yeryuzunun yazgısı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Winchester tüfeğinin gümüş kakmaları öğle güneşi altında pırıl pırıl parlıyordu…Önümüzde dünyanın sonuna kadar uzanan İspanyol toprakları ve ilerisinde uçsuz bucaksız okyanus suları dansediyordu…Kuzey batıda eşsiz Kordoba ‘nın anıtsal sureti gözüküyordu…Yüzlerce yıldır üzerinde yapılmadık savaş kalmamış harap topraklar, öğle güneşinin ve denizden esen hafif bir rüzgarın da eşliğiyle, kalblere hüzünlü bir esenlik manzarası çiziyordu…Nereye nişan aldığını dahi göremiyordum..Tüfeğini çok uzaklara doğrultmuş sessizce bekliyordu…Bu bekleyiş onun sinir sisteminde en ufak bir çöküntüye sebep olmuyor gibiydi, haftalarca ve yıllarca orada öylece duracak bronzdan bir heykele benziyordu…O, Avrupa kıtasının bitmek bilmeyen savaşları gibi, olması gereken ama herkesin hiç olmamasını dilediği olaylar gibi, kendi rahatsız edici hislerini bertaraf etmesini biliyordu…Yüz yılın atı, yüz yıl sonra bu kıtaya girecekti ve yüz yıl dört nala koşacaktı bir uçtan bir uca… iyi insanları ve iyi olan herşeyi nallarının altında çiğneyip geçecekti…Bu alımlı kadın, elinde testisiyle güneşin parlak yansımalarını yüzünde ve beyaz elbisesinde dansettiren nehrin berrak suları başına geldiğinde, kendi yüzünün aksini görecekti sularda ve iç geçirecekti.. kendine aşık olacak ve her gün kendine bakmak için bu nehrin başına gelecekti…Ama o bilmezdi ki kendisine aşık olanın yine kendisi olmadığını yalnızca…Nehrin kenarında, ağaçların ve çalıların arasında, bir çok kem göz, pek çok kadim kötülük bu güzelliğin kendilerine hiçbir zaman dönüp bakmayacağını bilerek kol geziyordu..uzaktan izliyorlardı …ve o uğursuz ellerden bir tanesi zehirledi nehrin sularını, Kolera,hızla güzel kadının bedenine yayıldı, tüm organlarını zehirledi tek tek, yüz yılın atı yeniden çiğnedi onu…”Portekiz’deydi” dedi..”O’nu en son Lizbon’da gördüm..ve hala görüyorum, gözlerimi kapattığım vakit hep aynı bembeyaz yüz, siyah demirli bahçe kapısının arasında uzaklaşıyor benden…her kapatışımda gözlerimi, yakınımda beliriveriyor ama aniden………..düşüyor. Sonra hep yakınımdaki halini görebilmek için arka arkaya hızlı hızlı kapatı açıyorum gözlerimi…Gözyaşlarının ıslattığı bembeyaz yanakları seçebiliyorum bazen…Bazen sonbahar rüzgarıyla uçuşan siyah saçları görebiliyorum..Ama bütün bu imgeler de, her gözümü kapatışımda onun benden uzaklaşması gibi, topyekun terkediyorlar beni…”. Güneş, hala çakaralmazın üzerinde dansediyordu…Sonsuza dek ateş etmeyecekmiş gibi duruyor ve bana tanıştığımızdan bu güne kadar kurduğu en uzun cümlelerle, en uzun konuşmasını yapıyordu…Hemen anlamamı istemediğini anladım…Tam da onun anlamamı istediği zamanda anladığımı anladım…”Başka”nın ne demek olduğunu anlamamasının sebebini anladım… aslında bunların hepsini anladığını ve onun da hayat oyunun bu olduğunu ve tüm hayatını bir kişi uğruna (bir kişiyi aramak ya da bulmak için değil) yaşadığını anladım…Aslında o kadınla hiçbirzaman beraber olmadığını ve sorduğum soruyu içindeki “Başka”yı atı sormam gerektiğini anlatmak istediğini anladım…Tamamen çelikten yapılmış iki at, kulağımın dibinde çarpıştı…Uzakta, limandan bir martı sürüsü havalandı, fakat içlerinden biri bir daha asla havalanamadı…”Hepimiz sonsuzuz, ama bu dünyada hiçbirşey sonsuza dek sürmez” dedi bağırarak..Sesi sanki toprağın altındaki bir mezardan geliyor gibiydi, melekler onun için düdükler öttürüp, çanlar çalıyordu ve bu gürültüden duyamıyordum onu…Ortalık, az önce ateşlenmiş Winchester’in namlusundan tüten barut dumanını ve kulaklarımın çınlamasını yadırgarcasına sakindi…
“Delhi’de İngilizler cirit atıyor ve sen İngilizleri hiç sevmezsin”dedim…Yüzüme bakmadan atının üzengisinden tutup eğerin arkasına bağladığı hayvan postlarını söktü..”Evet”dedi”Hiç sevmem onları…ama insan sevmediği şeyleri yapmak uğruna mı gider dünyanın öbür ucuna yoksa dünyanın öbür ucuna gitmek için mi sevmediği şeyleri yapar bilemiyorum”…Postları omuzuna yerleştirdi, mavi gökyüzünden ciğerlerine derin bir soluk çekti…İnsanların eskiliğine inandırıldıkları için söylemekten vazgeçtiği hüzünlü bir şarkıyı ağzına doladı, mırıldanarak karlar arasındaki kulübeye yöneldi…
Nereye gittiğini biliyordum…Beyaz elbiseli kadın yıllar önce geçmişti buralardan..Kolera boğazını ve aklını yakarken o ta buralara kadar kaçmıştı…Daha sonra kadim kötülükler aklını da zehirlediler onun…Veba, Koleranın mahvedemediği organlarını da acımasızca kemirdi ve hastalığını buralara kadar bulaştırdı…”Hastalık, Afrika’dan geldi ve kısa sürede tüm kıtayı boydan boya katetti…Savaşarak ölmesi gereken erler, gecenin karanlığında Tanrı’ya yalvararak ve kendi dışkılarında boğularak öldüler…Veba ve humma yiğitlikte çelikten geri kalmayan pek çok adamın ve kadının kanına girdi, yavaşça mahvetti onları…buna izin veremezdim”…”Yani kaçtın mı?Sevdiğin kadından??Bir daha hiç yaşayamayacağını bilerek bu dinginlikten kaçtın mı?” Yüzünde aşıklara ve delilere özgü bir ifade belirdi…”Hayır dostum” dedi”Hayır tanrı biliyor ya, kaçtığım doğrudur ama kaçtığım şey konusunda yanılıyorsun…Madrid’deki özgürlük palavraları atan meyhanecilerle karıştırma beni…ya da bir bir bar orospusu için bıçak kavgasına giren sarhoşlarla.. ben hayatımı çok daha yaşanası şeyler için yaşadım…Tanrı biliyor kaçtığım şey her gün gözümün önünden kayan ve her kayışında hafızamdaki suretinden birşeyler eksilten o siyah saçlı hüzünlü kadın değildi…Ben yatağımda acılar içinde ölmenin utancından kaçtım, böylesine bir utanca kaynağından önce varılmalı çünkü utanç içinde bir ceset yoktur bu dünyada…Ölmekten korkmadığımı düşünüyorsun ama hayır bu büyük yalanı söyleyenlerden değilim, ölümden korkacak kadar cesurum…”…. Martının minik bacaklarından biri kopmuştu…Hala yaşıyordu ve ümitsiz bir çabayla kanatlarını çırpıyor, boğazından hırıltıyla karışık bir çığlık yükseliyordu..Gökyüzünün maviliğine karışmış arkadaşlarına onu beklemelerini söylüyordu..ama beklemeyeceklerdi, sonsuza dek yitip gitmişlerdi, ve bu küçük martı için yeryüzünün yeşillikleri de , gökyüzünün engin maviliği de yitip gidiyordu yavaş yavaş…İki askerin acıkan karınlarının kurbanı oluyordu martının gezgin anıları ve burada, limanın temiz gökyüzü altında son buluyordu…”Onu Hindistan’a annesinin ailesinin yanına gönderdim, bana oradan dört senedir her ay mektup yazıyor…”
..Savaş bittikten sonra Lizbon’a döndü…Kederin ve hüznün gemisine binip gitti, sırtında taşınamaz ağırlıkta yükler taşıyor gibiydi. Veba’dan kaçı, sevdiği kadını ardında bırakarak İspanya’ya gelmiş, savaşa katılmış, burada geçirdiği her günü ve her saati onu düşünerek geçirmiş ve hep ölmeyi dilemişti…Ama yazgıydı her gün ve her saati yapan ve onun için olan bu yapıda şimdi ölmek yoktu…Bense dünyanın başkentine, Madrid’e döndüm, orada savaştan önce yaşadığım yalnız hayatı yaşamaya devam ettim…İçimi kemiren düşlerden kurtaramadım kendimi…her gece küçük martı kanlar içinde kucağımda beliriyordu ve çırpınıyordu ve minik siyah gözlerini bana dikiyordu ve çığlıklar atıyordu, her gece bembeyaz yüzlü siyah saçlı, siyah elbiseli bir kadın, siyah bir kapının aralığından bana bakıyordu, göz bebekelri yoktu bu kadının ve ağzı büyümeye başlıyordu, her gece kulağımın dibinde iki çelikten at çarpışıyordu…
“Bombay’da bir dağ kasabası….Ne veba ne de humma ulaşamaz oralara... Dünyanın öbür ucunda zaman duracak, aynı bizim için durduğu gibi...Ve ben O’na döneceğim, geri döndüğüm vakit bembeyaz olmayacak yüzü ve beyaz yanaklarını gözyaşları ıslatmayacak, güneş parıldayacak yanaklarında ve kalbim vicdan azabı renginde olmayacak...Bir kahraman olarak döneceğim ona...Avrupa için ve ülkesi için savaşmış bronz bir anıt gibi... “
Fakat Yüz yılın çelikten yapılmış atını insanoğlunun yaptığı hiçbir set durduramamıştı…Veba da Humma da buralara ulaşmıştı ve herşeyi tüketen zaman bizim için durmadığı gibi yeryüzündeki hiçkimse için durmamıştı…Hindistan’a gelişimin üçüncü haftasında bana tarif edilen yere geldiğimde üzerinden nice savaşlar geçmiş Avrupadaki kimsesizler mezarlıklarından çok daha harap halde bir mezarlıkta şu yazıyı okudum:”Europe Calho…Yalnız Yaşadı Yalnız Öldü…. Bombay 7 Temmuz 1813”..Bana sarı hummaya yakalandığını ve hastalığın bedenini kırdığı aylar boyunca hep bir adamın adını sayıkladığını söylediler…Martı kucağımda çığlıklar atıyordu, her seferinde olduğu gibi bu yüzyılın atı da çiğneyip geçmişti onu, bembeyaz yüzüyle siyah demir kapının önünde bekleyen, ağlayan ve derinden derine hiçbir zaman dönmeyeceğini bilerek ardından baktığı adama bakan siyah saçlı kadın, beyaz yanaklarına süzülen yaşı silmeye fırsat bulamamıştı, hayatı yağmurda kaybolan gözyaşları gibi yitip gitmişti… Altı koca sene boyunca, savaşın kadim karanlığının ve gökyüzüne doğru tüten kapkara bulutlarının arasından usulca parıldayan bir güneş olmuştu bu kadının anısı ve onunla ilgili hikayeler duyduğum hergün biraz daha parlamıştı, sevdiği adam için her geçen gün soluklaşırken… Savaşın zorlu yıllarında beni hayata bağlayan imge, burada, dünyanın unutulmuş bir köşesinde bulunduğu yerin niteliğine ihanet etmeyerek yitip gitmişti…
Tahta kulübenin içine kan kokusu sinmişti…Yağlı ilmiğin kestiği boyundan akı kulübenin ahşap zeminini boyamıştı…Şöminenin gezgin alevleri kendini az önce asmış adamın rahatsız edici şekilde yarı açık olan gözkapaklarının arasından seçilen donuk gözbebeklerine yansıyordu…Turuncu alevlerin ışığı, üzerinde dansettiği asılmış cesede farklı bir hava veriyor ,onu ceset görüntüsünden çıkarıyor, onun bir kahraman, ülkesi için yıllar boyunca savaşmış yorgun ama mağrur bir adamın bronzdan heykeli gibi gözükmesini sağlıyordu…
Winchester’in gümüş kakmaları gözümü alıyordu..kan ter içinde kalmıştım, sıkılmıştım ama onda sıkıntıdan eser yoktu. Limanın üzerinde uçuşup duran bembeyaz martıları seçebiliyordum, denizden gelen hafif bir meltem Avrupa topraklarına ve yeryüzüne hüzünlü bir esenlik getiriyordu, martıların konmasını beklediğini anladım…
“Güneşin denizdeki yansımalarını görüyorsun değil mi?”dedi..”Güneş nasıl kendini denize aksettiriyor ve yansımalarını milyonlarca parçaya bölüyorsa Tanrı da kendi suretini yeryüzüne aksettiriyor ve bizim vasıtamızla kendine bakıyor. O yansımalardan hangisi ben Güneş’im diyebilir?”…Bana dönüp koskocaman bir içtenlikle gülümsedi. Sonra tek gözünü kapayı tekrar eski ciddi pozisyonunu aldı.. Tamamen çelikten yapılmış iki at, kulağımın dibinde çarpıştı…
YORUMLAR
Bu alımlı kadın, elinde testisiyle güneşin parlak yansımalarını yüzünde ve beyaz elbisesinde dansettiren nehrin berrak suları başına geldiğinde, kendi yüzünün aksini görecekti sularda ve iç geçirecekti..
Güneşin ışıklarının kadının yüzündeki yansımasının bu kadar güzel tarif edilebilmesi,
Hemen anlamamı istemediğini anladım…Tam da onun anlamamı istediği zamanda anladığımı anladım…
Tezatların hayatın tamamını temsil ettiğine işaret eden takip eden cümleler,
ve geniş tasvirlerle renklendirilmiş tüm bu zenginlik. Bu kadar doğal ve bu kadar sakin... Bir intiharın bu kadar şık anlatılabilmesi sık karşılaştığım bir durum değil, çok beğendiğimi ifade etmek isterim.
Büyük keyifti okumak teşekkür, selam ve saygımla...
alierbey
...
Sürükleyici ve düşündürücü bir paylaşım.
Tarih, savaş, bulaşıcı hastalıklar, yaralı martı ve aşk...
Kordoba ile ilgili bir belgesel izlemiştim geçen yıl. Müslümanlığın Afrika ve Avrupa'ya yayıldığı yıllarda, Kordoba'da yaşanan üç dinin ve bu dinlere mensub insanların, özel ve ticari yaşamlarında sergiledikleri barışcı tutumu yüz yıllar öncesinde bir yerlerde kaybetmiş olmaları ne tuhaf! Teknolojik gelişim içersinde, mentâl gerileme... Kaç martının bacağı koptu, kaç aşk çürüdü zamanda? Ve kaç çelik at çarpıştı bu yazı güne düşene değin zihinlerde...
Tebrik ederim, çok etkilendim.