- 970 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mis Kokulu Narin Eller
Annesi, narin ve her zaman mis gibi kokan ellerinde taşıdığı yemek dolu tencereyi balkondaki masanın üzerine bırakırken, İlayda gözlerini mıknatıs gibi annesinin ellerine yönlendirmişti.
Artık kocaman bir kızdı. Yıllardır bu evde neler olup bittiğinin farkındaydı. Farkındaydı da, yüreğindeki sevgiyi parçalara ayırmaya gönlü razı gelmiyordu.
“Babam hatırlar mı, farkında mıdır acaba, bizim etrafı kırmızıçizgili bir yemek tenceremizin olduğunu ve annemin ellerinin bu kadar narinliğini?” diye geçirirken içinden, gülümsedi. Bu gülümseme biraz da acı veren bir gülümsemeydi.
Bir an için annesini ellerinden ayırdığı bakışlarını bu kez onun yeşil gözlerine yönlendirip iç konuşmasına devam etti. “ne fark eder ki, babam unutmuş olsa, fark etmemiş olsa bile, ne kaybeder ki annemin elleri narinliğinden? Elleri, gül teni, mis gibi kokan boynu, bize dokunuşundaki o benzersiz şefkati her an yanımızda nasıl olsa.”
-Bugün de mi sebze çorbası? Dediği anda kız kardeşi, babası nerdeyse hazırlığı bitmiş olan yemek masasında hâlâ okumaya devam ettiği gazetesini kafasının önünden yana çekip, yemek tabaklarına yönlendirdi bakışlarını.
-Maalesef, kızım, dedi, sadece.
Annesi kerelerce gidip geldi mutfağa. Yardım etme isteğini her defasında geri çevirdi İlayda’nın.
-Yok kızım. Teşekkür ederim duyarlılığına ama sen otur. Bitti işte. Şu suları da getirdim mi yemeğe oturabiliriz artık, dedi.
Bu mevsimde, akşamın geceye karıştığı zamanlarda, cırcır böceklerinin koro halinde söylediği şarkı duyulurdu balkondan. Bir de karşı bahçedeki limon ağaçlarının ve narçiçeklerinin kokusu gelirdi. En çok da bu mevsimde annesiyle bir arada olurdu. Okul tatillerini dinlenmek için değil, annesiyle bolca vakit geçireceği için seviyordu.
Az sonra yemeğe başladılar. Tamam, yemek sırasında önemli bir nedeni olmadıkça konuşulmaması gerektiğini öğrenmişti annesinden ama her defasında bu kadar sessizlikten de rahatsız oluyor, içten içe üzülüyordu. Küçücük masum yüreğine hüzünler iniyordu.
Kız kardeşinin mutlaka bir neden bulup her defasında ve yemek sırasında yaygarayı koparması onun istediği seslerden değildi ki. Onun derdi anne babasının, daha çok da babasının sessiz kalışıylaydı. Filmlerde gördüğü, kitaplarda okuduğu aile sohbetlerini özlüyordu yaşadığı bu evin içerisinde.
Sandalyesi annesine yakındı. İçinden dokunmak geldi annesine. Eliyle dokunsa, bu ne demek şimdi, gibi bir soruyla karşılaşabilirdi belki, bu yüzden çıplak bacağını uzatıp annesinin bacağına dokundurdu yüzüne gülümseyerek. Annesi anlamış gibi, her zamanki sevecenliği ve şefkatiyle kocaman yeşil gözleriyle gülümsedi İlayda’ya.
İçinden mutluluk nehirlerinin aktığını hissetti adeta. Bu duygularla annesine dönüp:
-Anne, bugün sizin odanızda yatabilir miyim? Dedi.
-Olmaz kızım. Zaten sıcaktan terleyip duruyoruz. Neresine sığacaksın yatağın sen?
Anlaşıldı ki yine kız kardeşinin kaprislerine katlanıp onun gevezeliğini dinleyecek, onun uyumasını bekleyecekti, kendisinin de uykuya geçebilmesi için.
Keşke amcası olsaydı şimdi burada. O olsaydı kesinlikle salonda onun uyuduğu koltukta uyurdu. Ne çok özlemişti amcasını. Onunla oynadığı oyunları, akşamları çıkılan gezileri, birlikte denize gidip yüzmeyi. Nasıl da sonsuz bir sabrı vardı amcasının, nasıl da bıkıp usanmadan kendisinin ve küçük kız kardeşinin ardından koşar, her isteklerini yerine getirirdi… Prensesim, derdi kendisine. Prensesim. Bunu ondan duymayı ne çok severdi. Yanaklarından öperken bile öylesine dikkatli, öylesine şefkatliydi ki, bir çiçeğe, bir gül yaprağına dokunur gibi dokunurdu.
Babasını sevdiği kadar amcasını da severdi. Bazen babasıyla karşılaştırma yaptığında, nasıl da adeta zıt kardeşlermiş gibi düşünüp üzülürdü babasından duymadığı ya da çok az duyduğu sevgi sözcüklerine.
Annesiyle göz göze gelince, yeniden: “Babamın bana değil asıl anneme etmesi gerekir o sevgi sözcüklerini” dedi içinden. “Annemin buna ne kadar ihtiyacı olduğunu bilmiyor muyum sanki? Ben ne kadar sık söylesem de annemi çok sevdiğimi, babamın bir tatlı sözü kadar etkili olabilir mi? Hem ikisi çok farklı şeyler”.
Neyse ki, amcası gelecekti yakında. En çok da babası sevinecekti buna. “Al bunları, gidin bir yerlere, gezin eğlenin” diye bolca para bile verecekti. Sırf kendisi salondaki koltuğa uzanıp huzur içinde televizyon izlesin ve hatta izlerken bir güzel uyuyabilsin diye.
Amcası, belki çocuklarını da getirirdi bu defa. En son giderken, tatilde getirebilirim onları, demişti. Keşke evleri biraz daha büyük olsaydı. Hep birlikte tatil boyunca bir arada olabilselerdi. Keşke onlar da taşınsalardı yaşadıkları bu sahil kasabasına.
Mevsim sıcaktı. Ama o balkonda, o yemek masasının etrafındaki hava İlayda’nın içini üşütüyordu adeta. Bu kadar sessizlik acıtıyordu canını. Küçükken, henüz ilkokula giderken evde, yolda, okul bahçesinde yan yana duran ama birbirlerine dokunmayan anne babasını zorla itip kakarak birbirlerine yaklaştırır, el ele tutuştururdu. Ne büyük haz alırdı bundan. Şimdi artık bunu yapacak çocuk yaşta değildi. Hem belki de çok geçti artık.
-Haydi kızım, yemeğini ye. Bak herkes bitirdi bile. Sen de bitir de şu tabağındakileri, masayı toplayayım artık, diyen annesinin sesiyle uyandı daldığı düşlerden.
Çabucak bitirdi tabağındakileri. Kalkıp annesine yardım etti. Taşınması gerekenleri taşıdı mutfağa. Annesi sessice işini yapıyordu. Yemek tabaklarındaki artıkları temizlemek için musluktan akan suya tutuyor, sonra da bulaşık makinesine diziyordu.
İlayda, o anda aklına düşen şeyi yapmak, izin almak için sarıldı annesine. “Beni amcamlara gönderir misiniz?” Diye sormaya hazırlanıyordu ki, balkondan gelen babasının sesini duydu.
-Kızım, bana bir bardak soğuk su getirir misin?
Su dolu bardağı yeniden gazetesini okumakla meşgul olan babasına götürdüğünde, bardağı uzatmak yerine, iki elini birden babasına uzattı adeta burnuna sokarcasına.
-Babacığım, ellerim anneminkine benziyor mu? Dedi, gülümserken.
Babasının yanıtını bekledi.