- 1257 Okunma
- 17 Yorum
- 0 Beğeni
BENİ DİNLEMİYOR MUSUN?
Anne.
Şimdi akşam. Pencereden turuncu bir ışık sızıyor. Güneş, senin yaşadığın topraktan öpeli çok oldu. Gri tepelerden, mavi denizlerden geçti. Bizi de yokladı, başka bir diyara gidiyor şimdi. Umut ediyorum ki; orada onu sızılı dizleriyle bekleyenler var, biz yapamadık belki ama, onlar hafif yorganlarını üzerlerine çekip sükun içinde uyuyacaklar.
Biraz tuhaf bugünler. Öncekilere benzemiyorlar. Sabah oluyor, öğle oluyor. Sonra pencerelerde titrek, turuncu bir ışık ve akşam…Bana ne oldu bilmiyorum. Ben günlerden de tuhafım. Belki ben tuhaf olduğum için günler de tuhaf. Bir çeşit hastayım sanırım. Adını ben koydum: emin olamama hastalığı. Hiçbir şey için kati bir kanaatim yok artık. Her şey olabilir, ya da hiçbir şey olmayabilir…Kendime sorduğum soruların en az iki cevabı oluyor. Biri diğerlerinden daha ağır basıyor genellikle. Ama bu emin olmam için kafi değil. Ne zamandan beri böyleyim bilmiyorum. Belki de biliyorum. Doğumdan beri olabilir mi? Ebenin gülümseyerek senle aramda kalan son bağı koparmasından beri. Sen öylece yatıyordun. Geçmiş fırtınanın ardından vakurla yaralarının sarılmasını bekleyen bir afet bölgesi gibi. Yarısına kadar yaşla dolu bakışlarını tavana dikmiştin. Ebenin bizi ayırmasına ses etmedin. Ben o an sana güvenmekten vazgeçtim. Dokuz ay “hep içimde yaşayacaksın” diyerek kandırdın beni.
Neyse, bunları bir kenara bırakalım. Sana söylemek istediğim bir şey var. Bilmen gerekiyor. Niye bilmiyorum, ama öyle düşünüyorum.
Üç gün önce caddenin kenarında vitrinlere bakarken bir kadın gördüm. Başında geniş, siyah, hasır bir şapka vardı. Yüzünü dudaklarına kadar örten bir şapka. Siyah bir duman gibi geçti arkamdan. Onu vitrinin camındaki yansımasından gördüm. Bir ara bana baktı. Yüzü vitrindeki reklam yazılarına denk geldiği için tam olarak neye benzediğini göremesem de bana tanıdık geldi. Tam arkamı dönecektim ki; akşam kalabalığının arasında kaybolup yitti.
İçimden bir ses onu takip etmemi söyledi. Aslında yorgundum. Sabire Teyzeye cam silmesinde yardım etmiştim. Titizliğini bilirsin, cam diye çağırdı ama kıyı koltuk temizlemeden bırakmadı beni. Biliyorum küfür etmek sarı saçları olan, güzel gözlü kızlara yakışmıyor. Özür dilerim, sekiz yaşından beri bu kuralı çiğnediğim için, Sabire Teyzeye çeşitli hayvan isimleri yakıştırırken hiç yüzüm kızarmadı. Sen de bırak bu kuralları artık anne. Adamlar maymundan geldiğimizi ispatlamak için birbirini kırıyor. Hem de ne adamlar…Sokakta görsen hacı sanıp ellerini öpersin.
Kadını bulacağıma dair hiç ümidim olmasa da, ardı sıra kalabalığın arasına girdim. Akşamın o saatinde, insanlarla yarım metreden fazla yakınlaşmak hangi açıdan bakarsan bak, berbat bir şey anne. İki elinde poşetlerle ilerlemeye çalışan iri göbekli, memur kılıklı adamların arkasında dakikalarca bekle, önüne çıkan kişiden yanlamak isterken bir başkasının ayağına bas. İnsanların en sinirli olduğu saatler. Öyle bir yaygara kopuyor ki, bir anda herkes kendi ayaklarını yokluyor. Kalabalıktaki kısa karmaşadan korkan bir ihtiyar bastonunu düşürdüğü yerden almadan karşı kaldırıma zor geçiyor. Bu dünya güçlülerin dünyası anne. Sarı saçlı, pis elbiseli, kertenkele bakışlı, hafif dişlek bir çocuk yerdeki bastonu kaptığı gibi gözden kayboluyor. Baston değerli bir şeyden yapılmış olmalı. Sokak insanları, doların, euronun altının ve benzeri şeylerin borsa değerini herkesten iyi bildikleri gibi, madenin hasından, ahşabın hasına kadar her bir şeyden de haberdar oluyorlar.
Anne sağa sola bakma, burada bir şey anlatıyoruz. Sana söyledim, benim emin olamama sorunum var. Hiç kimse değilse de sen bunu umursamalısın. Ne diyordum ben? Bastondan bahsediyordum. Yok baston konusunu geçmiştim. Zaten ihtiyarı bir daha görmek nasip olmadı. Kaldırımlarda beş saniye sabit durmak mümkün mü? Daha bastonunu istemek için ağzını açamadan kalabalık bir sokak aşağıdaki semt girişine sürüklemiştir onu.
Ne kadar yürüdüm bilmiyorum. İki yanımı ve önümü tarayarak yürümekten hem boynum hem gözlerim bitap düşünce onu bulamayacağımı anladım. Zaten durağa gelmiştim. Sekiz otobüsünü kaçırırsam, bir sonraki otobüs için tam bir saat beklemek zorunda kalacaktım. Bu da apartman yöneticisi Cengaver Bey’in işine gelecekti. Beni apartmandan attırmak için fırsat bekliyor. Sırf neden biliyor musun? Ona “Babam yerinde adamsınız” dediğim için. Söz oraya nasıl geldi diye sorma. İnsanlar bir tuhaf anne. Bir tuhaf…Kum saati gibiler. Üst kısımdaki kumun bitmesine yakın kendi kendilerini ters çeviriyorlar. Al sana çocukluğuna dönmüş bir ihtiyar. Çocuk çocukken seviliyor anne, genç gençken. Nur yüzlü, ak saçlı dedelerin gelip geçen kadınlara bulanık gözlerle bakması kadar iğrenç bir şey gördün mü sen? Velhasıl Cengaver Bey bana öfkeli. Ben apartmandan gitmeliyim ki, bir başka kiracıda şansını tekrar denesin.
Otobüs gelene kadar oturduğum bankta, gözümün görebileceği her yerde kadını aradım. Ne kadar akılsızca geliyor kulağa değil mi? Ama ben o kadını tanıdığıma emindim. O da beni tanımıştı ki, ben vitrine bakarken başını kaldırıp bana baktı.
Ah şu otobüsler! Bir deneylik adam yüklüler. Muhtelif yerlerde duruyor, sosyolojinin daha önce belirlediği kültürlerden örnekler topluyorlar. Bir düşün; sana da garip gelmiyor mu o kadar yabancının bir arda bir yerlere gidiyor olması. Herkes kılığına kıyafetine geçmişine bakmadan nasıl da canını emanet edebiliyor yuvarlak bir cisimle bize istikamet veren şoföre? Onca insan nasıl birbirinden korkmuyor? İnsan korkunç bir yaratıktır anne. Keyif için öldüren tek mahluk! Nasıl oluyor da hiç tanımadığımız insanlara sırtımızı dönebiliyoruz? Ya aralarında normal olmayan da varsa? Ya ansızın cinnet geçirip, ceketinin altına gizlediği silahla hepimizi tarayıverirse. Ya tam işlek bir caddeden geçiyorken, şoförün boğazına dolanıverirse birisi. Araba yolda sekiz çizip, koca bir tırın altına giriverirse? Doğrusu insanoğlu gerçekten cesur anne?
Otobüse binmek de kaldırımda yürümekten farklı bir ritüel değildi. Ah, o iri göbekli hanım teyzelerin bastıkları yere değil de gözlerine kestirdikleri koltuğa bakarak içeri girmeye çalışmalarını görmeliydin. O an için umurlarındaki tek şey yer kapabilmekti. Önlerindeki adamların sırtlarına çıkmış olmaları da, arkadan kendilerini sıkıştıran adamların kaçınılmaz tacizleri de umurlarında değildi. Başka bir yerde adamın biri yanlışlıkla çarpacak olsa onlara, emin ol ki “tacizci var” diye kıyameti koparırdılar. Ama otobüs bu. Otobüste yer kapmak için yapılan her şey, doktora hiç çekinmeden muayene olmak kadar caiz bir şeydir.
Allah’ın işi işte. Ne oldu biliyor musun? İlk durakta bej renk pantolonlu bir adam indi. Otobüs tekrar hareket etti. O sırada pencereden dışarı bakan bir kadın keskin bir çığlık atıp “Koltuklar ıslak, şu adamın arkasına bakın” diye bağırdı. Otobüsün o yanında oturan herkes köşeyi dönmek üzere olan adama baktı. Belinden diz kapağına kadar su içinde kalmış adam, bir şeyden habersiz, kaybolup gitti. Otobüstekileri bir telaştır aldı. Herkes oturduğu yeri kontrol ediyor. Birkaç ıslak etek ve pantolon daha! Birer birer koltuklardan kalkıp şoföre söylenmeye başladılar. Şoför, cevap vermedi. Boş bir koltuğu kuruluk testinden geçirdikten sonra oturdum. İnsanlar garip anne. Hadi ıslananlar kalktı. Islanmayanlar neden “neme lazım” deyip yerlerinden kalktı ki?
Otobüsten indikten sonra, eve doğru yürüyordum ki; yine o siyah geniş şapkalı kadını gördüm. Vallahi de oydu. İki gözlerimi ovuşturdum da baktım. Bizim bakkaldan sigara alıyordu. Arkası bana dönüktü. Bakkal bir şeyler anlatıyordu ona. O ise eteğinin bir tarafını usturuplu bir şekilde yukarı kaldırdı ve paketi çorabının lastiğine sıkıştırdı.
Niye uydurayım anne? Bunda benim ne gibi bir çıkarım olabilir ki? Bak, galiba bu hastalık bulaşıcı. Sen de anlattıklarımdan emin olamıyorsun. Hadi ben kordon kesilirken fena bir travma geçirdim; sana ne oldu? Ah, özür dilerim anne; sen de doğmuştun değil mi? Hem de pek fena şartlarda…
Bakkala gireceğim sırada telefonum çalmaz mı? Arayan o gün iş için müracaat ettiğim kreşin müdiresi. Açmakla kadının yanına gitmek arasında birkaç saniyelik tereddüdüm , inan hayatımın en sarsıcı yoklamalarından biri oldu. Salt gerçek, soft hayale yenik düştü. Telefonu açtım. Ama gözlerim kadında. Müdire susmak bilmedi. Dediklerinin çoğunu duymadım bile. Kadın bir türlü yüzünü göstermedi. Ama gittikçe belirginleşen bir tanışlık vardı siluetinde. Onu aynı bu kıyafetlerle gördüğüme emindim artık. O bluz, o siyah dantelli etek bir kerecik olsun gözlerimden geçmişti. Müdire işe kabul edildiğimi söyleyince sevindim. Hatta çığlık atıp önümdeki sokak lambasının etrafında döndüm. Fakat aklımın yeniden şapkalı kadın mevzuuna dönmesi uzun sürmedi. Bakkaldan içeri girdim. Bizim karşı apartmanın kapıcısı Mehmet Efendi, aldığı gazeteleri deftere yazdırıyordu. Bakkal bir yandan söyleniyor, bir yandan da önündeki makine de birinci kattaki Necdet Beylerin kabarık borcunu hesap ediyordu. Gazete de deftere yazılmaz ki canım. Şekerini yazdırır, tuzunu yazdırır, permatiğini, ağdasını yazdırır. Gazete de ayıp oluyor canım ya hu! Adamların ikisi de öfkeli görünüyordu. Az önce burada bir kadın vardı, şimdi nerede, diye sormaya cesaret edemedim. Bir süre kapı ağzında sakinleşmelerini bekledim. Nihayet hesap kitabı bitirip liglerden, şikelerden bahsetmeye başladıkları an tezgaha yaklaştım. “Az önce sigara alan kadın” dedim. “Nerede?” Mehmet Efendi beni saçtan topuğa süzdü. Bu adam hakikaten ölü gibi bakıyor. Sanki beş asırdır dünyada hapsolan bezgin bir ruh. Araf’ta gibi. Ne öteye ne beriye…Bakkal “ O kadın buradan çıkalı bir saat oldu kızım” dedi. Şaşırdım. “Nasıl olur” dedim. “Daha az önce gördüm onu burada.” Garip garip baktılar bana. Beni kandırıyorlardı. Bundan emindim. Bir saat müdireyle eğitim sistemini konuşmuş olamam değil mi? Yapacak bir şey yoktu. Teşekkür edip çıktım.
O gece Cengaver Bey her zamanki yerinde karşılamadı beni. Uzun zamandan sonra ilk kez asansöre huzurla bindim. Asansörün aynalı duvarına yaslanıp gerçekten böyle bir kadını görüp görmediğimden emin olamaya çalıştım. Olamadım. Oysa daha bir kaç saniye önce onu gördüğüme yemin bile edebilirdim. Altıncı katta asansör kapıları açıldığı sırada, aklımda hala o vardı.
Karşı komşum Ceren evinden çıktı. Elindeki çöp poşetini kapının kenarına bıraktıktan sonra yanıma geldi. “On dakika önce seni bir kadın sordu” dedi. Elini eşofmanının cebine soktu ve sarı bir not kağıdı çıkarttı. “Al, bunu sana bıraktı.” Kağıdı alıp hiçbir şey söylemeden eve girdim. Kim bilir arkamdan ne dedi. O kimseyi sevmez. Güzel kızdır, heyecanlı hareketli ve hafif de oynaktır ama, seveni yok denecek kadar azdır.
Ev izmarit kokuyordu. Perdeleri çekip camları açtım. Yerdeki küllükleri ve darmadağın olmuş gazeteleri topladım. Birkaç önemsiz iş daha yaptıktan sonra oturdum. Not kağıdı hala avcumun içindeydi. Bütün bu işleri kendime zaman kazandırmak için yapmıştım aslında. Heyecanlıydım. Oysa ben heyecanlanmam. İkiye katlanmış kağıdı açtım. Kağıtta sade bir adres vardı. Başka ne bir isim, ne bir not, tek bir çizgi dahi yoktu. Hani insan bir şeyler yazarken düşüncelere dalar ve farkında olmadan kağıdın üzerine şekilsiz çizikler atar ya, öyle bir şey aradım galiba. Demek oluyor ki bunu yazan kendinden son derece emindi. Kararlıydı. Aklındaki tek şey bu adrese gitmemdi. O yüzden kalemi titremeden muazzam bir yazıyla yazdı. “Çilingirciler Mahallesi. Katip Sokak. Çizgi İş hanı. Kat 5.” Bu yeri biliyordum. Haftada en az bir kere gittiğim kütüphanenin adresi. Nota bir daha baktım. Beni kütüphaneye çağıran kim olabilirdi ki?
Sabah ilk işim meydandaki kütüphaneye gitmek oldu. Her zamanki gibi boştu. Anne kütüphaneleri ne çok sevdiğimi biliyorsun değil mi? Doksan üç senesinin kara kışından beri. Çatma kaşlarını. İtiraf et, senin içinde heyecan verici bir deneyimdi. Beni ilk sevgilimle buluşmaya götürdüğün sene. Hani kütüphanede buluşmuştuk…Sonra biz hemen döneceğiz diyerek seni orada altı saat bekletmiştik. Hani kütüphane memuru sana pencereden karşı ki ormanlık alanı gösterip “ Ah hanım efendiciğim, şu gördüğünüz orman nice genç kızların telef olduğu bir yerdir. Bunu herkes bilir. Ama şu soğuğa rağmen gidin bakın hala sevgililerle doludur.” demişti de beni kast ettiğini zannedip utanmıştın. Geç kaldığım için kütüphaneciye sezdirmeden ağlamıştın da, bizi kapıda görünce ne çok sevinmiştin. İşte o vakitten beri çok severim kütüphaneleri.
Memurun yanına gidip benden önce gelen oldu mu diye sordum. Kısa kıvırcık saçlı zayıfça ve çok da çirkin bir kadın. Yaşlı da değil. En çok kırklarında olabilir. Ama çirkin işte. Uçlarına altın zincir takılı gözlüklerini çıkarttı. Büronun açık kapısından kitapların olduğu bölüme doğru baktı. “Az önce bir bayan vardı. İstersen içeriye bak” dedi. Sonra elindeki yemek dergisine döndü yeniden. O hep az konuşur. Sanki kelimeleri sayılı almıştır müdürlükten. Fazla konuşurum da, en konuşmam icap eden yerde sus pus kalırım diye korkuyordu her halde. Sana gerekli olan kelimeleri söyler, anlamlı cümleler kurma işini sana bırakır. Bazen de el işareti ya da yüz mimikleri yeter anlatacaklarına. Elleriyle kitapların bulunduğu yeri işaret eder, istenilen kitabın mevcut olup olmadığını kaş göz ve kafa hareketleriyle anlatabilir. Çirkindir ama, görüyorsun ya; pek maharetli kadındır bizim kütüphaneci.
İşaret ettiği kısma gittim. Boştu. Moralimi bozmadım yine de. Ne malum gelen kadının benim aradığım kadın olduğu diye düşünerek içimde tepinen şeyi sakinleştirmeye çalıştım. Biliyor musun anne, insanoğlu en kolay kendini kandırabiliyor. Her ne kadar “İnsanın alacası içindedir” deseler de, içimizdeki yalanları ruhsal bozuklukları, zaafları bildiğimiz halde kendimizi kandırabiliyoruz. Bu şaşılacak şey mi? Emin değilim.
Canım sıkıldı. Kalkıp bir kitap aldım. Rast gele…Adını daha önce hiç duymadığım bir yazar. Kitabın kapağı çok eskiydi. Cilt kısmı sarı koli bandıyla yapıştırılmış, rutubet kokulu küçük bir kitap. Okumaya başladım.
“Hanife, konağın biricik kızı. Onca erkekten sonra haneye nur gibi teşrif etti. Kibri bir parça da bu sebeptendi. Fehmi bu kalın kibrin altında ezildikçe, Hanife vahşi bir gururla baktı aynalara.”
“Hanım efendi! Bayan!”
“ Hasibe, sana kaç kere kitap okurken beni rahatsız etme dedim.”
O an başım döndü anne. Masanın üzerine uzanıverdim. Gözlerimi açtığımda kütüphaneci kolonyayla bileklerimi ovuyordu. Doğruldum, ayağa kalkmaya çalıştım. Hala dizlerim titriyordu. Zavallı kadın, elindeki kolonyayı masaya bırakıp boynuma sarıldı. O soğuk bakışlı kadının nasıl ağladığını görmeliydin anne. Belki sen bile benim için o kadar ağlamamışsındır. Bu kez teselli etme sırası bendeydi. Omzumda ağlayan kadının sırtını okşadım. “Lütfen ağlamayın” dedim. “Hiçbir şeyim yok. Kahvaltı yapmadım. Her halde ondan tansiyonum düşmüş olmalı.” Kollarını boynumdan çözdü, bir adım geri çekildi. “Sinirlerim bozuldu” dedi. “Bu pek yaşadığım bir durum değil.” Masadaki kesme kolonya şişesini alarak odasına gitti. Aralıktan kolonyayı başından aşağı boca ettiğini gördüm. Belli ki gerçekten korkmuştu. Kolay değil tabi. Ya ölüverseydim? Polisi, savcısı, idari soruşturmasıydı derken, kim bilir ne diller dökmek zorunda kalacaktı durumu izah edebilmek için. Hem o konuşmayı hiç sevmezdi ki. Konuşamazsa suçlu bile bulunabilirdi. Şunun şurasında emekliliğine ne kalmıştı?
Yanına gittim. Beni tekrar karşısında görmek pek hoşuna gitmedi. Kolonyanın kapağını kapatıp, boş kutusunu çöpe attıktan sonra, güya meşgulmüş gibi görünmek için masanın üzerindeki önemsiz bir iki kağıdı karıştırdı. Bu numarayı iyi bilirim anne. Her zaman işe yarar. Daha önce çalıştığım muhasebeciden biliyorum. Şef odaya girdimi belki de akşama kadar on kez baktığımız, hatta üzerinde simit yediğimiz kağıtları elimize alıyor, bir de yüzümüze derin bir düşünür maskesi takıyorduk. Arada çok çalışmış gibi yorgun mırıltılar çıkartmayı da ihmal etmiyorduk.
Gözlerini kısıp bakma öyle! Sen onca pisliği kılıfına uydurmayı kolay iş mi sanıyorsun? Kaç türlü aşamadan geçip, ortaya pür-ü pak bir kağıt çıkartmanın zorluğunu bilsen, bu iş için aldığım primlerin bile helal olduğunu söyleyebilirdin anne. İnsan yoruluyor, geriliyor, korkuyor. Vicdan azabı ve utanç da var tabi. Bütün bunlar azar azar kabuğunu yontuyor. Çırılçıplak bir ağaç gibi kalıveriyorsun sonra. Çok şükür ben o duruma gelmeden ayrıldım muhasebeden.
“ Memur Hanım, neden bu kadar tepki verdiniz ”diye sordum. Yüzüme baktı. Acayip bir bakıştı bu, şimşek gibi, gürültülü. Sonra mahzunlaştı, lodos gibi, okşarcasına baktı gözleri. “Siz biraz rahatsızsınız galiba” dedi. Anlamaz bakışlarımı görünce daha detaylı anlatmayı uygun gördü. Karşısındaki yüzü soyulmuş sandalyeye oturdum. “ Kaç gündür aynı saatte gelip, aynı kadını sorup, aynı sandalyeye oturuyorsunuz ve aynı kitabı okuyorsunuz. Önceleri tuhaf gelmedi bana bu durum. Ta ki kendi kendinize konuştuğunuzu işitene kadar.”
Aynen böyle dedi anne. Deli kadın, kendi anormal gözbebeklerinden baktığı dünyayı anormal görmesi kadar normal bir şey olabilir mi? Ona kızdım. Ama yine de ses etmeden dinlemeye devam ettim.
“ O konuşmalar kitaptaki diyalogların aynısı. Dikkat ettim kendinizi Hanife karakteri yerine koymuşsunuz. Onu seslendirirken son derece nazik ve yumuşak bir sesle konuşuyor, Fehmi’yi seslendirirken sesinizi kalınlaştırıyorsunuz. Bugüne kadar çok insan gördüm. Ama böylesini görmedim. Birkaç kez yanınıza gelip size seslendim. Beni de Hasibe yerine koymuşsunuz.”
Hasibe’yi hatırlıyordum. Konağın ihtiyar hizmetçisi. Fehmi, şımarık Hanife’nin efendi ve şair aşığı. Zavallının hayattaki, dolayısıyla romandaki tek çalımı bu. Hanife bey konağının pamuklar içinde büyütülmüş kibirli kızı.Bunları hatırlıyorum. Ama memurun bahsettiği şeyleri yapmış olmam mümkün değil anne.
“Yanınızdan kovdunuz beni. Rahatsız edilmek istemediğinizi söylediniz. Ben de sizi takibe karar verdim. ” İşte bu işe çok şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim, sustum. O konuşmaya devam etti.
“Evet, takip ettim. Burada günler nasıl geçiyor sanıyorsunuz. Ben bir dedektifim." Eliyle masanın üzerindeki kalın polisiye romanını işaret etti. " İşte bu kitapta yazıyor her şey. Yaşadığınız mahalleye kadar gittim hatta. Merak ettim. Sizi birkaç yere sordum. Herkes son derece aklı başında biri olduğunuzu söyledi. Bunun üzerine sizi içine kapıldığınız bu hayal aleminden çekmeye karar verdim.”
Bak şu işe anne. O gizemli kadın. Bizim kütüphaneciden başkası değilmiş. Buna nasıl inanırım? Tamam, bir kadın gördüm. Bundan eminim. Ama kütüphanecinin anlattıklarını kabul etmem mümkün değil. Bu ne demek biliyor musun? Hayır, bu doğru olamaz. Kadının konuşması bitince hiçbir şey söylemeden kalktım ve kütüphaneden çıktım.
İşte böyle; iki gündür evden dışarı çıkmıyorum. Aklımda yalnızca Hanife, Hasibe, Fehmi ve ben dörtlüsü var. Kendimi gözetim altında tutuyorum. Henüz anormal bir hareketime rastlamadım. Tuhaf olduğumu, günlerin daha öncekilere benzemediğini hissediyorum. Ama aklımı kaçırmış olamam.
Hava çok sıcak. Karanlık serinliği beraberinde getirmedi. Kafamın içinde sonsuz bir “ti” sesi var. Bilirsin, “ti” sessizliğin sesidir. Sonsuzdur, kırılma noktası da yoktur. Araya başka ve daha güçlü sesler girer, onu duymamız imkansızlaşır, ama hep vardır. Aslında benim kafam gürültülüdür hep. Adres soranlar, kapıdan atılanlar, bir köşecikte ağlayanlar, kafatasımda top sektirenler, beyaz elbiseli hayaller vesaire, vesaire… Dedim ya, günler tuhaf. Belki biraz da sıcaktan. Kafamdaki bütün semboller gölgelik bir köşede tüneyip kalmış olmalı.
Anne! Sen beni dinlemiyor musun?
...ENGİNDENİZ...
YORUMLAR
"Şef odaya girdimi belki de akşama kadar on kez baktığımız, hatta üzerinde simit yediğimiz kağıtları elimize alıyor, bir de yüzümüze derin bir düşünür maskesi takıyorduk. Arada çok çalışmış gibi yorgun mırıltılar çıkartmayı da ihmal etmiyorduk."
Hımmm..
Desana beni de çok atlattılar.
Paylaşım için teşekkürler, saygı öncelikli sevgiler.
Aynur Engindeniz
Teşekkürler benden. Selamlar.
Anneyle dertleşme, sıkıntıları paylaşma, çözümsüzlükle başbaşa kalınca, anneye tatlı gönderme.
O seni hep dinler Aynur'uğum, anneler çocuklarını, canlarından kopan parçalarını canlarını vermek pahasına incitmezler.
Yeter ki biz onlarla paylaşalım, yeter ki onlara her zaman önemli olduklarını hissettirelim.
Maşallah diyeyim kardeşimin yazma azmine, güzelliğine nazar değmesin.
Selam ve sevgilerimle...
dinliyor/durrr......
dinliyordur.
ama dur diyor kızım, dur herşeye takma kafanı diyebilmek için de bir çare arıyordur.belki kırmızı şapkalı kız arıyordur.
(yolunu kaybetmiş) ameliyat masasına düşüp de, aniden geri dönen, kırmızı şapkalı bir kız arıyordur...
bir bulsa hemen söyler merek etme, " al şu adrese git yazılı kağıdı kızıma ver de okusun "....üzülmesin.
sevgimle engindeniz.
Merhaba Aynur Hanım,
Yazınızı bu defa fazla akıcı bulmadım. Aşağıda yazacaklarıma bir göz atsanız iyi olur.
Öyle sanıyorum ki; bunlar ve yazının az akıcı oluşu, aceleye getirilmiş olmasından kaynaklı.
"Güneş, senin yaşadığın topraktan öpeli çok oldu. "
"Yarısına kadar yaşla dolu bakışlarını tavana dikmiştin."
"İki gözlerimi ovuşturdum da baktım."
Basit birer ayrıntı gibi görünse de bunların sizce önemli sayılacağını biliyorum.
Sizi daha başarılı görme dileğiyle saygılar.
Aynur Engindeniz
Tekrar teşekkürler. Saygılar.
'''Niye uydurayım anne? Bunda benim ne gibi bir çıkarım olabilir ki? Bak, galiba bu hastalık bulaşıcı. Sen de anlattıklarımdan emin olamıyorsun. Hadi ben kordon kesilirken fena bir travma geçirdim; sana ne oldu? Ah, özür dilerim anne; sen de doğmuştun değil mi? Hem de pek fena şartlarda…'''
bütünüyle sürükleyici, son derece etkin bir anlatım. ama ben özellikle bu kısma bayıldım.
satır aralarındaki espriler öyle hoş duruyor ki ...
nesir sana çok yakışıyor bereketim ...
sevgi dolu tebriklerimle ...
Aynur Engindeniz
Teşekkür ediyorum değerli yazar.
Saygılar.
Kemnur
Aynur Engindeniz
Kemnur
Bugün pazarda dayak yemekten kıl payı kurtuldum.Yazını en iyisi mi sağlam kafayla yarın okuyam,olmaz mı Aynur kardeşim.
Selamlar.
Aynur Engindeniz
Dün iş dönüşü bir marketin TV sinde gördüm. Ankarada pazarcı esnafla zabitler birbirine girmiş. Vallahi acaba Ayhan Abi de orada mıdır diye düşündüm. Yoksa orada mıydın. Hem seni kim dövebilir, abartmışsın.
Dur, teferruatları sayfandan öğrenebilir miyim bir bakayım. Yazı eklemişşsin:))
Sevgiler Ayhan Abi.
selam olsun öykülerin ustasına.
kütüphaneci kadın en çok bilgiyi de yönetici Cengaver'den almış olmasın:)
tebriklerimle...
Aynur Engindeniz
Teşekkürler. Selamlar.
Aynur Engindeniz
Aynur Engindeniz
Var ol. Seni sevdiğimizi unutma.
AYSE 09
kızım yazarda ben okumammı
çok seviyorum kızımı çünkü
benimde hikayem devam ediyor
Öykülerinizin ilk satırlarını okuduktan sonra geri dönmek imkânsız, kendine hapsediyor taa ki son satırları okuyana kadar.
Heyecanla okudum yine ve çok güzeldi.
Cengaver beyi gözüm tutmadı pek:)
Her yazdığını okutmayı bilen yazarı kutlarım.
Selam ve sevgimle.
cetiner07 tarafından 7/20/2011 11:28:01 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim değerli şairim. Sayfamın en özel misafirlerindensiniz. Çünkü siizi başka nesir sayfalarında pek görmüyorum:) Biraz bencilce bir tutum benimki değil mi:) Şaka bir yana, hakikaten muaazam öyküler çıkıyor sitemizden. Artık takip etmekte zorlanıyorum. Okumayı sevenler çok uzaklaşmazın derim. Burası güzel oldu, güzel...
Saygılar, selamlar.
(Mustafa Çetiner)
Şiir ya da öykü farketmiyor, ilk dize/satırları okuduğumda beni içine çekti, çekti, çekemedi hemen geri dönüyorum.
Bu güne kadar okuduğum öykülerinizin hiç birinden geri dönmedim zîra bırakmadılar:)
Selam ve sevgimle.
Rıhtımına düşer insan demetleri. Rahat yüz sürersin, gözler mahveder ama kaçıp kurtulmak hikayesiz kalmak olur veya bir köşede kendine sarılıp ruhunu kaleme almaktır en kalabalık düş. Her türlü tükenmez. Soluk düştükçe kaleme sesini duvarlardan çok fazlası hapseder içinde. Var olun... Çok güzel bir paylaşımdı, tebrikler.
Aynur Engindeniz
Saygılar.
bazen öyle bir aryasın ki
kendi çığlığın duyar seni
senden başka yoktur kimseler çığlığında
.
sevgiler
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim Aysu.