SANA KAVUŞACAĞIM GÜN...
Yaz günlerinin kendine münhasır ağır, nemli havası odanın içerisini kaplamış Canan kitaplarının arasına gömülmüş vaziyette donmuşçasına oturuyordu. Darma dağınık, kendinden geçmiş hali bu sıcağın içinde tamamıyla onu kaybettirmişti.
Sarı saçlarını eline geçen bir kalemle yukarıya toplamış, kütüphanesindeki tüm tarih içeren kitapları çalışma masasının üzerine dizmiş, uflayarak elindeki not kağıdına bakarak kitaplardan birini açıp, diğerini kapıyordu. Olmayacak! Yapamayacaktı!.. Bir yılı aşkın zamandır elde ettiği veriler bu romanın çıkması için henüz yeterli değildi.
Hırslandı! Odadan öfkeyle çıkıp kendini balkona atıverdi. Biraz akşam serinliği kendini göstermeye başlamıştı, ılık esen rüzgâr hafiften yüzünü okşuyordu. Şimdi içindeki buhran dehlizlerinden biraz daha sıyrılmış hissediyordu kendini. Odasına geriye döndü, darmadağınık masasını düzenledi, son yazdığı sayfayı gözden geçirdi. Kurgu tamamdı. Karakterler tamamdı ama o tarihin içindeki olayları toparlayamıyordu. Aslında fena da sayılmazdı yazdıkları. Biraz destek alması yeterliydi. Şimdi o desteği bulması önemliydi. Birkaç kitap daha almaya karar verdi. Eksiklerini not aldı. Biraz internette kitap bölümlerini inceledi… “ 1915 Yara, Bir Ermeni Komitecinin hatırası, 1915 Bir yedek subayın anıları...” bin bir türlü 1915’e yönelik kitaplar vardı. Kararsızdı. Öncelikle yaşam kültürüne ulaşmalıydı. Bunun üzerine araştırmaya koyuldu. Tam bu sırada telefonu vızıldadı. Dalgınlıktan olsa gerek ilk vızıltıyı duymamış, ikinci de fark edebilmişti.
“ Kız, naber?” diyordu arkadaşı Zeliha, her zamanki enerjik sesiyle. “ Uyuyor musun?”
“ Tabi, bu saatte uyuyorum, canım… Saçmalama! İşe gitmedim ve kitabımı yazmaya devam ediyorum iki ay içinde yayınevine ulaştırmam lazım. Ama olmuyor!”
“ Yine mi tarih?”
“ Ya, dalga geç sen…”
“ Sen okulda bu kadar tarih meraklısı olsaydın Paşa’nın gözdesi olurdun,” diyerek gülmeye başladı Zeliha.
“ Kızım gülüp durma. Hırs oldu bende. Bu işi başaracağım. Bana bir tarihçi bulsana. Yani kültürel olsun biraz.”
“ Aslında tanıdığım biri var, sana kitap önerisinde bulunabilir…”
“ Nihayet ciddiye aldın…” dedi Canan. “ Ben Van’a gideceğim. Orayı görürsem daha rahat olacak.”
“ Sen kafayı yedin…”
“ Ben zaten normal miyim?”
“ Değilsin buna katılıyorum,” diye karşılık verdi Zeliha. Sonra kısa süreli güncel muhabbetlerinin ardından telefonu kapattılar. Gerçi Zeliha Canan’ın en yakın dostu, sırdaşı, can yoldaşıdır. En zorlu günlerinde onu anlayan ve onun gibi düşünen tek varlığı. Kendini yazmaya adayıp yaşantısının eksik kalan yanlarını bu şekilde kapatmaya çalışan Canan’ı tek mutlu eden şey Zeliha’yla muhabbet etmekti. Biliyordu ki arkadaşı onu çok iyi anlıyordu.
***
Yukarıda dolunay buz gibi parlıyor, yıldızların her biri askıda kalmışçasına gülümsüyor aşağıya. Berrak, aydınlık, ılık bir gece hâkim dışarıya. Canan veranda da oturmuş hala kitap arama peşinde. Bu arada takıldığı sayfalardan birinde durmadan anlamsızca mesajlar geliyor…
“ Merhaba, tanışabilir miyiz?”… “ Aşkım olur musun?..”
Ne salak bu adamlar, diye geçiriyor içinden. Duymazdan, görmezden geliyor hatta birçok gelen mesajları açmadan siliyordu. Sonra ilginç bir mesaj, “ Ben seninle konuşmam, profilindeki resmi kaldır… Zaten Lazlardan nefret ederim…”
Buyur buradan yak, diye geçirdi içinden. Ne sayfaymış, ne yapmak için girdiğini bile unuttu sayfaya. Bu mesaja karşılık vermeden duramazdı. İçinden coşup kükreyen öfke dalgaları neredeyse yazarken tuşların kırılmasına sebep olacaktı… “ Ben size yazın demiyorum zaten… Kimseyle konuşmaya da niyetim yok. Benim profil resmim ne sizi, ne de bir başkasını ilgilendirir. Trabzonsporlu olduğum için gurur duyuyorum. Laz değilim ama Karadenizli olmak lazlıksa kabul, lazım ve bu da sizi ilgilendirmez…”
Sinirlendi sayfayı kapattı. Başka bir edebiyat kültür sayfasına takıldı. Hoşuna giden birkaç kitabı işaretledi ve internetten çıkıp, romanına geriye döndü. 16 Mayıs gecesi Van, Rus ve Ermenilerin eline geçmiştir… Düşündü o gece yaşananları kurdu kafasında. Sonra yorulduğunu hissetti, içeriden bir bardak çay aldı ve romanına geriye döndü.
Birkaç gün bu strese ara vermeye karar verdi. İş yerindeki yarıda bıraktığı işleri tamamladı, Zeliha’nın önerdiği tarih öğretmeniyle görüştü fakat hiçbir işine yaramadı. Pes yani, bu kadarını ben de biliyorum, diye geçirdi içinden. En iyisi şimdilik biraz daha aldığı kitapları okumaya ve kronolojik sırayı belirlemeye karar verdi.
Akşam okuduğu kitaba yorum yapmak için her zamanki kültür sayfasını açtı, yine okumadan birkaç mesajı sildi. Rumuzlarında hayır yoktu ki, yazdıklarında olsun. Ev oldukça sıcak olmaya başlamıştı, veranda da oturmaya karar verdi. Bir bardak kola aldı, bir sigara yaktı, okuduğu kitapların yorumlarını yazdı. Gecenin belirli saatini geçmişti. Yaşamının içindeki olumsuzluklar her geçen gün onu dipsiz kuyulara sürüklüyordu. Mutsuzdu, hayata kırgındı, keşkelerle savaşıyordu. Gözlerinin önünden yaşadıkları ve bundan böyle yaşayacakları bir film şeridi gibi geçiyordu. Halbuki konuşmaya o kadar ihtiyacı vardı ki, bunu anlayacak tek kişi yoktu çevresinde. Bir tek Zeliha, o da çok uzaklardaydı. İstediği an ulaşması mümkün olmuyordu. Her gece vücudunun tüm uzuvlarını karabasanlar basıyordu. Ağırlaşıyor, hissizleşiyor, muğlak, habis düşüncelerden kurtulamıyordu. Tek şey, huzurdu istediği. Belki de hayatı boyunca kurtulamayacağı bu dipsiz zindan da bulamayacağı tek şeydi.
Mesleğinin ve yazarlığının verdiği güç olmasa tutunamazdı, dik duramaz her geçen gün bir parçası yok olurdu. Ama her şeye rağmen güçlüydü Canan. İçindeki fırtınalar gözlerinin ışıltısını kaybettirmiyordu ya da bunu çok iyi başarabiliyordu. Hayat bir oyun sahnesiydi onun için, oynuyordu ve kusursuz bir aktrist gibi rolünü çok iyi başarıyordu. Böyle olması gerekli miydi? Hak etmişti belki de… Ceza bu olmalıydı. Kendine verdiği en büyük ceza…
Bunca karamsar düşünceler arasından mesaj kutusuna gelen sıradan bir “ Merhaba, iyi geceler,” sözüne karşılık vermek istedi. Ne olacaktı sanki. Tanımadığın biriyle yapılacak küçücük konuşmadan ne zarar çıkabilirdi. Aynı şekilde, “ İyi geceler,” diyerek yanıtladı. Birkaç hal hatır muhabbeti ve bitti. En azından saygındı, seviyeliydi.
Diğer gün işyerinde geceki karakterini düşündü. Adını bile bilmediği şahıs için, içinden bir güç sayfanı aç diyordu. Açtı ama yoktu… Gece aynı saatte yolunu gözledi, yoktu… Her zaman yaşanılanlar olsa gerekti. Merhaba, hoşça kal ve bitti!
Uzunca süre elindeki kitabı okudu, en son oturduğu koltuğun üzerinde uyuyakaldığını hatırlıyordu. Sabah her tarafı tutulmuş vaziyette ılık duşun altına bırakıverdi kendini. Bugün güne iyi başlayacaktı. Kararlıydı ve umduğu gibi bir gün geçirdi.
***
Birkaç gün sonra takıldığı edebiyat sayfasında gizemli arkadaşıyla karşılaştı. Dostane güzelce bir muhabbet oldu. Ve ilginç olan ise karşısında bir tarih öğretmeni duruyordu. Aylardır aradığı kişi olabilir miydi? İşte o vakit yazar olduğunu söyledi, aylardır onu çıldırtmak üzere olan kitabından bahsetti; ama tarihten anlamıyorum demedi tabii. Hava güzel, muhabbet güzel, her şey güzeldi bu gece…
Anlık ileti adreslerini aldılar. Bu sohbete devam etmek istiyordu Canan. Çekim yasası mıydı? Muhabbet açlığı mıydı? Bilmiyordu… Hislerini dinledi günlerce. Uzun zamandır açma gereğinde bulunmadığı anlık iletiyi birkaç gün sonra açtı ve oradaydı. Korktu hislerinden. Hiç tanımadığı biri ne kadar güven verebilirdi insana. Selam vermedi, kapattı ekranı. Sonra dayanamadı tekrar açtı, Merhaba, demek istedi. Yine demedi. Korkuyordu içindeki bu tarfi imkansız duygulardan. İki gece sıradan muhabbet ettiği adını bile tam olarak hatırlamadığı bu adam onun kafasını neden bu kadar meşgul ediyordu? Tarih merakından mıydı? Yo, hayır değildi… Onunla sohbet etmekten başka bir şey istemiyordu.
Ve gecenin bir yarısı kendiliğinden gelişti muhabbetleri. Siz ve biz olarak başlayan resmi konuşma. Ortak paydanın içinde, aynı mesleği yaşayan iki farklı yöndeki eğitimci ve ayrıca yazar… Güzeldi… Sakin, olgun, kendinden emin… Saygındı karşısındaki. Belki de bu iğrenç sanal muhabbetlerinin içinden çıkıp gelen bir şans meleğiydi. Canan’ın yalnız, sıradan, monoton, yeknesak geçen hayatına renk getiren başkahramandı. Kim bilebilirdi ki! Kendisi bile cevabını vermediği bir sınavın içindeydi.
Geceleri onun olmuştu. Siz biz diye başlanan resmi muhabbet sen ve ben olarak değişmişti. Artık iki yakın dost gibi, yıllarca tanışmış gibi… Anılardan gelen muhabbet yolculukları… Paylaşılan hüzünler, sevinçler… Bambaşka bir dünyaya yolculuk gibi…
Ve bu bilinmez çizginin içinde her ikisi de kendilerini aşkın kucağına bırakmışlardı. Ahmet! Yüreğini her geçen gün dolduran, ruhunu, beynini, tüm hücrelerini çepeçevre saran aşk meleği, huzuru olmuştu. Şimdi ne onsuz zaman geçirmek istiyor, ne de ondan kaçmak… Bilmediği karmakarışık hayatının içinde belki onu sürüklemekten korkuyordu ama içindeki fırtınalı aşka dur diyemiyordu. Tek bir sözü, Cananım içindeki tüm buzların bir anda erimesini sağlıyordu. Ve günden güne değişiyordu artık. Aşkı onu her gün bambaşka bir yola sürüklüyordu.
Biliyordu ki, Ahmet de onu aynı duygularla seviyordu ama ne derece sağlıklıydı yaşadığı ilişkileri? Çıkmaz bir sokakta gibiydiler. Dokunamamak, sarılamamak ve yalnızca ruhlarından gelen masalımsı kelimelerle büyülü bir aşkı yaşamak doğru muydu? Ama Canan kopamıyordu ve de kopmak istemiyordu zaten…
Sakinliği, candanlığı, saygısı ve en önemlisi değer görmesi onun gözünde her geçen gün biraz daha yüceliyordu. Bir aylık gizemli aşkı sayesinde kopmuştu her şeyden. Şimdi yalnızca onu düşünmek istiyor, onunla yaşamak istiyordu. Ama öyle an geliyordu ki, sevdiği adam bir anda yok oluyor, akabinde aşk sözcükleriyle karşısına çıkıyordu. Onun gerçekten sevgisine güvenmek istiyordu.
İş yerindeki odasında saatlerce düşündü içinde bulunduğu karmaşayı. Yaşadığı heyecan dolu aşkı. Evet, artık aşk diyebiliyordu… Çünkü aşık olmuştu. Neden? Veya nasıl gelişmişti? Sorular, sorular… Hiçbiri yanıt veremiyordu. Tek yanıtı Ahmet’di.
Dalgın, ağır aksak geçen zamanının içinde bir an telefonunun sesiyle uyarıldı. Zeliha. Uzun zamandır onu da aramamıştı. Telefona cevap verecek gücü yoktu. Şimdi Zeliha aklına estikçe konuşacaktı ama o yalnızca hayalindeki aşkıyla başbaşa kalmak istiyordu. Telefon ise ısrarla çalmaya devam ediyordu. Aman Zeliha! Ne inatçısın, diye geçirdi içinden ve yanıtladı telefonu.
“ Naber?.. Kayıplardasın?” diye hemen söze atıldı Zeliha. Bunca enerjiyi nereden bulduğunu düşünüyordu Canan. Artık geçmişte olduğu gibi ona ayak uyduramıyordu. O artık daha sakin, dingin içe dönük yaşıyordu her şeyi. Yine de Zeliha’nın yaşadıklarını öğrenmesini istiyor, onun fikrine ihtiyaç duyuyordu. Kısa süreli muhabbetleri içinde yaşadığı aşkı anlattı.
“ Hala tarih diyorsun… Sen onunla konuşmaya devam ediyor muydun?”
“ Hiç bırakmadım ki! Bırakamam artık. Aşık oldum Zeliha…”
“ Canan, sen kimsin?... Sanırım hafızanı falan kaybettin…”
“ Ben ne yaşadığımı ne hissettiğimi çok iyi biliyorum. Ben seviyorum. Ben ona aşığım… Anla lütfen beni!”
“ Anlayamam seni çünkü sen aptalsın. Kızım insan hiç tanımadığı birine aşık olur mu? Sen bence bu romanları yaza yaza şizofren falan oldun…”
“ Sen hiç ciddi olamaz mısın?”
“ Olamam, çünkü senin anlattıkların ciddi olamaz… Tarih tarih dedin, sonra tarihten kendine aşk doğurdun… Ve yaşantının içine yasak bir aşk katmaya kalktın… “ Zeliha ilk defa bu kadar anlayışsız ve öfkeyle cevaplıyordu arkadaşını. Onun acılarını biliyordu. Hayatının eksik yanlarını… Ama bunu ona yakıştıramıyordu. Yapmamalıydı.
“ Beni anlasan şaşardım zaten. Ama şunu unutma her ne olacaksa umurumda bile değil. Ben onu seviyorum…” Canan ise son derece de kararlıydı. “ Ve ben onunla görüşeceğim.”
“ Kitap ne olacak. Hani yayınevi iki ay süre tanımıştı. Hani çıldırıyordun bitmeyecek diye. Kendi aşk hikayeni mi yazacaksın.”
“ Belki kitabı tamamlamam bu aşka bağlıymış. Belki de kader böyleymiş. Neden anlamaya çalışmıyorsun.”
“ Seni anlamam için hayatını boşaltmalısın. Sen genç bir kadınsın artık. Canan üniversitede değiliz. Aşk yaşama dönemimiz bitti.”
“ Demek ki bitmemiş. Ben yaşayacağım…”
***
Aradan geçen üç ayın sonunda görüşmeye karar vermişlerdi nihayetinde. Son baharın hüzün yaprakları yere dökülürken Canan pencerenin önünde doğanın getiridiği nimetleri inceliyordu. Hava rüzgarlıydı. Bahçedeki kavak ağaçları o güzelim yapraklarından kopmuştu. Şimdi her biri bir yere savruluyordu. Belki o da bir yerlere savrulacaktı. Ama karşısında bir Huzur vardı. Huzuruydu onun. Vazgeçemediği, her bitirme kararıyla güne başladığında içindeki inceden gelen sızıyla canının yandığı ve arkasını dönemediği ve gerçeği söylemek gerekirse dönmek istemediği adamın kollarında olmaktan başka bir dileği yoktu. O güzelim yapraklar gibi nereye savrulursa savrulsun istiyordu. Pencerenin kenarından ayrıldı. İçsel yolculuğunu orada bırakıp valizini hazırladı. Bir saat sonra uçağı kalkacaktı ve o Huzuruna kavuşacaktı. Aşk sözleriyle geçen üç ayın sonunda hayal denilen aşkı gerçeğe dönecekti. O gerçek gerçekten gerçeği olacak mıydı? Umduğunu bulacak mıydı o kollarda? Yine umurunda değildi. Kötü düşünmek istemiyordu. Zaten çevresinde kimse kalmamıştı. En yakın can dostu Zeliha bile onu anlamamıştı ki, başkaları anlasın.
Üç saat sonra havaalanından dışarıya adımını attığında bacaklarını hissetmiyor gibiydi. Kalbi bozuk bir saatin ritmik tıkırtısı gibi işliyordu. Heyecandan olduğu yere yığılıp kalabilirdi.
Ve işte o an!
Aşkı tam karşısında!
Uzun boyu, atletik yapısı, sakin ifadesi ve mutlulukla pırıldayan bakışlar onun gözleriyle buluştu. İnanması ne güçtü. Hayalleri bir anda gerçek olmuştu ama şimdi ne yapacağını bilmiyordu. Ona doğru bir adım atmalı mıydı, yoksa orada dikilip kalmalı mıydı?…
İikiside saniyeler geçen süre içinde ancak bakışlarıyla birbirlerini süzüyorlardı ve ilk hamle Ahmet’in ona sarılmasıyla gerçekleşti. Canan elindeki valizi yere attı. Şuan etrafta bulunan hiç kimseyi umursamıyordu. Sıkıca sarıldı sevdiği adama. Hayalindeki gibi uzunca süre kollarında kaldı. Onun dokunuşunu, sıcaklığını içine çekti delicesine. Özlemle havaalanının kapısında dudakları dudaklarına değdi. Hayatının boşta kalan yanını anlamıştı şimdi. Daha iyi biliyordu. Sevmek, sevilmek, değer görmek… özleyişler, hasretler…
Yaşadıkları üçgün içinde hiç ayrılmadılar birbirlerinden. Deli dolu, çılgınca, hayata meydan okurcasına geçti günleri. Yalnız ve sınırsızca… Herkesten, herşeyden ve tüm sorunlardan uzak mutluluk içinde… Ayrılık vakti ise hüzün doluydu. Ahmet onu ısrarla rahatlatmaya çalışırken Canan’ın gözyaşları sicim gibi yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Sıkıca sarıldılar, üç gün boyunca ayrılmayan dudakları tekrar birleşti. Gözyaşlarının arasında sevdiği adamı arzuyla ve özlemle öperken ona bir daha ne zaman kavuşacağını bilememenin huzursuzluğuyla doluydu. Huzur geride kalacaktı ve buna dayanamıyordu…
***
Bir yıl içinde aşklarını kaybetmek yerine daha fazla güçlendirmişlerdi. Yasak olarak görmüyordu Canan. Hak ettiği bir mutluluktu bu. Yıllardır tatmadığı, yaşamadığı huzurlu bir yolculuktu. Artık daha çok görüşür olmuşlardı. Soğuk demeden, sıcak demeden bulduğu her fırsatı onun yanında değerlendiriyordu. Ve Ahmet mükemmel biriydi. O mükemmelliği ruhunu okşuyordu. Artık aynı evi paylaşır gibi olmuşlardı. Her gidişinde yaklaşık bir ayını onun yanında geçiriyor bu huzurlu yolculukta nefes alıyordu.
Ahmet işe gittiğinde Canan bir yıl önce üzerinde delicesine çalıştığı kitabın son bölümlerini yazıyordu. Aşkı, huzuru her sayfada yönlendirmişti onu sonunda mükemmel bir aşk ve tarih kokan kitap çıkmıştı ortaya. Bunda en büyük katkı belki de yaşadığı büyülü aşktı. Belki de bu aşkı yaşamadığı için bu kitapta zorlanmıştı. Nihayetinde kitap bitiyordu ama aşkı hiç bitmeyecekti.
Ahmet’in geliş saati geciktikçe çıldırıyor, pencerenin kenarından ayrılmıyordu. Sınırlı zamanları sınırsız kullanmak tek derdiydi. Onu kapıda karşılamak, çılgınca kucağına atılmak, şakalaşmak… Çocuk gibi şımartılmak…
Roman kahramanlarının yaşadığı aşk gibiydi ve bunu yaşayıp tatmak hayatını değiştirmişti. Huzurum diye girdiği bu yol ona gerçekten huzur vermişti. Bir yılı aşkın zaman içindeki birlikteliklerinde tek bir sorun yaşamamışlardı, ki Canan’ın arasıra yaptığı kıskançlık krizleri hariç… O da tadı tuzu olmalıydı. Bunca isyana rağmen tek söz etmeyen biriydi o… Hep tatlı sözlerle ortamı yumuşatan, sevdiği kadını anında ikna eden bir kişilikti. Aşkın verdiği sabır da bu olmalıydı…
Her ayrılık göz yaşı, her buluşma mutluluktu Canan için. Kitabı yayınlanmıştı. Satışlar yolunda gidiyordu. Hayatının karabulutlarına tamamıyla arkasını dönmeyi başarmıştı. Bu kez sevdiği adama sonsuza dair gidecekti. Ondan asla kopmayacak, hep yanında olacaktı. Eşyalarını topladı. Evine son kez göz ucuyla baktı. Bu ev onun kabusuydu. Şimdi rüyalarına kavuşacaktı.
Taksi kapının önüne geldiğinde o elindeki vazlizleri taşıyordu. Adam yardım etti. Taksiye bindi. Yıllarını verdiği mahalleden sonkez geçecekti ve buraya asla dönmeyecekti. Buna rağmen içinde hiçbir burkulma yoktu. Çünkü onun huzuru, onun mutluluğu tek varlığı, yaşamının anlamı Ahmet’di. Her ne kadar geç olsa bile Canan bunu sonunda anlayabilmişti. Şimdi hiç bir şey yasakta değildi.
Sevdiği adamın kollarında olma hayalinin içinde sürüklenirken aniden gelen fren sesiyle irkildi. Aracın savrulduğunu, sonra takla attığını ve acı bir çığlığın kendinden çıktığını farkettiği anda herşey bitmişti.
Canan yoktu artık… Huzuruna kavuşamamıştı…
YORUMLAR
enim İstanbul’umda
Lacivert bir rüzgar eserdi her sabah Boğaziçi’nden,
Yüzümü yıkarcasına, deniz kokan, serin
Ve Kızkulesi’ne günaydın demeden geçmezdi Üsküdar’dan...
Vapurlar, tıklım tıklım umut taşırdı her sabah,
İçinde insanlar, peşinde aç martılar,
Hepsi rızk peşinde
Ve sevgiyle paylaşılırdı bir fakir kahvaltısı;
Beş kuruşluk simit,
İstanbul güneşinde güçlenir canlanırdı
Yüreklerde bir kırıntı halinde bile kalmışsa ümit...
Sarıyer’de, sahilde ağlarını yamarken balıkçılar,
Eminönü’nde balık ekmek kokuları
Ve Eyüpsultan’da güvercin kanatlarının sesine karışırdı
Kaç yüz yıllık bir İstanbul bestesi;
Yüzlerce minareden yükselen ezanların sesi...
Küçüksu’da mısır, Kanlıca’da yoğurt, Emirgân’’da çaylar
Ve İstanbul caddelerinin nostaljik efendisi,
Çilekeş tramvaylar...
Cıvıl cıvıl olurdu Beyoğlu,
Tiyatrolar, renk renk sinemalar,
Fötrlü, kravatlı beyler, tayyörlü şık hanımlar,
Adım başı saygı, adım başı nezaket,
Gün görmüş kaldırımlarda, gerçek İstanbullular...
Bir de lodos gün batımları olurdu İstanbul’un,
Kızıl saçlarını döken bir dilber gibi İstanbul,
Şarap rengine dönerdi ufuk.
Oysa, Moda’da akşamlar esmer yüzlü ve mağrurdu
Ve Kalamış’ta mehtap, bir Yahya Kemal dizesi olurdu...
Eski bir sevda gibi
Ben, yıllardır hep o İstanbul ' içimde gizlerim,
Hasreti yangın yangın düşer yüreğime
Buğulanır gözlerim,
Ve ben hep
O kızıl saçlı, esmer yüzlü akşamları özlerim... yüreginize saglik saygılarımla