı acaba?’’
‘’Ooo! Hoş geldiniz. Nasıl bir oda istersiniz diyemeyeceğim maalesef.’’
‘’Neden’’
‘’Çünkü yalnızca bir odamız boş şu anda. Bakınız 12 numaralı anahtar. Kalacak mısınız?’’
Şaşkınlığım büyüktü. Yağmurla arabada da beraber kalmıştık. Ancak bir otel odasında yalnız kalmak, ürkütücü ve şeytani hisleri büyütüyordu. Yağmur’un üzerinde ki masumiyet içimi gıdıklıyordu. Dayanmanın böylesi zordu.
‘’Ne dersin Yağmur? İstersen başka bir otele gidelim. Başka yerde vardır kesin.’’
O arada resepsiyonda ki kadın, sesinin daha iyi çıkmasını sağlayaraktan öksürmüştü.
‘’İnanız ki burada ki en yakın otel 30 kilometre ileride. Ancak orada da boş yer yok.’’
‘’Nereden biliyorsunuz ablacım?’’
‘’Çünkü orayı da benim büyük oğlan işletiyor. Az önce siz gelmeden görüşmüştük telefonla .’’
‘’Tamam, her neyse ablacım sen ver o zaman anahtarları.’’
Birdenbire mi çıkmıştı yoksa ben mi istemiştim gerçekten? Kadın siyah pigmentlerin ürediği eliyle uzanıp 12 numaralı anahtarın odasını vermişti. Yağmur’un masumiyeti birazcık heyecana dönüşüvermişti. Ne yapacağımızı aslında ikimizde bilemiyorduk.
İkinci kattaki odaya çıkıncaya kadar sessiz kalmıştık. Yağmurun heyecanı daha da artmıştı. Beni de farklı duygular sarmalamıştı. Şeytan ve nefis de etkiliydi, ama kendime o kadar büyük söz vermiştim ki, Yağmurla ciddi bir münasebet kurmamak adına sabrediyorum. Yağmur tekrar yatamamıştı. O duş almaya gitmişti ve de benim gözlerimin kapanması ile beraber uykunun eşsiz tadına varmanın sevincindeydim. Sabahın ilk ışıklarına kadar da bu zevki tadacaktım.
Tövbe ya Rabbi! Tövbe ki, kapında dilenciyim. Tüm ediplerin sözlerini attım ve yalnız ben de ki sen ile kaldım. Ben şu anda yalnız senim ve senden de başka bir hayata ait değilim. Ölümüm sana ilhakımda bir süreç ve öyle bir an ki sana yaklaşmış olacağımı şimdiden hissediyor gibiyim. Ellerimi sımsıkı sardım bedenime ve ait olduğum canın ufaklığında eziliyorum. Sana karşı en büyük günahlarımı işliyorum. Benliğimi ortadan kaldırmadıkça da bu günahları hep yaşacağım. Rüyalarımda, Boğaz köprüsünden aşağıya atladığımı görüyorum. Rüyalar iç içe girmiş ve yalanlarımı dinletiyorum benden farklı olmayan âleme. Âlemde bir benim. Âlem de benim bir olan. Yalnız sensin ben olan ve de ruhum yalnız senin okyanusunda bir zerre. Katreyim zamansız hayatımda damlayan öteki âleme. Uykularımı bölen en güzel nidalara karşı hastayım aslında; ama bazen ülfet diye inliyorum. Saatlere gıcığım ve de beni rahatsız eden tüm yapay seslere. Şimdiye kadar da doğal hiçbir şeyden usanmadığım için de mesut ve bahtiyarım.
Ellerimi alevsi bir sıcaklık kaplamıştı. Gözlerimin açılmasını istemiyordum. Bir sıcaklık ki, nabzımın arttığını hissedebiliyorum adamakıllı. Dudağıma yaklaşan bir alev topu vardı sanki. Ürperiyordu tüm bedenim her şeyiyle. Aklım uçarcasına kafatasım içerisinde bir oradan bir oraya geçiyordu. Zihnimde olanların hemen hepsinden korkuyordum o an. İstediğimi tam olarak ayırt edemiyordum. O an mıydı tüm istediklerimin birleştiği an? Gözlerimi açarken yağmurun gülüşünün esintisi ile bir anda ürküyordum. Kimsin sen gibilerinden bakışlarım Yağmur’un canını sıkmış olmalıydı ki, kaşlarının çatıldığının farkına varıyordum ve de gülücüklerim salınışına izin veriyordum. En büyük özlemimde, gizlenişlerinde tutku olan bu gülücüklerin doğal olarak muhatabından alınmasıydı. Sol elimin alev topu olduğu yer, Yağmur’un yumuşacık ve sımsıcak elleriydi. Benim kraliçemin elleriydi. Ve de ben kral mı oluyordum bu mantıkla? Hayır, yalnızca ben bir dilenci ve de şatosundan kaçırdığım bir kraliçeydi o. Ya da kimsesi olmayan bir hayaldi! Birkaç zaman ben de kalacak rüya. Bilemiyordum ama o anda gerçektik ve onun bir çocuk gibi darıldıktan sonra barışmak için gülüşlerinde, bulunması zor hazinesindeydim. Ellerimin saçlarında gezmesine mani olması onun beni sevme isteğiydi. Ellerimi tutsak biri gibi omzundan atıp, tüm sıcaklığıyla bana sarılmasına karşı koyamıyordum. Nereye gidiyorduk gerçekten biz? Tüm gerçeklik o anda bitebilirdi. Yalnız yağmurun kokusunda soluk alıyordum ve bir daha bırakmak istemiyordum. Kalbimiz birbirlerini tamamlayan yerlerde ve de tek eksik soluğunu boşaltamayan nefeslerimizdi. Ruhlarımız o an birbirimizin bedeninde ve ruhları tamamlayan bedenden uzak bir yerdeydi. O an için el kavramını tam olarak izah edemiyordum. Ama o kadar iç içe bir durum ki, tüm sıcaklığımızla beraberdik. Gözlerde ise mana var mı? Yağmurda öyle bir bakış vardı ki; normal zamandakinden farkı hemen anlayabilmiştim. Yeşil gözlerinde kendimle boğuşuyorum aslında ve kendime sesleniyordum ezbere bilinmesi şart koyduğum o madde ile:
-‘’Hey, oğlum şu anda olabildiğin en mutlu ansa, kaybetmemek adına ruhunu daha da özgürleştir.’’
Tüm bu anın ertesinde kayboluş vardı. Ümitlerin bir an için yıkılması. Dudaklar birbirinden uzaklaşırken ayağa kalkmakta acele etmiş olmalıyım ki yağmur arkamdan seslenmişti:
’’Ne zamana kadar sürecek bu aşk nöbetimiz ve orucumuzu bozacak iftarın geldiği anı bilecek miyiz?’’
O an aklımdan geçenleri yağmura anlatmak için can atıyorken, onun bu sözlerle beni azdırmasına karşın sabrımı koruyordum. Bir masum öpücük gibi gelen büyük günahta batıyordum az kalsın. Anlamıyordum gerçekten de. Bu kadar düşünüyorsam bunları, yağmurla neden hala oyun oynuyorduk. Haftalar ay olmasa da ilk karşılaştığımız andan beri gerçekten o kadar çok duygu yoğunluğu altında kalmıştık ki, bunları düşünürken bile hem sevinç duyuyor hem de ürperiyor ve de en önemlisi deli gibi sevmekten kendimi alamıyordum. Ellerim tekrar alev toplarında birleşmiş ve o kadar büyük ruh zevkine ancak o anda varabildiğime kendimi inandırıyordum. Eller! Ah şu alevden daha sıcak ve de pamuktan daha yumuşak eller! Ellerini ellerimle dudağıma götürüp sevgi ve saygının tüm hisleri ve hareketleri ile beraber doyasıya öpmeye başlamıştım. Delicesine öpüyordum ki, yağmurun gözyaşları bu alevden dakikalara bir rahmet olmuştu. Bir gök gürültüsü ve de ardı sıra yağmurumla beraber gelen rahmet taneleri. Eller yine boş durmuyordu. Yağmur’un iki büyük damlasını parmaklarımla dudağıma götürmüştüm. Gözyaşları acı derler ya, alakasızmış tüm söyledikleri. Elimde olmayaraktan mı bilmiyorum ama bu hareketler sonucunda Yağmur ile tekrar kalplerimizi olacakları gerçek mekâna götürmüştük. Ensesine öpücüklerimi kiralayıveriyordu, ama aklım elimden kaçmış, Yağmur ile sinesinde saklı anıları birleştirip, anların anılarla ile beraber ulvileştiği, ölümler ile etrafı örtülmüş sokaklara dalıyordu. Saçının kokusunu her içime çekişimde bir yağmur daha yağıyordu yeryüzünde bir yerlere. Bir nefeste bir rahmet ve sabahın bu eşsiz dakikalarını bembeyaz sayfalara anı diye dolduruyorduk. Bilmeden olmuştu o anda. Yağmur’un üst giysisine gözyaşlarımın düştüğünün farkına varmıştım. Utanmıştım. Islattığım mekân bir azizenin sahip olduğu eşsiz güzellikteki manastırdı. Sınanıyordum. Öyle zannetmekle doğru olduğumun neticesine birkaç saniye sonra yağmurun gerçek damlalarını pencerede görünce anlamıştım ve o yeşil deryada zaten çoktan sulayıp gitmişti büyük bir günahkârın dayandığı mekânı.
...