- 939 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
KAYIP ZAMANLARIN SAATİ
Otobüsün parmak izleriyle desenlenmiş buğulu penceresinden, başı toprağa gömülmüş ince bir yılan gibi uzayıp giden yola bakarken, arkamdan bir el omzuma dokundu. Bir el bütün evhamlarımdan sıyırdı beni. Bana bütün düşüncelerimi unutturdu. O en düşsüz ve düşüncesiz anımda kalına yakın bir ses nicedir omzumda uyuyan saçları uçurdu.
“Hemşerim yolculuk nereye?”
Ben aslında nereye niçin gitmek istediğim sorularını yiyordum o sıra. Dudaklarımdan kelimeler sızıyordu. Dişlerimin arasında harfler vardı, biliyorum. İrkildim. Arkamı dönüp yolcuya baktım. Gözlerimdeki boş ifadeyi gören kadın, benden daha fazla irkildi sanırım ki, elini sessizce geri çekti. Omzumdan göğsüme dökülen saçları toplayıp koltuğun yan tarafındaki çöp kutusuna attım. Hiç gürültü çıkarmadılar.
Tekrar pencereye döndüğümde, otobüs sağlı sollu zeytin ağaçlarıyla bezeli bir yoldan ilerliyordu. Önümden hareketli kareler halinde geçen manzaraya baktım. Zeytin dallarını budayan ihtiyar adamlar, ağaçların altında kesik dalları nizami bir biçimde istif eden iri göbekli şalvarlı kadınlar, köpek peşinde koşturan basma pantolonlu çocuklar…Hızlı ve kaygan bir şekilde geçtiler. Bütün bu ani görünüp kayboluşlar, bana dedemin Arabistan’dan getirdiği tuhaf makineyi anımsattı. Makineyi gözüne yerleştirip, yan taraftaki düğmesine bastıkça canlı gibi Mekke ve Kabe resimleri görebiliyordun. Bir çocuk için bundan daha büyük bir mucize olabilir miydi? Gülümsedim. Belki de hayatımın tek mucizesiydi o makine. Şimdi mucizelere inanmıyorum, gördüğüm her şey tabiatın doğal akışı ve güneş batıdan doğup, kamer ikiye yarılmadıkça mucize denen şeye inanmayacağım.
***
Bizim kasabada saat dokuzda öğle, on iki de akşam, yirmi birde ertesi gün olurdu. Bize bu zaman ayarını yaptıran da tabiatın bizatihi kendisinden başkası değildi. Bütün işler güneşin gökteki keyfine göre ayarlanır, hayat onun tabiata verdiği direktifler doğrultusunda yaşamamıza müsaade ederdi. Gri tepelerin ardından salkım saçak saçları göründüğü vakit bütün köy horozları ötüşür, elleri bakraçlı kadınlar kocalarından evvel ineklerini yedirmeye giderdi. Ne çok duymuşumdur babamın anneme “Kocan olacağıma ineğin olaydım”diye serzenişte bulunduğunu.
Kadınlık da zor işti vesselam. Evde bıyıklın, ahırda kuyruklun sana bakardı.
Güneş tepedeyken bağ bahçe sulanmaz, çapa yapılmaz, gölgelik yerlerde hallolacak işlerin icabına bakılırdı. Kadınlar dere kenarlarında kilim yıkarlardı mesela. Kimi kaynanasının, kimi çocuğunun kirli bezlerini yıkardı bir de. Sonra onları üzerlerinden buhar tüten taşlara sererlerdi. Biz analarımızın eteklerinden firar etmiş ak bacaklarının gölgesinde, kurbağalarla oynardık. Matraktı hayat. Düşsek bile gülerdik. Burnumuzun üzerindeki çillerden utanmadığımız çağlardı ne de olsa.
Akşam olup da, hazret güneş ikinci aşığının diyarına kaçınca, geride kalan delik deşik karanlık, içimizdeki sızılı yaraları sarmak için, müşfik bir anne gibi okşardı bizi. Annem her akşam bahçedeki sedirde oturur, parmaklarındaki, bahçe dikenlerinden yadigar dikenleri ayıklamaya çalışırdı. Loş ışıkta iğneyi nereye batırdığını göremez, avuçlarındaki diken sızılarına bir de iğne sızıları eklenirdi. “Gece diken alınmaz” derdi büyükannem, çünkü misafir sayılırlarmış. Misafir –diken de olsa- gece vakti rahatsız edilmezdi bir zamanlar.
Ne güzel çeyizlerim vardı benim. Bir perinin uçarken düşürdüğü ipek bir kanat gibiydi örtülerim. Dokunsam parmak izlerim halel getirirdi temizliklerine. Dokunamazdım. Her akşam gıcırtıyla sandığımı açar, gözlerimle hayallerdim onları. Her kız böyle yapmaz mı zaten? Sanki bakmakla çoğalacaklar gibi…Düş kokardı sandığım. Bir de ince bir tülbent parçasına sardığım naftalin…Küçük bir bölmeciği vardı. İçinde renkli makaralarım ve nüfus kağıdım dururdu. O zamanlar kızlar kocaya gidinceye dek nüfus kağıtları sır gibi saklanırdı. Ola ki kaçarlar, ya da kumanda edemez düşürürler de biri onları nikahına alıverir diye.
Kimler kimler el silmedi ki sedef işlemeli el havlularıma. Kimler kolalı dantellerimin üzerinde demli çayını yudumlarken yeşil gözlerime aşkla bakmadı ki…Ama hiç biri birer hayal olmaktan çıkıp, sıcak bir tene bürünmediler. Ali de Recep gibi onu sevdiğimi bilmedi hiç. Kazım, Recep’i de, Ali’yi de beni de bilmedi.
Ama kirlendi ak havlular, keten örtüler. Hiç kullanamadım. Annem komşunun gariban kızına verdi onları.
Muavin radyonun sesini açtı. Artık kimsenin hatırlamadığını düşündüğüm, ninniden bozma eski bir türkü doldurdu otobüsün insandan ve koltuktan arta kalan kısımlarını. Eskiden ninniler de ne kadar şendi, ne kadar güleç.
“Atem tutem ben seni,
Şekere katem ben seni.
Akşama buban gelende
Öğüne atem ben seni.”
Annem yarı baygın gözlerini günlük yaralarımın üzerinde gezdirirken söylerdi bu ninniyi. Söylerken de gözü kapalı bir sallanışı vardı; uyuyup da üzerime düşecek diye korkardım. Ben uyumazdım ama. Birkaç kere daha atsın tutsun beni diye göz kapaklarıma direnirdim.
Sonra ninnilere de bir haller oldu. Söyleyen ağızlardan mı, yoksa o ninnilerin hüznünden mi bilinmez, ağlak bir nesil türedi. İçinden gözyaşı geçen şarkılar, çocuklara yakışır mıydı hiç? Yakıştırdılar…
“Susun garip kuşlar susun
Ötmeyin,
Yetimler güzeli yavrum uyusun.”
***
Otobüsten inince, yıllar evvelkinden çok da farklı bir manzarayla karşılaşacağımı ummuyordum aslında. Küçük bir kenar kasabası ne kadar önemli değişimlere imza atabilirdi ki? Beş gözden ibaret küçük terminalin yüz metre ilerisinde salaş bir esnaf lokantası olmalıydı. Boncuklu kapısının iki yanında paslı tenekelere dikilmiş mor ortancalar karşılardı müşterileri. Bir de, çıkan menüyle asla alakası olmayan yemek resimleriyle süslü, kocaman bir tabela. Sami Usta hala o resimlerin cazibesiyle müşteri tavlayabiliyor muydu acaba?
Lokantanın birkaç adım ilerisinde, parça parça yıkılmış merdiveninin, tamamen çökmemesi için, günde beş vakit Allah’a niyazda bulunan, sıvası ve boyası harap bir cami; caminin önünde, kaygan yosun tabakasıyla kaplı duvarından, zincirleri birbirine dolanmış su tasları sarkan küçük ve pis kokulu şadırvan, şadırvanın önünde öksürükler içinde abdest almaya çalışan iki üç ihtiyar olmalıydı. Ölmediyseler eğer, biri Ekrem Amca, diğeri bekçi Rasim Efendidir. Karısı pek bir cevvaldi; Ekrem Amca kesin ölmüştür. Boştur onun taburesi. Bu harap camiye, muhtarın Belediye’den bin bir minnetle aldığı sedir ağaçlarından birinin altından bakıyor olmalıydı şimdi. Bahsi geçmişken mezarlıktan da söz etmeli değil mi? Üzerinde çayır çimenin, altında onlarca eşref-i mahlukatın çürüdüğü eski mezarlık dolmuş muydu acaba?
Çocukluğumun en kabuslu manzaralarından biriydi bu garip mezarlık. Beşinci sınıfa geçtiğim senesi, kasabanın ortasına yol açılmıştı. Yol çalışması sırasında, o vakitler daha geniş olan bu mezarlık da bölünenler arasındaki yerini aldı. Kasaba aşağı ve yukarı mahalle diye iki kutba ayrılırken, bilmem ki kaç tensiz vücut da başından, kolundan yahut bacağından ayrılmıştı. Yolun iki yanındaki toprak duvarda iskelet parçalarını gördüğüm vakit, kendi bedenimin ne kadar da aciz ve korkunç olduğunu öğrendim. Afacan bir cami talebesinin, dozerin kepçesinden düşen yeşilimsi bir kurukafayla top oynadığını, elini kafatasının içine geçirip biçare mevtanın alt çenesini oynatmak suretiyle, camiye giren çocukları korkuttuğunu gördüğümde, iki gün ateşler içinde yattığımı hatırlıyorum.
Kasaba meydanını ikiye bölen yolun, camiden yana olan tarafında, camında iri harflerle “Çay alana şeker bedava” yazan, avlusu daima Maltepe izmaritleriyle dolu esnaf çay ocağı olmalıydı. İçerisinde, sabahın nurundan gecenin körüne kadar oturduğu sandalyeyi soğutmayan iki üç Bağ-kur emeklisi, birkaç da işsiz delikanlı…Eğer bu kahve boş ise, ya ihtilal olmuştur, ya da müdavim ihtiyarlardan biri vefat etmiştir. Bu kahvede kırk gün ölü yası tutulurdu. Babam öyle söylemişti. Mevtanın en kadim dostundan en kara düşmanına kadar herkes, kırk gün ölünün hayır hasenatını hesap eder, ahirinde onu mutlaka cennetle mükafatlandırırlardı. Bu onlar için ulvi bir vecibeydi. Bugün sana yarın banaydı ne de olsa. Ve ne de olsa ölüme en yakın kişiler, cami gölgesindeki çay ocağında çile dolduran zavallı Bağ-kur emeklileriydi.
Yolun diğer tarafı ayrı bir dünyaydı. Genellikle tek katlı sıvasız evler ve evlerin türlü sebze ekili küçük bahçeleri, kasabaya uzaktan bakana iki ayrı tabloya bakıyormuş gibi bir his verirdi. Bir yanda hiç hareket etmiyormuş gibi duran, karıncasından sivrisineğine kadar mumyalanmış ölü bir hayat, öte yanda mevsimden mevsime başka entari giyen capcanlı bir hayat. Evlerin olduğu kısma hayat veren şüphesiz ki kadınlardı. Kahvedeki ve camideki ihtiyarların ağır hareketlerine nispet yaparcasına, çılgın bir devinim vardı onlarda. Vallahi ömrümün en güzel kahkahasını da, en acı ağıtını da bu mahallede duydum ben. Bu küçük dünyayı terk edip, bütün klişe mazeretleri heybeme doldurup, büyük kentin yolunu tuttuktan sonra, kimse Lütfiye Abla gibi şen bir kahkahayla titretmedi yüreğimin pencerelerini. Ah ne çok gülerdi O! Evlerinin önündeki geniş kütükte oturur gelene geçene laf atardı.
Gülmek ucuz şeydi o vakitler. Hiç hesapsız gülünürdü ve gülenlerin gözlerinden yaşlar dökülürdü. Ben bu kadının, karşı komşusu olan mezarlığa inat, hiç ölmeyeceğini düşünürdüm. O hiç sedir altında uzanacak gibi durmuyordu. İri bedenini saracak kefene, taşıyacak altı kolluya hiçbir vakit tenezzül etmeyecekti. Don lastiğine takılı mavi boncuklarla süslü uzun saçlarını çözüp, iki göğsünün üzerine örtmeyeceklerdi. Yer yer yapmacık bir teessür ifadesiyle, eski evinin rutubet kokulu bir odacığında helvasını kaşıklamayacaktık. Bütün bu acı vakalardan münezzeh, dev bir yaşam abidesiydi o. Ama öldü…Vadesi bu kadarmış, yiyecek tanesi bitmiş deyip, mezarlığın, karşıdan evinin balkonunu gören bir tarafına gömdüler onu. O vakitler, ölümlerin ekseri müsebbibi ‘vade’ idi. İmam ‘vade dolmuş’ dedi miydi, artık kimse ötesini berisini kurcalamazdı ölümün. O yüzden kimin hangi hastalıktan öldüğü de pek bilinmezdi. Ne de olsa aynı dertten muzdaripti insanoğlu “fanilik.” Fani misin, sağlık ocağının emektar ebesi ne teşhis koysa uyardı işte.
Yıl boyu birbirinin kopyası olurdu bahçeler. Bütün ekinler aynı anda çimlenir, aynı anda yeşerip boy verirdi. Dolayısıyla hasat da aynı vakitlere nasip olurdu. Hep düşünürdüm; gizli bir el, geceden bütün bahçeleri çapalıyor ve gökyüzünden kasabaya tohum saçıyor olabilir miydi? Başka nasıl böyle dev bir organizasyon sessiz sedasız gerçekleştirilebilirdi ki? Bir kerecik de şaşmaz mıydı kimse? Ya aynı saatte avlulara serilen çamaşırlara ne demeliydi? Kim kirletiyordu bu kasabayı aynı anda?
Otobüs yazıhanesi, mezarlık, lokanta, cami, kahvehane, evler…İşte bütün mevcudiyeti buydu kenar kasabanın. Evde doğan –otobüs yazıhanesine uğramadıysa eğer- lokantada karnını doyurur, kahvede çayını içer, camide namazı kılındıktan sonra, mezarlıkta uyurdu. İşte bu kadar karmaşadan uzaktı burada hayat. Değişmiş olamazdı.
***
Muavin küçük bavulumu uzatırken doğru yerde inip inmediğimi düşünüyordum. Islanan saçlarımı geri sıyırdım. O kadar şiddetli bir yağmur vardı ki, gözümü her kırpışımda, kirpiğimden yanağıma aşağı yol vuran damlacıklar, ışıltılı bir şekilde sağa sola savruluyordu.
“Şansa bak” dedim usulca. “Mübarek beni bekliyormuş.”
Muavin bagaj kapağını kapatırken bozuk bir şiveyle “ Cumadan yağan yağmur ya salıya kadardır, ya salaya kadar” dedi. Bu sözü sevmedim. Garip şeyler çağrıştırdı bana. Küf kokulu bir şeyler.
Güçlükle Sami Ustanın lokantasının olduğu yere doğru yürüdüm. Evet, orada bir lokanta vardı, ama anılarımdakine hiç benzemiyordu. Kapıda ortancalar yoktu. Belden yukarısı çıplak zarif bir kadın heykelinin göğüs uçlarından akan su, heykelin içinde bulunduğu küçük süs havuzuna dökülüyordu. Sami Usta asla böyle bir şeye müsaade etmezdi. O ki; “Bunlar puttur” deyip, kızlarını bebeklerle oynatmazdı. Biraz daha yaklaşınca havuzda yüzen kırmızı balıkları gördüm. Hakikaten güzel düşünülmüş bir giriş dedim içimden. İçeri girdim. Sami Usta görünürlerde yoktu. Oysa o müşteriyi kaldırımda kapardı. Sanki gidecek başka yeme içme yeri varmış gibi…
Hayranlıkla duvarlardaki fotoğraflara baktım. Karelerin usta bir objektiften çıktıkları belli oluyordu. Bir sandalye çekip oturdum. Her şey ne kadar da değişmişti. Sami Ustanın lekeli Keşan örtüleri gitmiş, yerlerine pırıl pırıl pembe pötikareli örtüler gelmişti. Her masanın üzerinde örtüye uygun renkte çiçekler, baharat takımları ve güzel peçetelerle dolu pembe peçetelikler vardı. Hayretle etrafı incelerken, takım elbiseli bir genç, salonu mutfak kısmından ayıran bocuklu kapıdan içeri girdi. Onu tanıyordum: Sami Ustanın miskin oğlu Selim. O da beni tanıdı. Karşılıklı gülüştük. Bana çay söyledi. Konuşurken söz Sami Ustaya geldi. Selim derin bir iç geçirdikten sonra babasının üç yıl evvel öldüğünü, müessesenin bugünkü başarısını göremediğini söyledi. Dışarıdaki heykeli göstererek “Bugünleri görmediği isabet olmuş” dedim. Güldük. Bana uzun uzun çağın ayrı, bizim insanımızın ayrı tarafa gittiğini anlattı. “Başta kıyameti kopardı ahali” dedi. “ Hatta bir gün üzerime yürüdüler. Ben de havuzun kenarına çıkıp bağırdım. “Bu heykel ananınıza, bacınıza, karınıza benziyorsa, bunu aynı pozda çekilmiş bir fotoğrafla belgeleyin hemen kaldırayım. Yok benzemiyorsa size ne oluyor?” dedim. Ahali daha da çıldırdı, deli bakışlarıyla üzerime yürüdü. Bir heykel yüzünden beni öldüreceklerdi inanabiliyor musun? Neyse ki baskılara boyun eğmedim. Onlar da zamanla alıştılar. Şimdi görmelisin. Az güneşin gözü görünsün, caminin en halim selim adamı bile ‘Selim, bize masayı heykelin dibine kurduruver’ diyor.”
Biraz daha sağdan soldan konuştuktan ve Selimin abartılı başarı hikayelerini ilgiyle dinliyormuş gibi yaptıktan sonra kalkmak için müsaade istedim. Ne mümkün, adam dil otu yutmuş. Anlattıkça anlattı. Bir an önce yıllardır ısrarla beni çağıran ve yaşayan son akrabam Feyme Teyzemin yanına gitmek istiyordum. Neyse ki iki müşteri geldi de Selim’den kurtuldum.
Muhtar beni arayıp ille de gelmemi söylediğinden beri, Feyme Teyzemin neye benzediğini hatırlamaya çalışıyordum. Bir türlü hayalimdeki parçalı kadın siluetini birleştirip, nur yüzlü toparlak bir teyze portresi oluşturamadım. Ara ara bana pekmez kazanını zorla yalatan bir kadın görünüp kayboluyordu anılarımda ama, bu Feyme Teyzem olamazdı. Çünkü zihnimi yoklayan hayalet görüntü, seksen yaşından aşağı görünmeyen bir kadına aitti. On beş yıl öncesi…Teyzem anca seksenlerine gelmiştir.
Zaman onun yüzünü muhterem silgisiyle silip süpürmüştü hafızamdan. Ama neden. En unutmak istediklerim bile, çok katlı bir apartmanın ahalisi gibi bedenimde yaşarken…
Her yan değişmişti. Mezarlık olması gereken yerde erkek berberi, eczane, tüpçü, soğancı ve birkaç da boş dükkan vardı. Yağmura aldırmadan, yol boyunca yürümeye devam ettim. Eski cami de yok olanlar arasındaydı. Yerine daha Avrupai bir cami inşa edilmişti. Hayatımda ilk defa resimlerle süslü bir camiyi orada gördüm. Caminin giriş kapısının üzerine öyle bir dal resmi çizmişler ki; azıcık ses etseniz, dalın üzerindeki kuşlar havalanıverecek, kanatlarının rüzgarıyla çiçeklerin pembe yaprakları süzüle süzüle yere inip cemaatin ayakkabıları içine doluverecekmiş gibi capcanlı!
Şadırvan hala yerli yerindeydi. Sevindim. Babamı görmüş kadar heyecanlandım. Şadırvanın akarı boyunca öbeklenmiş taze naneleri eze eze yürüdüm ve eski taburelerden birine oturdum. Ekrem Amca ve Rasim Efendinin hayali belirdi gözlerimde. Sanki hüzünlenir gibi oldum. Rengi yeşile dönmüş pirinç muslukta ayakkabılarımdaki kırmızı çamuru yıkadım. Her yan toprak koktu.
Yağmur az da olsa seyrelmiş gibiydi. Karşıda dizili evlere önüm sıra uzayıp giden çamurlu yola bir süre daha baktım. Sesler çınladı kulağımda, nemli küflü soluk hayaller geçti zihnimden…
Ben burada yaşamış mıydım?
Teyzemin evini bulamayacağımı anlayınca muhtarı aradım. Birkaç dakika sonra, muhtar başında dev bir kabak yaprağıyla sokağın ucundan göründü. Onu tanıyordum. Arada şehre gelip dükkanı için malzeme alırdı. Gelmişken çalıştığım yere uğramayı da ihmal etmezdi. Birlikte küçük nehirlere bata çıka teyzemin evine doğru yürüdük. Eski bir evin kapısına çıkan merdivenlerin önüne gelince durdu. “İşte burası” dedi. “Eniştenle konuşmuyorum, içeri girmeyeyim.” Sonra başındaki kabak yaprağını silkeleyip tekrar yerine koydu ve geldiğimiz yoldan geri döndü. Kapının önünde kala kaldım. Ne deyip de bu yabancı eve girecektim. Yüzünü hiç hatırlamadığım bir kadına sarılıp, sahte sevgi gösterileri yapıp, mübalağalı özlem sözcükleri söyleyebilecek miydim? Dahası o kadın buna layık mıydı? Mezarlığı bile en ince teferruatına kadar hatırlayan ben, neden onun yüzünü unutmuştum?
Ben bu düşüncelerle kapıya bakarken evin uç tarafında bir pencerenin perdesi aralandı. Buruşuk bir el gördüm. Yüzük parmağında bolca bir alyansın sallandığı, ağaç köküne benzeyen korkunç bir el. O sırada kapı açıldı. Orta yaşlı bir kadın beni içeri buyur etti. Girdim. Ayakkabılarımı çıkartıp eşiğin kenarına koydum. Bu karanlık ve ağır kokulu evi sevmedim. Dar holden kadının ardı sıra yürürken, duvarlardaki solgun desenli ve eski çerçeveli kanaviçe tablolara baktım. Yeşil bir kapıdan küçük bir odaya girdik. İçerisi o kadar ağır kokuyordu ki, bir an kusacak gibi oldum. Ama pencerenin kenarında küçük bir somyada yatan, insan görüntüsünden hayli uzaklaşmış yaşlı kadını görünce tekmil hissiyatım değişti. Kadın uzun uzun bana baktı. Görüyor olabileceğinden emin değildim. Elini arkamda duran kadına uzatıp, belli belirsiz bir sesle “Kim bu” diye sordu. Kadın da beni tanımıyordu ki, omzuyla ‘bilmem’ manasına gelen bir hareket yaptı. Sıkıntım iyice arttı. Acaba yanlış eve mi geldim diye düşünüyordum ki; masanın üzerinde annemin gençlik fotoğrafını gördüm. Pullarla süslenmiş bir çerçevenin içinde ne kadar da güzel bakıyordu.
Tiksinerek de olsa somyanın ayak ucuna iliştim. “Benim teyze” dedim. “Yeğenin. Kardeşinin kızı.” Beni duymadı. Kadına baktı. Kadın yüksek sesle “Yeğenin gelmiş” diye bağırınca, teyzem gülümsedi. Yarısı morarmış dudaklarının arasından uçları iyice aşınmış takma dişlerini gördüm. Bu sefer elini bana uzattı. Parmaklarını elimin üzerinde gezdirdi. Titriyordu. Ona bakınca ölüme bir adım mesafede olmanın ne acı bir şey olduğunu düşündüm. Her şey bitmiş. Artık vaden kalmamış. Sığınacak mazeret, kaçacak bir çağ yok…Allah’ım ne gam! Gözlerimi yumdum. Bulantımı bastırabilmek için, nefesimi olabildiğince idareli kullanıyordum. Birden elimin üzerinde iri bir yengeç dolaşıyormuş hissine kapılıp, irkildim. Gayri ihtiyarı elimi çekince, teyzemin boşlukta kalan eli yatağın üzerine düştü. O ana kadar bizi seyreden kadın omzuma dokundu ve “Onu üzme” dedi. “Kaç gündür can çekişiyor. Muhtar bu sabah geleceğini haber verince azıcık kendine geldi.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Bana kalsa beni neden çağırdığını öğrenir çarçabuk bu kasvetli evi terk ederdim. Annem ölmüş, babam ölmüş, o ölse ne çıkardı.
Güçlükle nefes alıyordu. Bir süre gözlerini kapattı. Sahiden öldü sanıp korktum. Bereket versin ki, çok geçmeden ağzını geniş bir şekilde açıp soluk aldı, soluk verdi. Sonra gözlerini açtı. Eliyle kadının yanına gelmesini işaret etti. Kadın çöktüğü minderden kalkıp ona doğru eğildi. “İçeride aynanın önünde küçük bir kutu var” dedi. “Onu al da gel.” Kadın aceleyle odadan çıktı. Naylon eteğinin ve tahta tabanlı terliklerinin sesini dinledim. Birkaç dakika sonra elinde ahşap bir kutuyla döndü. Teyzem nafile çaba olduğunu bile bile yerinde doğrulmaya çalıştı. Bu çaba onu daha da yordu. Birkaç kere daha derin ve hışırtılı bir şekilde nefes alıp verdikten sonra konuşmaya başladı:
“Bu kutuda altın bir saat var. Vaktiyle bir arkadaşı dedeme onu emanet etmiş. O da annene. Dedemin annene benden daha çok güvenmesine bozuldum. Ben ablaydım. Bana güvenmeliydi. Saati annenin sakladığı yerden çaldım. Gel zaman git zaman, dedemin arkadaşı döndü ve saati istedi. Annen saati getiremeyince babamdan abilerimden ve dedemden çok dayak yedi.” Titremesi ziyadesiyle artmıştı. Korkunç görünüyordu. Bir zaman dudaklarını yaladı. Kadın bardağa soktuğu pamuğu teyzemin dudaklarına sürdü. “Neden içirmiyorsun?” ona diye sordum.” Yasak” dedi. “İçtiği su ciğerlerine gidiyor, çok bağırıyor sonra.” Teyzem derin derin nefes aldıkça benim boğazım acıdı. Son bir nefes daha alıp konuşmaya devam etti:
“Annenin çok gücüne gitti bu dayaklar. O gece ne kadar ilaç bulduysa içti. Yaptığıma pişman olmuştum ama, korkudan sustum. Anneni doktora güç kavuşturdular. Bunu yaptığı için de ayrıca dayak yedi. Birkaç gün sonra da çareyi babana kaçmakta buldu ve bir gece evden çıkıp gitti. Giderken onu gördüm. Döndü bana baktı. ‘Gitme, saat bende’ diyecektim. Ben camı açana kadar koşarak karanlıkta kayboldu. Bir daha yıllarca yüze koymadılar onu. Çok ağladım. Çok pişman oldum. Başıma çok işler geldi bu günahım yüzünden. Sanki söylenmeyecek bir şeydi…Bir saat yüzünden kız kardeşimle düşman yaşadım yıllarca. Dedemin adı hırsıza çıktı. Annen benim aldığımı hep biliyordu aslında. Kimseye söylemedi, bana bile. Al bu saati. Kime aitse ara bul. Dedeme emanet eden adamın adı kutudaki deftercikte yazılı. O çoktan ölmüştür. Çoluk çocuğunu bul ve emaneti ver. Dedemi, anneni ve beni kurtar kızım.”
Teyzem sustu. İçimdeki tiyatro sahnesinin perdesi kapandı. Annem, dedem, arkadaşı ve teyzem selam verip perdenin arkasına girdiler.
O gece teyzem öldü. Sabah salasını duydum. Yağmur durdu. Salı gelmeden, sala geldi.
...ENGİNDENİZ...
Fotoğraf/ A.E.
YORUMLAR
dedemin çok inatcı dediğini yaptıran olmazsa olduran yönleri aklıma geldi satırlarını okurken onun dik duruşu altında sözleri... hele yolculuk bile yaptım köyüme ve aynen şimdi gittiğimde o eski kokusunu özelini ararım köyümde eser yok ne yazıkki..eski insanların asaleti içtenliği anıları canlaandı.bu kalemi okumak ufkumu açıyor sevgilerimle kalemin daim olsun canım
Ölülerin Sırları serisi devam ediyor sanırım. Kırkyama'lar gibi numaralandırılmamaları iyi olmuş (Kırkyama III asla üç ile anılmayı haketmiyordu).
Öncekilere göre daha az iddialı bir öykü olmuş. Sanki yazar kafasında Sır ya da Abi Aşkı'nın ötesinde bir öykü yazmayı tasarlıyor, o zamana kadar da seriye ara vermek istemiyor gibi.
Yine de güne gelmesini beklediğim bir öykü olmuş. Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Kırkyama kırk öykülük bir dizi olarak düşünülmüştü aslında. Üçte bitmesinin de bir sebebi var.
Ölülerin Sırları...Fena fikir değil aslında. Hiç bilim kurgu yazmadım. Sanırım asla beceremeyeceğimi düşündüğüm tek dal...Acaba mutasyonlarla ya da mutaflarla ilgili bir seri mi yapsam:)
Görüşünüz benim için önemli. Düşüneceğim İlhan Bey..
İlhan Kemal
Bence mutantlara ihtiyacınız yok, yeterince insan öldürüp (hunharca olmasa da), onlardan geriye kalan sırlar üzerine öykü kuruyorsunuz. O yüzden bilim kurgu yazıp yazmama ikilemine girmeden de Ölülerin Sırlarına sahipsiniz.
Aynur Engindeniz
Sanırım sorun çok sık yazmamdan kaynaklanıyor. Konuları bonkörce harcadım belki de. Çok düşünüp az yazmalıyım galiba. Böyle bir sabır da ben de yok.
Teşekkür ederim ufuk açıcı sözleriniz için. Saygılar.
İlhan Kemal
Geçmişine dönen birinin karşılaştığı değişiklikler, yıpranmış üzülmüş bir yüreğin, ailenin son ferdiyle buluşması, işlenen günahın itirafı...
Geniş anlatımla kahramanın anılarına yolculuk yaptık bizler de...
Tebrikler Aynur kardeşim, hüzünlü bir öykü, okurken etkilendim.
Selam, ve sevgiler, cumanız mübarek olsun.
Çok başarılı buldum. Öykünün dalları, taze bir bir sürgün gibi yumuşaktı, güzeldi. Anlatılanlar kurgu da olsa capcanlıydılar.
Başarı dileklerimle saygılar.
çok etkilendim..
yazının güzelliğinden mi, yoksa konusundan mı bilemedim ama gerçekten harikaydı ablam..
kelimelerin ve onları şekillendirmekte ki ustalığın hayran bıraktı beni okurken inan..
uzun zamandır bu kadar yalın ve beni içine çeken bir yazı okumamıştım.
güzel yüreğine teşekkür ederim:)
Çıktıyı almadan okuyayım dedim.(Çıktılar bayağı para tutuyor,ha!) Yazının uzunluğu hiç önemli değil.Yüzümü elime dayadım ve okumaya başladım.Bittiğinde devamı olsa diye düşündüm.Nostaljik bir yolculuğa sürüklendim. İç hesaplaşmalara zaman zaman yer vermen ders verdirmeden kahramanların ağzından felsefi fikirler sunman yazıyı akıcı hale getirmiş. Öykülerde en çok sevdiğim taraf da budur zaten...
Hocam,sen yaz ilk okucun ben olmazsam namerdim(Hem de ne anladığımı anlatmak kaydıyla:-)))
Selamlar.
(Yarın yine iş var,erkenden kalkmam lazım.) By...
ayhansarıkaya tarafından 7/8/2011 12:19:55 AM zamanında düzenlenmiştir.