29
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1723
Okunma


Laleli sokağın Dürüye’si, kahvaltı sofrasını aceleyle toplayıp sofra bezini silkelemek için camdan sarkıttı, amacı; dün aldığı plazma televizyonunu bütün mahalleye duyurmaktı. Sofra bezi silkelemek yüzünden, bodurum katında oturan Fatma Hanım’la sürekli tartışıyor, ona görünmeden alelacele silkeleyip içeri kaçıyordu çok zaman ama bu defa kaçmayıp etrafına bakındı. Karşısındaki evde oturan Ayşe Hanım, erkenden kalkmış kapının önünü süpürüyordu.
“Kolay gelsin Ayşe Abla, maşallahın var vallahi, erkenden evin işini yapmışsında sıra dışına bile gelmiş. Maşallah maşallah!” dedi. Televizyon konusuna nasıl gireceğini bir türlü kestiremiyordu. Tam bu sırada Ayşe Hanım;
“Ben sizin gibi öğlene kadar yatmıyorum be kızım! Erkenden kalkıp işime gücüme bakıyorum. Ne o, gece kuşu gibi akşam yatmayı, sabah da kalkmayı bilmiyorsunuz bir türlü!”
“Öyle deme be Ayşe Abla, akşam Öyle bir geçer zaman ki, dizisi vardı televizyonda ya, mübarek reklâm reklâm bitmek mi biliyor(!) Hem televizyon da plazma olunca insanın bırakıp yatası da gelmiyor bi türlü. Sanki evin içinde televizyon değil de sinema oynuyo sanırsın. Pek güzel pek! Hele o yangın sahnesi; vallahi yangın bizim evde sandım da geri sıçrayınca kafamı cama vurdum iyi mi.” Dürüye, yeni aldığı plazmasının reklâmını yapmanın verdiği zevkle sofra bezini ahenkle dalgalandırmaya devam ediyordu. Alt katında oturan Fatma Hanım’ın da duyup çıkması gerekiyordu çünkü. Fatma Hanım, Dürüye’nin bütün konuşmalarını duymuştu ama duymazlıktan gelmiş, başını kaldırıp bakmamıştı bile. Başka zaman olsa, sofra bezini silkeledi diye, başını alçak camdan dışarı çıkarıp ortalığı çınlatırdı tiz sesiyle.
O gün akşamı zor etmişti Fatma Hanım, kocası yorgun argın eve geldiğinde, adamcağız, daha elindeki keseri bırakmadan dırdırına başlamıştı bile. Hüseyin, her sabah eline keserini alıp amele pazarına iş aramak için giderdi. Elinden düşürmediği keser kendisiyle öyle özdeşleşmişti ki, herkes ona Keser Hüseyin derdi bu yüzden.
“Hoş geldin Hüseyin, bugün Dürüye’nin çalımından yanına varılmıyordu yine.”
“Yine ne almış Dürüyeler?”
“Plazma televizyon almışlar ya, mahalleye reklâm etmek için sabahın köründen beri anlatıyor tepemde! Gelecek hafta gün sırası bende, biliyorsun; günüme kadar mutlaka bir plazma da ben istiyorum haberin olsun!”
“İyi de karıcığım, ben mevsimlik çalışan bir adamım, bugün yarın yağmurlar başlayınca kim çatısını aktartacak ki, nasıl çıkaracağız plazmanın taksitini? Öyle ev dam yapmak gibi inşaatlardan da anlamam… Kiremit aktarmaktan başka bir şey gelmez ki benim elimden”
“Ben anlamam Hüseyin; benim neyim eksik o çarpık bacaklı karıdan! Ona kocası almış, sende bana alacaksın, o kadar!”
“Fatma! Azıcık aklın var onu da plazma alıp gitmiş be kadın! Sen plazmayı düşüneceğine, biraz para biriktir de bu bodrum katından çıkmayı düşünsen. Ne tez unuttun geçen kış suyun içinde yüzen eşyaları!”
“Ben anlamam! O şıllık karının plazması olacak da benim olmayacak ha! Anlamam! Bu hafta ya o plazma bu eve gelecek, ya da ben senin başına neler getireceğimi bilirim! Başka şansın yok Hüseyin, yok!” Dedi ve kapıyı çarptığı gibi mutfağa sofrayı hazırlamaya gitti. Evleri iki küçük odadan ibaretti ve holün ucunu da mutfak niyetine kullanıyorlardı. Geçen yıl ki su baskınında bazı elektronik aletler bozulmuş, bazılarını da sel götürmüştü. Elden düşme bir buzdolabı almışlardı ama televizyonu hâlâ alamamışlardı. Hüseyin, düşündü taşındı, doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Zaten televizyonları yoktu… Ha plazma, ha öteki; biraz daha fazla para verip plazmayı almayı düşündü. Böylelikle hem karısı mutlu olacaktı hem evin bir eksiği tamamlanacaktı. Yoksa karısının dırdırından kurtulmasının imkânı yoktu(!) Şimdi yağmurların erken yağmaması için dua etmekten başka bir şey gelmiyordu Hüseyin’in elinden.
Hüseyin, ertesi gün iş çıkışı evlerine yakın bir mağazadan plazma televizyonu alıp geldi. Evde adeta bayram sevinci yaşanıyordu; iki küçük çocuk televizyonun etrafında kedi gibi dolaşırken, Fatma Hanım, bir an önce kutuyu açıp içindekine bakmak istiyordu. Nihayet Hüseyin televizyonun kutusunu açtı, içinden çıkan televizyon incecikti, selin götürdüğü kocaman arkalı televizyonlarına hiç benzemiyordu. Rengi gümüş grisi, ayakları da bedeni gibi incecikti. Fatma Hanım, sevinçle hem televizyonu seyrediyor, hem yer ayarlamaya çalışıyordu. Çünkü oda çok küçüktü; camın ününde bir divan, kapının karşısındaki duvarın dibinde boydan boya yer minderleri sıralıydı. Kapının yanındaki kalan boşlukta da küçük tahta bir masa, masanın üzerinde siyah beyaz kareli bir örtü vardı. Televizyonu ancak bu masaya koyabilirlerdi; öyle de yaptılar. O akşam Fatma Hanım ve çocukları sevinçten yemek yiyemezken, Keser Hüseyin, borcu nasıl öderim düşüncesiyle yemek yiyememişti. Çünkü televizyona her ay yüz elli lira ödemesi gerekiyordu, hem de on iki ay.
Keser Hüseyin, ertesi gün her zamankinden daha erken çıktı yola. Çünkü ne iş olursa olsun yapmak zorundaydı ve ödemesi gereken borcu vardı. Üstelik ufaklığın biri bu kış okula başlayacaktı. Bütün bunları düşününce plazmayı aldığına bin pişman oluyordu ama artık yapacak bir şey yoktu. Amele pazarına ilk gelen kişinin ardına takılıp gitti… Gittiği yerde yedi katlı bir apartmanın akan çatısını aktarmaktı işi. Her zamanki çevikliğiyle merdivenleri tırmanıp çatıya çıktı ve kiremitleri itinayla yerlerinden alıp altlarını süpürmeye, kırık kiremitleri sağlamlarıyla değiştirmeye başlamıştı ki, ayağının altındaki çürümüş tahtayı fark edemedi, kafası hâlâ televizyondaydı çünkü. Tahta çatırdayarak kırılınca, Hüseyin, çatı boşluğuna sağ bacağının üzerine düşüp acıyla bağırmaya başladı. Bağırışa koşan apartman sakinleri, Hüseyin’i apar topar hastaneye götürdü; bacağı kırılmıştı. Allah yardımcısı olmuştu da çatı boşluğuna düşmüştü, yoksa çatıdan aşağı düşse bacağının kırılmasıyla kurtulmaz, dünyasını bile değiştirirdi.
Hüseyin, hastaneden karısını arayıp, bacağının kırıldığını, hastanede yattığını haber verdi. Fatma, çocuklarını karşı komşusu, Ayşe Hanım’a emanet edip telaşla hastaneye, kocasının yanına koştu. İki gece hastanede yattıktan sonra taburcu olmuştu Hüseyin.
Komşuları geçmiş olsuna geldiklerinde Dürüye;
“Fatma Hanım, bu hafta gün sırası sana gelmişti ama kocanın bacağı kırık istersen seni atlayalım başka zaman geliriz.” Dedi. Ama Fatma Hanım nal diyor da mıh demiyordu; “Ne olacak canım, buyurun gelin, nasıl olsa sıra bende. Kocamın bacağı kırıldı sadece, ölmedi ya!” diyordu. Birkaç gün sonra bütün mahalle Fatma’nın küçük evine doluşmuşlardı.
O gün televizyonda Fatma Gül’ün suçu ne filmi oynuyordu. Bacağı kırılan Hüseyin yan odada yatıyordu. Gelen misafirlerin yaşlıları yer minderine, gençler ise divana sıralanıp oturmuştu. Film başlayınca, Fatma Gül, uğradığı tecavüzü unutamıyor, sık sık hayalinde yeniden yeniden tecavüze uğruyor ve tecavüz sahnesi sürekli gösteriliyordu.
Minderde oturan Hayriye Hanım; “Tüh Allah belanızı versin sizin, züppe takımları!” diye bağırıp dizlerini döverken, divanda oturan Ayşe Hanım; “Vah vah! Sahi ne suçu var bu kızcağızın da bu kadar zebellan adamlar üstüne çullandı?” diye hayıflanırken, Hüseyin Efendi de yan odada hayıflanıyor, aklına borçları geldikçe inim inim inliyordu.
Dürüye ise, hem filmi izliyor, hem Hüseyin Efendi’nin inlemelerini dinliyordu. Üstelik Fatma Hanım’ın plazması kendisininkinden daha büyüktü. Sustu, sustu, susamadı. Az daha konuşmasa çatlayacaktı.
“Fatma Gül’ün bir suçu yok anladım da yan odada inleyen Hüseyin Efendi’nin suçu ne onu anlamadım gitti! Kös kös film seyredeceğine kocana baksana be kadın!”
Emine UYSAL/ 30.06.2011.