- 988 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
315 - EL HAKÎM
Onur BİLGE
“Düğünlere giden, resmigeçitlerde boy gösteren meşhur Davulcu Beşi vardı, esmer, şişman, koca göbekli, güleç yüzlü… Ne de güzel kavrardı tokmağı, kocaman eli, tombul parmaklarıyla! Şişkin pazıları, güneş yanığı kollarıyla nasıl da vururdu; bedenine uygun, mütemmim cüzü halini alan davuluna! Yeri göğü inletirdi!”
“Ondan bahsettiler. Rahmetli olduğunu söylediler. Belediye bandosunda davul çalan birisi vardı. O da öyle, tarif ettiğin gibiydi. Onunla tanışmak nasip olmuştu. Öldüyse, her ikisinin de Allah taksiratlarını affetsin!”
“Çalgıcı Kör Ali vardı, hemen hemen her düğüne giden… Ondan da bahsetmişlerdir.”
“Bahsetmezler mi? Karısı delbek çalarmış, o da cümbüş…”
“Gözleri görmezdi. Kara kuru, kamburu çıkmış bir adamcağızdı. Hem çalar hem söylerdi. Karısı da eşlik ederdi. Kadınlar kızlar çekinmezdi ondan, önünde oynarlardı. Karısı saz benizliydi. O da gün yanığı, çileli, buruşmuş kırışmış, eşi gibi…”
“Neşeli çığlıklar yükselirdi, düğünlerden. Çocuk sesleri çalgı seslerine karışırdı. Tiz ve güçlü kadın sesleriyle çekilen lülülüler yükselirdi, oyunların içinden...”
“Erkek kılığına girmiş şarlatanlar bir sürü şaklabanlıklar yaparlardı. Arada sigara molaları verilir, durulur dinlenilir, daha zinde bir şekilde devam edilirdi.”
“Adam boyu duvarlarla çevrili ahşap kapılı bahçeleri vardı. İçleri çiçek doluydu. O meyve ağaçlarının güzelliği!.. Aman Ya Rabbim!..”
“Palmiyeler, hurmalar, Frenk yemişleri…”
“Yenidünyaya ‘muşmula’ diyorlardı. Bizim hurma dediğimize de amme… Ben şeye hayret etmiştim… “Dallarında bu kadar portakal mandalina var, acaba neden yemiyorlar?” diye… Meğer turunçmuş onlar. Acı olduğu için yenmezmiş.”
“Reçeli yapılıyor, içi de değerlendiriliyor. Kazanlarda kaynatılarak ‘ekşi’ yapılıyor. Ekşi narlar da öyle…”
“Nar ekşisine bayılırım! Eğreni, tirmisi… Eğren nedir, bilir misiniz, çocuklar? Bilmezsiniz ya, nereden bileceksiniz? Bildiğiniz kızılcık… Elma, erik, eğren… E ile başlayan iki meyvenin üçüncüsü… Başka bilmiyorum. Var mı?”
“Galiba yok, dede. Eğreni de senden duydum.” dedi, Neşe.
“Sinema önlerinde, düğünlerde, parklarda falan satarlardı. Bir de mahalle aralarında… Yeni yetme gençler, başlarında tepsilerle dolaşırlar, anlaşılamayacak şekilde sündüre sündüre adlarını söyleyerek satarlardı. Bardaklarla ölçerlerdi onları. Gazete kâğıdından, kullanılmış defter yapraklarından yapılan külahlara doldururlardı. Düğünleri de günlük hayatları da bambaşkaydı. Hele Kaleiçi! ‘Eski Antalya’ diyorlardı oraya. Yazın, dükkânı bırakır bırakır denize kaçardım. Mermerli’den çıkmazdım! Sonra Şarampol… Giritli Mahallesi… Senin mahallen, Semiray…”
“Evet, dede! Benim doğduğum, büyüdüğüm semt… O zamanlar her tarafı kayalık, çalılıktı. Boş alanlarında uçurtmalar uçurulur, her çeşit oyun oynanırdı. Onları yazıyorum ben, unutulmaması için. ‘Oyun’ ve ‘Düzlük’ isimli öykülerimde cıvıl cıvıldır çocuklar. O taşlı tozlu sokaklarında, kırmızı topraklı boş alanlarda koştura koştura oynarlar. Ter içinde kalırlar! Ayakları, dizlerine; kolları dirseklerine kadar sıvanmış; üstleri başları toz toprak içinde, yüzleri kirli, elleri ayakları çamurlu… Sizin oralarda, Pali Bahçesi’nde top koşturulurdu.”
“Antalya Türkçesi diye bir şey vardı, darb-ı mesellerle dillendirilen…”
“Faytoncu Arafa, kamçısını şaklattı mı, atlar dörtnala koşmaya başlardı. Bir de nara atardı, şöyle bir: “Haydi oğlum! Deh!..” diyerek! Şarampol’daki Kanlıçay’da çimmeyen yoktu. Öyle bir Antalya’ydı, Antalya’m o zamanlar.”
“Yaz bunları Semiray, yaz! Unutulup gitmesin. Hikâyelerde bari yaşasın! Üstünden seneler geçivermiş, bak! Geçmişte kalıvermiş bile!”
“Onun için yazıyorum ya dede. O zamanlardan, yani çocukluğumdan ne koparsam kâr! Hatırlayıp kaydediverdiklerim benim, unuttuklarım yok! Sanki hiç olmamış, hiç yaşanmamışlar.”
“Şimdi, ‘unutmak’ dedin ya Semiray… Bizim ev sahibini hatırladım. Hani o çocuklarını bile tanımaz hale gelen adamcağızı… Ne kadar acı bir şey, bilirken bilmez hale gelmek… Sen, yıllarca hâkimlik yap, karar makamında ol, sonra hafızanı kaybet, hayalet gibi yaşamaya başla! Olacak şey değil ama olabilen şeyler bunlar. Bunama, herkesin korkulu rüyası… Ben, onu bunu bilmem, hafızayı boş bırakmamak, arada yoklamak lazım!”
“Alzheimer…” dedi, Işıl.
“O ne, kız?”
“Dediğin hastalığın adı… Onlardan bizim orada da var. Şizofrenler falan…”
“Nerede?” diye sormadık. Bakırköy’den bahsediyordu. Dedeyle ben anladık. Diğerleri de sormadı. Yoksa yine derdi depreşecekti, alacaktık başımıza belayı!
“Hafıza, bir arşiv… Bilgiler, evraklar, dosyalar… Bilgileri, oraya altın çivilerle çakmak lazım… Tertiplice yerleştirmek… Rasgele oraya buraya atılan eşyaları bulmak için her defasında her yere bakmak, her şeyi birer birer elden geçirmek, uzun süre aramak taramak lazım. Hafızamızda her şeyin belli bir yeri olmalı ve her şey yerine konmalı. Neyin nerde olduğu, minicik altın çiviler, gümüş çekiçlerle akla çakılmalı ki her arandığında kolaylıkla hatırlanıversin, bulunuversin! Bazı yerlerde rastladığım insanları tanıyorum ama isimlerini aklıma getiremiyorum. Kimi, hangi ortamda tanıdıysam, onu o ortamda adıyla sanıyla biliyorum; İstanbul’dan tanıdığım birini Antalya’da ya da Bursa’da görsem, adını bir türlü aklıma getiremiyorum. Tanıyorum ama nereden tanıdığımı hatırlayamıyorum.
Acaba hafızamıza olur olmaz her şeyi doldurduğumuz için mi beynimiz çöplük haline geliyor? Yoksa başkalarının dertleriyle dertlendiğimizden, üstümüze vazife olmayan işlere karıştığımızdan mı?”
“Kim bilir, dedeciğim? Elbette vardır bir hikmeti. Hani derler ya, damlaya damlaya göl olur. Belki de damlaya damlaya damlayamayacak hale geliyordur. Beyin hücreleri öle öle… Yani unutacak bir şey kalmıyordur, unuta unuta…” dedi, Duygu.
“Hâlbuki hafızanın hacmi, tasavvur edilemeyecek kadar geniş! Bir çocuğun hafızasında olan bilgileri yazmaya kalksam başarılı olamam!” dedim, “Bir süre düşündüm kaldım! Muazzam bir kapasite! Öyle bir bilgi işlem merkezi ki tarifi mümkün değil! Hâlbuki beyin, yumuşak, yağ parçası gibi bir organ… Nerden biliyor ne yapacağını? Nasıl duyuyor, görüyor, tat alıyor, acı veya zevk duyuyor! Bir sürü şeyi birden nasıl yapıyor? Bir de her şeyi kayda alıyor! Her düşündüğümde aklımı kaybedeceğimi zannediyorum! Bir kul bu kadar mükemmel bir yaratılışta, ya O?”
“El Hakîm ismini çok tekrarlayan, hikmete kavuşur ve kendisine gizli mânâlar açılır, Semiray. Bunu unutma! O, sana kendisini bildirir. “Allah-ü Teâlâ hakkıyla bilendir ve Hakîmdir.” Bu bir ayettir. Hikmet sahibidir. Her şeyi yerli yerinde yapandır. Bırakın diğer gerekli şeyleri, işte bakın, bir düşünün, sadece hafızamız olmasaydı, ne hale gelirdik!”
”Öyle ya dedeciğim! Yaklaşık elli tane ders kitabını hafızlıyoruz. Onları nereye dolduracaktık?”
“Ahmet! Bırak dersi, kitabı! Evimizin yolunu bile bilemezdik, sokaklarda dolanır dururduk, Maazallah!” dedi, Neşe.
“Bir hadis aklıma geldi, çocuklar. “Günahtan kaçmaya kuvvet, ibadet yapmaya kudret, ancak Aziz ve Hakîm olan Allah-ü Teâlâ’nın yardımı iledir.” Bir an yardımını bizden kesse, öylece kalakalırız! Biz, aciz ve zavallı kullarız. Gözle görülmeyen bir tek mikrop girse vücudumuza, bizi yere serer! Aczimizi bilir, O’na sığınırız. Öyle değil mi, Orçun? Sen neden bir şey söylemiyorsun? Ne düşünüyorsun, bakayım? Bir derdin mi var?”
”Hamdolsun, dedeciğim! Hiçbir derdim yok. İbadet konusu canımı sıkıyor. Gerektiği gibi kulluk edemediğim için kendime kızıyorum! Allah-ü Teâlâ, bizim ne kadar güçsüz olduğumuzu bilmez mi? Onun için yapabileceğimiz şeyleri emretmiş. Gücümüzün yetmeyeceği şeylerin ağırlığı altında bırakmamış. Buna rağmen ne kadar tembeliz! Başka şeylere üşenmiyoruz ama!”
“Bir ayet daha aklıma geldi, oğlum. “Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O, her şeye galiptir ve hakîmdir.” Çok ister ve dua edersen, az da olsa sürekli ibadet, sana da nasip olur.”
“Acaba ev sahibiniz bir kaza falan mı geçirmiş? Neden öyle olmuş?”
“İnsan hayatı, birkaç yıldan ibaret değil, Işıl. Bir asra yakın yaşayanlar var. Her organ gibi beyin de yorulur, durur, güçlendiği gibi zayıflar, tükenir.
Bize verilenlerin tamamı emanet! Akıl da hafıza da bedenlerimiz de… Kim bilir bir zamanlar nasıl kükrerdi, yetkisine güvenerek! Nasıl kasım kasım kasılırdı, kim bilir! Etrafındakiler, el pençe divan! Astığı astık, kestiği kestik! Hüküm verme yetkisi de emanet… Her şeyi hikmet üzere yaratan, yerli yerinde yapan, El Hakîm’dir! O, Mutlak ve Gerçek Hâkim’dir! Hüküm Allah’ındır! Her emri hikmet doludur.
O’nun hükmü olmadan ne olabilir? Kim, kime hükmedebilir? Ne zamana kadar? Eşe, evlada, emrimizde çalışanlara belli bir süre hükmedebiliriz. Hükmettiğimiz kişilere belli müeyyideler uygulayabiliriz. Müeyyidelerin de müeyyideleri vardır. Hâkimlerin Hâkimi, hükmedenlerin Hükümdar’ı ki O hikmet sahibidir. Ne yaptıysa, yerincedir.
Mevki, rütbe, para pul, mal mülk, her şey emanet ve kullanım süresi sınırlıdır. İnsan ömrü sınırlı, her şeyden önce… Yarattığı her şeyi gören, bilen, kontrolünde tutan Allah-ü Teâlâ için kâinat ne ki? Koca koca yıldızlar, galaksiler, hareketli hareketsiz ne varsa, hükmü altında… İşte, böyle bir Padişah! Gücü tahayyül edilemez! İşlerine akıl sır ermez!
Ne o? Saatlerine sık bakmaya başladınız. Galiba vakit daraldı. Hâkimi anlatacaktım, neden o hale geldiğini… Olmadı. Vardır bunun da bir hikmeti! Kalkın, durmayın! Yarın devam ederiz, artık! Haydi bakalım, okulunuza! Bak, hâlâ sallanıyor!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 315
YORUMLAR
Bu bölümü kaçırmışım. Biliyor musun, kızlarımın henüz ergen çağlarına girdiği şu dönemlerde bu öyküleri bir kitapta okumalarını çok isterdim. Ne muhteşem bir başucu kitabı olurdu onlar için.
Kutluyorum.
Onur BİLGE
Bakalım hangi yayın evine nasip olacak sevabına ortak olmak!
Sevgiler...