- 861 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Uzun Saçlı Adam -1-
Aşırı derece sonbahar bir Eylül günü. Derin bir kişilik bunalımı içerisinde hava. Soğuk mu olmalı sıcak mı karar veremiyor bir türlü. Sanırım yazın veda göz yaşları serinletiyor çok yorgun ağustos sıcağını. Ağustosun halefi çok sonbahar Eylül arada kaynıyor. Arada buz kesiyor.
Bir sürü uçak iniyor ve kalkıyor Atatürk havaalanından ve Atatürk Havaalanına. Havaalanı alışkın bu çok dolaylı tümleçsel hem ayrılma hem yönelme öğesi olmalara. İnen ve kalkan uçaklar farklı olsa da inme kalkma olayı çok geleneksel çünkü. İnsan da alışkın bu duruma da havaalanının maddeselliğinden farklı olarak, ruh sahibi insana dokunur için için, işin ucunda en ufak bir ayrılık olunca. Kimi zaman da ayrılık nöbetimi bitimi kavuşmalarda tahliye olur göz yaşı… Zaten dünyada hem acı hem tatlı akan tek su göz yaşıdır. Mutlulukta tatlı, hüzünde acı da olsa her iki biçimde de akan şeyin özü sudur vesselam.
İşte o uçaklardan biri olma sıfatına sahip, bir New York – İstanbul uçağı iniyor Atatürk Havaalanına. Demli bir alkış kopuyor uçağın içerisinde. Uçağın düşmeden inmesine çok düşkün Türk insanı. Yolculardan Türk olanlar çoktan kemerleri çözmüş, yapı gereği her hangi bir şey ile bağlanmaya çok tahammülsüzce. Kemersizlik seviyorlar belki de. Eller el bagajlarını alma niyetiyle el bagajı bölümlerine uzanıyor. Çok sayıda el-bagaj vuslatı yaşanıyor.
Yolcular hızlı hızlı terk ediyorlar bu terk edilişi çok da umursamayan uçağı. Yolcular da umursamıyorlar bir kavuşmanın öğesi değil de aracı olan bu bilmemneden tayyareyi. Bu çok nankör umursamamaşma atmosferli uçağın M-30 numaralı koltuğuna uçuş süresince sahiplik eden, uzun saçları, sakalı, iki kulağında biri halka biri zincir iki küpesi, parmağındaki yüzükler kolundaki ying-yang dövmesi gibi bazı yolcuların onun Türk olabileceğine ihtimal vermelerini güçleştiren çeşitli öğelere sahip değişik adam usulca kalkıyor yerinden. Usulcaya pek hakim olmayanlar bu kalkıştaki duyguları algılayamıyor haliyle. O diğer yolcular kadar acele etmiyor uçaktan inerken. Kavuşmasalsı bir sevinç yaşıyor bünyesi. Bu masalın tadı daha uzun ikamet etsin ruhunda diye ağırdan alıyor her şeyi.
Herhangi birinin bavulunu herhangi birinin almasına karşı hiçbir önlem bulunmayan bavul alım bölümüne geliyor. Neyse ki namahrem bir el değmeden kısa süre içinde kavuşuyor bavuluna. Pasaportuna giriş damgası vurdurmak için TC VATANDAŞLARI yazan bölümün polis amcasına gidiyor. Alakasız bir yere vuruluyor giriş mührü. Mühürlü onayla resmen Türkiye’de artık o. Diyuuti frii şopları hiç şoplamadan, içinde sadece kitaplar ve fotoğraflar olan ağır bavuluna rağmen koşa koşa atıyor kendini havaalanından dışarı, az önce uçaktan gördüğü İstanbul’unu arada hiçbir aracı olmadan görmek için. Gördüğü ilk taksiye işaret ediyor. O işarete çok hazır taksinin şöförü hemen davranıyor bu tip durumlarda her zaman ilk münasebeti göğüsleyen bavula. Bavullara çok alışkın bagaj bu bavulu da sahiplenmekte zorlanmıyor. Müşteri İstanbul’a, şöför müşteriye susamışane biniyorlar taksiye. Uzun zamandır İngilizcesini duyduğu cümlenin Türkçesine kavuşuyor kulakları. “Neresi ağbi?” “Sahile in ordan devam et kardeşim” diyor çok Türkçe. Uzun zamandır söylediği ilk Türkçe söz bu. Defalarca tekrarlayası geliyor cümlesini. Şoför ise yolculuğun uzun olacağının muhabiri “devam et” sözcüğünün uzun süre tekrarlanmasını diliyor müşterisinin tekrarlama ihtiyacının, içinde Türkçe cümleler birikmişliğinden kaynaklandığından bihaber.
Kafasını huzurla yaslıyor taksinin camına. Gözleri bir an olsun ayrılmıyor ne gözleri kendine esir eden İstanbul’dan. Taksi sahil boyunca devam eden Kennedy Caddesine inince “mümkün olduğunca yavaş git kardeşim mümkün olduğunca yavaş” diyor. Gözleri İstanbul’dan, şoför onun bu cümlesinden mest oluyor. Gülhane’ye gelince durduruyor taksiyi. Durdurma sebebinin yolculuğun bitişi olmadığını “biraz bekle kardeşim” cümlesiyle şoföre bildirerek iniyor arabadan. Boğazın Haliç’e kavuşmasını ruhunun İstanbul’a kavuşmasının maviliğinde mavi mavi seyrediyor. Mümkün olduğunca fazla Boğaz havası çekiyor içine. Tamamlandığını hissediyor. “Aslından ayrı düştüğü” on yıl boyunca “aradığı vuslat vakti”nin bu olduğunu tüm ruhuyla idrak ediyor.
Sonra geri dönüyor taksiye. “Galata’dan gir sahilden devam et kardeşim” diyor bu cümlenin akabinde taksimetresel bir sevinç yaşayacak olan taksiciye. O bu sefer diğer cama yaslıyor kafasını. Her biri hafızasındaki ayrı bir hatırasını dirilten, Eminönü’deki balıkçıları, Yeni Cami’nin mısır düşkünü kuşlarını Bospurus bospurus bospurus diye İngilizce-Türkçe kırması bir dille müşteri avlayan vapur çığırtkanlarını, avlanarak vapura alınan müşterilerin azad ettikleri ekmek parçalarını havada kapan martıları ve bunun gibi İstanbulsal birçok şeyi seyrederek geçiyorlar Galata köprüsü üstünden.
Beşiktaş’ı düşünüyor asıl. Her sokağı çocukluğu gençliği kokan, kıyafetlerinde aksesuarlarında hayat felsefesinde kısaca seçme şansı olduğu her şeyde mütemadiyen bulundurduğu renklerini artık, saçlarında da taşıdığı, hayatının geri kalanını geçirmeye karar verdiği semt Beşiktaş’ı, BeşiktAŞKını. Beşiktaş’a yaklaştıkça zapt etmesi güçleşiyor içindeki taşkını…
Karaköy’den kıvrılıp, Kabataş’a bir selam çakarak çıkıyorlar Dolmabahçe’ye. İçinden çok taraftarsı bir marş söylemeye başlıyor İnönü Stadını görünce. Tüm taraftarların, aralarındaki farkları umursamadan bir bütün olup omuz omuza bağırdıkları maçlar geliyor hatırına.
Her zamanki gibi trafik sıkışık Dolmabahçe Caddesinde ve bu her zamanki sıkışıklık her zamanki gibi hiç sıkmıyor onu. Trafiğin yavaşlaması vesilesiyle uzun uzun ve buğulu buğulu seyrediyor aşık olduğu şehrin inci semtini, gözlerine birer birer inen vuslat damlalarına vurup gözünün ve ruhunun dört bir yanına dağılan ışıklarla. Işık ışık oluyor içi de dışı da.
Ortabahçe caddesine yaklaşınca “buradan sola dön kardeşim, Otel Beşiktaş’a gideceğiz” diyor taksimetresel sevinci sona ermek üzere olan şoföre. Dolmabahçe Caddesinin, yerini Beşiktaş Caddesine bıraktığı yerden Ortabahçe caddesine sol dönüyor taksi. Çeyrek kilometre sonra yolculuk ve dolayısıyla şoförün havaalanından beri yaşadığı taksimetresel sevinç nihayete eriyor. Şoför motoru istop edip el frenini Türk usulü gacırdatarak iniyor arabadan ve kızını sevgilisiyle yakalayan bir baba haşinliğiyle bavulu çekip alıyor bagajdan. Uzun saçlı adam ne kadar diye sormadan yüz dolar çıkarıp, yüz dolar yüzünden yüzü yüzlük gülistanlık haşin şoföre “Eyvallah” diyerek otele doğru yürüyor, bagaj bavula Şoför 100 dolara o ise otele bakarak.
Otelin resepsiyonundaki resepsiyonsal kayıt işlemini resepsiyonsal bir hızla tamamlayıp bir ev bulana kadar kalacağı 55 nolu odaya çıkıyor, kendisini şaşkınlıklailgiarası şaşkınlıklailgiarası süzen, yakasındaki kartta “belboy” yazan bavulcu çocuğun eşliğiyle. Bavulcu çocuk odanın kapısını açıyor, odadaki alet edevatın nasıl çalıştığını bu işlemi defalarca yapmış olmanın getirdiği sıkılmışlıkla çok sıkılmışane anlattıktan sonra bahşişisterimtrak bahşişisterimtrak bakıyor aslında bu anlattıklarının hepsini ve artı olarak bu işin sonunda bahşiş isteyeceğini de bilen, taşıma işleminin bavulcu çocuk değil de bavul taşıma arabası tarafından yapılması hasebiyle bahşişin aslında çocuk yerine arabaya verilmesini mantığına daha çok oturtsa da bunu “oyuncunun değil oyunun” hatası olarak gördüğü için herhangi bir bahşişten kaçış triplerine girmeden kendisine bahşiş mahiyetinde 10 dolar verecek olan, bu cümlede onu niteleyen sıfat en az saçları kadar uzun, uzun saçlı küpeli değişik adama…
Uzun saçlı küpeli adam bavulcu çocuğu uğurladıktan sonra sevgilisiyle buluştuğu ilk günün ardından eve gelen bir delikanlıvari hafif bir tebessümle yatağa atıyor kendini. Düşünceler de yığılmaya başlıyor zihnine bu yatağa atınmanın akabinde. Bundan sadece on saat önce bambaşka bir ülkede bambaşka bir kıtada olduğu düşüncesi zihninde maddesel mesafe kavramının büyüklüğünü yıkarken, zamanın azametini daha da görkemlendiriyor.
Tüm bu düşünceler zihnini meşgul ederken, uçak yolculuğunda koltuğun verdiği rahatsızlık daha doğrusu veremediği rahatlık nedeniyle ertelenen uykusunun vücuduna geri ödeniş vakti geliyor. İstanbul’a duyduğu özlem uykudan daha pembe olduğundan bu borcun sadece asgarisini ödeyip geri kalan tüm günü aşık olduğu şehrin sokaklarında ondan ayrı kaldığı her saniyenin acısını sonuna kadar İstanbulca çıkararak geçirmeye karar veriyor uzun saçlı küpeli ve İstanbul’a kendi iradesiyle müptela adam…
...
YORUMLAR
özgün farklılıklarla ne güzel geldiniz hoş geldiniz değerli yazar
tebriklerim hayata kattığınız eşsiz cümle ışıltılara iyi ki varsınız şanssınız devam..:)
sevgim saygım selamlarımla..
Emre Seven
HOŞGELDİNİZ EDEBİYAT DEFTERİNE DEĞERLİ YAZAR;
Geleceğin büyük sanatçısına diyerek dostunuz ve şiir dostum, kalemine saygı duyduğım TunçAY beyin davetiyle geldim.
Biliyorum ki yanılmaz,eminim ki gördüğü ışık doğrudur.Girişteki şiirinizin özellikle son mısralarını çok beğendim.
Yazınızın konusu harika.Benim aşık olduğum İSTANBUL dolu. Ben yazıdan çok şiire meraklı olsam da, zevkle inceledim, okudum.
Daha nice güzel, paylaşımlarınız olacak eminim.
Bir sonrakine dek, mutlu kalın değerli yazar... Emre Seven.
Emre Seven
"Sanatçı" ifadesi elbetteki ebedi dostum TunçAY kardeşimin büyük gönlünün teveccühü. Kendimi sahibi değil de hizmetçisi olarak gördüğüm, yıldızlar kadar ulaşılmaz ancak onlar gibi insana en karanlık zamanlarda yol gösterecek bir sıfat benim için o.
Bir şiir dostu olarak paylaştığım şiiri beğenmenize çok sevindim.
Bu paylaştığım yazı ise şu an yazmaya uğraştığım romandan bir kesit. İstanbul benim de tutkunu olduğum, edebiyata en çok yakıştığını düşündüğüm şehir.
Tekrar çok teşekkür ediyorum değerli yorumunuz için. Nice paylaşımlarda görüşmek üzere. Edebiyatla kalın.
Öncelikle hoşgeldiniz...
Defter farklı kalemlerin farklı tarzlarıyla zenginleşiyor...
Kutlaıdm...
Emre Seven
Böylesine hoş bir ortam nasıl hoşbulunmasın :) Ben de hoşbuldum :)
Dostum,
Öncelikle belirteyim ki bu kadar uzun yazıları DEFTER'de okumakta zorluk çekiyorum. Ancak bu şekilde arada sırada, yaz günü rahatsız etmeden esen rüzgar misali yüzümde gülücükler bırakınca, ben de onu bırakmıyorum. Yazının bir çok yerinde, kendimi anlamak konsunda beni zorlayan uzunlukta cümlelerle mücadele ederken buldum. Türkçenin güzelliklerini sergileyen yeni kelimeler ise, zaten tahmin edebileceğin gibi, inanılmaz hoşuma gitti. Önemli olan bunların ilerleyen zamanlarda da kullanılmaya devam etmesi ve başkalarınca da benimsenmesi. Tabi, anlamın ve anlatılmak istenenin önüne çok geçmemeli.
İçerik olarak da, şu an elimizde çok güzel anlaltılmış bir giriş var. Anlatım güzel, içerikten de aynı derinleşmeyi bekliyoruz. Daha detaylı görsel tasnifler, aklımızda olanları ve hikayedeki objeleri daha iyi canlandırmamıza yarayacaktır.
Paylaşım için teşekkürler,
Geleceğin büyük sanatçısına sevgiler...
Emre Seven
Öncelikle paylaştığım yazılardan yorumlarını esirgemediğin için çok teşekkür ediyorum. Her alanda paylaştığımız bu güzel dostluğun edebiyatta tezahürü inan çok ayrı bir keyif ve lezzet benim için.
Bu paylaştığım hikayecik aslında sana bahsettiğim romanın bir parçası.
Yeni kelimelere olan tavrını çok iyi biliyor ve sonsuz bir destekle takdir ediyorum. Bu hikayede(büyüyünce roman olacak inşallah) yeni ve eski kelimelerin bir arada kullanılması da hep o konuştuğumuz ana düşüncenin daha doğrusu hayat görüşümüzün metne yansımasından ibaret, tahmin edebileceğin üzere.
Evet yer yer okuyucuyu zorlayan uzun cümleler var. Bunları hem severek hem de biçimsel diyebileceğim bir telaşla yazıyorum. Roman tamamlandığı zaman inşallah sebebi ortaya çıkacaktır.
Yorum için zamanını ayırdığın için çok teşekkür ederim edebi ve ebedi dostum...