- 1188 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
İki İnatçı Keçi Ve O Köprü
İşte bu harika! İyi ki karşılaşmış o meşhur ’bir köprüde’ iki keçi. İyi ki de inatlaşmışlar gibi gösterilmişler. İyi ki de ’ben geçeceğim!’, ’hayır ben geçeceğim!’ kavgasına tutuşmuşlar. Yoksa nasıl feyz alabilirdik bu masalın ince ince temalarından? Olayı enine ve boyuna irdelememizde yarar görüyorum. Hazır eni boyu demişken, ilk önce şu ’bir köprünün’ en ve boy meselesini konuşalım önce. Ama ilk önce masalı biraz geri saralım ve görelim; aslında neydi bizim bu keçilere inatçı yaftası vurmamıza sebep olan asıl gerçekler?
Bu günahsız keçiler, biri nehrin bir tarafında diğeri nehrin diğer tarafında, endişeli, ürkek, kaybolmuş olmanın verdiği endişeyle dolaşırlarken adlarının yüzyıllar boyu inatçı olarak kalacaklarından haberleri bile yoktu gariplerin. Tesadüf bu ya, o Temmuz sabahında ikisi de aynı anda kaybolmuşlardı. Yönlerini de umutlarını da kaybettiler en sonunda. Ama yine de çaresizce ve hatta (beni mazur görsünler), aval aval dolaşmaya devam ettiler. Ve dolaşırken dolaşırken bir nehir kenarına geldiler, ve belki de ait oldukları sürünün nehrin diğer ucunda olasılığını düşünerek karşıya geçmek istediler. (Ki ben keçi olsaydım sürümün nehrin diğer ucunda olma olasılığının asla mümkün olmadığını bilirdim.) Ve ondan nehrin iki yakasını birbirine bağlayan, köprü vazifesi gören tomruğu fark etti ikisi de aynı anda. Tomruktan geçerek nehrin diğer ucuna varabileceklerini bildiklerinden dolayı (ki bunu her keçi bilir) böyle bir keçisel dürtüyle ağır ağır yürüdüler tomruğun üstünde. Ve birden tomruğun tam orta yerinde ikisi de kala kaldılar, geçememenin verdiği şaşkınlıkla... Şaşkınlık diyorum, çünkü keçiler kafa kafaya verene kadar tahmin edememişlerdi geçemeyeceklerini. Ama burada, tam keçilerin durduğu yerde biz de duralım lütfen. Duralım ve onları inatçı yapan en büyük unsurun aslında tomruğun yapısı olduğunu düşünelim...
Her kim koyduysa o tomruğu oraya, belli ki iki keçinin de rahatça, hatta bir birlerine geçerken selam verebilecekleri şekilde bir amaca yönelik koymadığı aşikar. Eğer daha geniş, iki şeritli bir tomruk hatta amatör çapta bir asma köprü yapılmış olsa idi, keçiler geçerken asla sorun yaşamayacaktı. Lakin hal böyle olunca, keçiler ister istemez, tomruğun ya da şarkıda geçtiği gibi ’bir köprü’nün ortasında boynuz teması yaşamış bulundular. E zaten şaşkın ve bitkinler kaybolmuş olmanın verdiği ruh haliyle, ne yapacaklarını bilemeyip bocaladılar o an. İçine düştükleri durum gerçekten beterdi. (Ki Allah hiçbir keçiye daha beterini vermesin.) Şimdi burun buruna gelmişler; tomruk yağmurun etkisiyle iyice kayganlaşmış; biri hadi ben kibarlık yapayım dese, arkasını dönmek zorunda kalacak; (keçilerin geri geri yürüyemediğini bir yerde okumuştum) tam dönerken Allah muhafaza ayağı kaysa, nehre düşse, nehirin de o gün iyice azgın olacağı tutsa, keçi kurtulamayıp boğulsa daha mı iyi olacaktı?
Haliyle ikisi de orada donakaldılar, yaşam mücadelesi verdiklerinin farkında olarak. Neyse ki tam o anda oradan geçen bir çiftçi keçilerin içler acısı durumunu gördü de kurtardı. Sonra kasabaya indiğinde anlattı durumu ahaliye:
’İki keçi boynuz boynuza kalmışlardı; tomruktan geçemiyorlardı; ben de kurtardım...’
Ama o ahali yok mu o ahali.... Keçilerin masum hikayesini bilmeden, sırf hadi şu hayvanların lakabını ’inatçı’ koyalım egosuna, acımasızca yargısız infazda bulundular :
’Bir köprüde karşılaşmış iki inatçı keçi,
hah hah hah... hah hah hah... hah hah hah hah...’
Ve bugüne kadar benden başka da kimse çıkmadı, keçilerin itibarını geri kazandırabilecek savaşı verebilecek. Bu savaşımı verme sürecimde asla hiç pişman olmadım. Asıl inatçı keçiler değil bizleriz. Ve ne yazık ki, bizlerin inatçı olduğu gerçeğini ört bas edebilmek için bu sıfatı pervasızca keçilere koymakta hiçbir sakınca görmedik. Ama sevilmediğimizi bildiğimiz halde ’neden sevilmiyoruz?’ diye inat edip, sık boğaz ettik sevdiklerimizi inatla; başarılı olmadığımız halde, ’neden başarılı değilim?’ diye didiştik inatla muhataplarımızla; öpülmek istemediğimiz halde ’neden beni öpmüyorsun?’ diye inatla saç baş yoldurduk... İnatla, bencillikle bulutun yerine yıldızı, güneşin yerine ayı koymaya çalıştık... İnatla haksız olduğumuzu bildiğimiz halde haklıymış gibi göstermeye çalıştık kendimizi... Kısaca birilerinin keçilerini kaçırdık inatla... Oysa tüm bu inatlaşmalarımızda o kaygan tomruğun üstünde, öyle zor bir anda bile değildik... Ama yine de inatlaştık, bir dostu, bir sevgiliyi, kişiliğimizden bir parçayı kaybetmek uğruna...
Hayır hayır, bakın tekrar ediyorum, o masum keçilerin aslında hiçbir günahı yoktu inanın. Eşeği enayi , öküzü bön , ineği alık , kuşu kıt akıllı yerine koyarken aslında hep bir yerlerimizi yamamaya çalıştık. Sandık ki ancak böyle dikkatleri üstümüzden çekebiliriz... Ama yine de tarihte bir inat uğruna binlerce insanın ölmesine, tarihin lekelenmesine engel olamadık... Peki ne oldu neticede? Kaçan hep keçiler oldu sadece..
Oktay Coşar
YORUMLAR
Sizi takip etmek büyük bir keyif sevgili Marcel. Çizgi ötesi karakterli kaleminiz daim olsun. Tebrikler.
Evet teşbihte hata yokur diyerek, hep başka canlılar üzerinden endirekt harcadık düşlerimizi bozuk para gibi.
Bir de şeytan ve melek yok mu; işte iki günah keçisi daha...
Oysa asıl kahramanlar ( suçlu suçsuz failler) hep bizdik, korkularımıza figuran kılıflar giydirdik...Çaldığımız minareleri de cennet ve cehenneme gömdük; çeşitli kamuflâjlar ile...
Güzeldi kutlarım...