- 1213 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
312 - ER RAKÎB
Onur BİLGE
Son zamanlarda, Virane’ye sık sık gelmeye başlayan Selahattin, yirmi dört yaşında, esmer, uzun boylu, zayıf, kamburca; iri ve kemerli burunlu, kalınca dudaklı, çukur çeneli, doğulu bir arkadaşımız. Yakınlarda oturmakta olan bir kıza âşık ve peşinde dolanmakta… O kadar ki okul falan umurunda değil, dersleri astı, akıbeti şüpheli… Bizimleyken bile bir ayağı bahçede bir ayağı dışarıda… Bir gözü içerde bir gözü kızda… Buraya geliş sebeplerinden biri Define’ye akıl danışmak, onunla dertleşmek, biri de kıza yakın olmak… Arada metrelerce mesafe de olsa o yakınlıkla avunmakta… Bize, özellikle Define’ye, kızın ilgisini çekmek, kendisini beğendirmek, sevgisini kazanmak ve onu ömür boyu beraberliğe ikna etmek için neler yapması gerektiğini sorup durmakta…
Yine bir içeri bir dışarı gidip gelmeler… Durduğu duracağı yok. Dedenin sabrı taşmış olmalı ki o insanın kanına giren yumuşacık tatlı sesiyle: “Yeter artık, oğlum! Otur şuraya! Bırak şu kapı pencere kollamayı! Başım beynim döndü yahu!” dedi, Selahattin’i karşısına oturttu. Havanın Sıcak olmasına rağmen, anlatmak istediklerinin dikkatle dinlenmesini arzu ettiğinden olmalı ki hava akımı yapmakta olduğu halde sokak kapısını kapattırdı. Piposunu aldı, içindekileri masanın kenarına vurarak temizledi ve cebindeki poşetten aldığı bir tutam tütünü içine koyup, yakma denemelerine başladı. Bir taraftan, yarısı çoktan tarihe karışan düşük kaşlarının altından, çukurlarına düşmüş minicik kara gözlerini dikerek Selahattin’e bakıyor, ufak ufak kımıldamalarla, söze başlama niyetinde olduğunun sinyallerini veriyordu.
“Göz, bir yere alışmaya görsün! Takılır da takılır aynı yere! Takılır kalır! Öyle ki röntgenci sanmaya başlarsın kendini.” diye, bir giriş yaptı. Lafın kendisine olduğunu bildiği halde Selo anlamazlıktan gelmeyi tercih etti. Sandalyesinin arkalığına iyice yaslanıp, kamburunu düzleştirmeye çalışarak, sağ elini masanın üstünden dedeye doğru uzatıp, sözlerine destek yaparak:
“Gözlem gerekli değil mi, dede? Sen öyle derdin. Bakmak ayrı, görmek ayrıydı. Öğrenme yollarından biri belki de en kolayıydı.” dedi. Dede ustaydı. Öyle böyle sözlerle diyeceklerini demekten vaz mı geçecekti? Sohbeti akışına bırakmadı, taşı gediğine koydu:
“Gözlemle öğrenmek mümkün olsaydı, kediler kasap olurdu! Senin de kediden farkın yok. İkiniz de et kemik gözetiyorsunuz.” Tartışma başladı. Bakalım sonu ne olacaktı? Hepimiz kulak kesildik. O da az değildi! Yılışık bir tarzda yavaştan başladı:
“Fark olmaz mı, dedeciğim? O, parçalanmışını, ben bütününü… O, ruhsuzunu, ben canlısını…” Bak bak, neler de biliyormuş! Suyun ağır akanından, insanın yere bakanından… Define alt edilemez ama… Nihayet piposunu yakmayı başardı, büyük bir keyifle tüttürmeye ve felsefe yapmaya başladı:
“Parça dediğin cüz, bütünün özelliklerini taşımıyor mu?” Dedede laf mı yoktu!
“Taşıyor, diyelim. O, yemek için; ben, sevmek için… Bu, az bir fark mı? O, tüketmek için; ben, bütünleşmek…” Acemi çaylak, yaşlı kurt artık cevap veremez zannıyla olsa gerek, bunları söylerken sırıtıyordu. Oysa kurt ihtiyar, gerektiğinde ufalayıvermeyi de iyi biliyordu:
“Başladın yine! İkiniz de maddeye bakıyorsunuz, ulaşma umudu ile. Başarılı olma konusunda kedi daha şanslı görünüyor. Nihayetinde, kıyısından köşesinden karnını doyurması muhtemel… Senin durumun hiç de parlak görünmüyor.” Can evinden vurdu, işte! Acısı fena olmuş ki sersem âşığın ses tonu merak ve heyecanla yükseliverdi:
“Neden, dede? Şimdi bütün hayallerimi mahvettin!..” Yumruklarını tüm gücüyle sıkmış, sıkıntıdan terlemeye başlamıştı. Herkese eğlence çıkmıştı. Yakında bulundukları için olaya şahit olanlar, konuşulanları kaçırmamaları gayesiyle, bahçenin dibindekilere işaret ediyor, onlar da çağrıya uyup, birer ikişer geliyorlar; sandalyesini çeken yaklaşıp oturuyordu.
“Neden mi? O, beklemekle başarıya ulaşabilir. Miyavlayarak, ihtiyaç beyan ederek, acındırarak… Sense, kedinin ciğere baktığı gibi bakıyorsun! Sadece bakıyorsun. Elin oğlu, tutacak kolundan, götürecek! Haberin olmayacak!..”
“Ne yapayım, Necmettin Dede? Benim yaratılışım bu! Sıkılgan, sus pus adamın biriyim!”
“Attın mı, mangalda kül bırakmıyorsun amma! Yok, “Biz Kayseriliyiz!”… Yok, “Biz şöyle becerikliyiz, böyle başarılıyız!” “Eşeğini boyar, adama tekrar satarız!” Göster marifetini de meydan Kayserili görsün! Aylardır kız takip ediyorsun… Geldiydi gittiydi, güldüydü bittiydi... En küçük bir gelişme, bir milim ilerleme yok! Kaya gibi oturuyorsun!”
“Sen olsaydın, ne yapardın?” Ellerini ovuşturmaya başladı. Huzursuzlanmıştı. Sağa sola dönüyor, yardım istercesine yüzlerimize bakıyordu.
“Ben olsaydım, dikkatini çekmeye çalışırdım. Çıkar önüne, konuşurdum.” dedi, Define. Oldukça rahattı ve piposundan kocaman dumanlar püskürtüyordu. Selo, gözlerini açabildiği kadar açıp dikkat kesilerek, merakla sordu:
“Ya terslerse?”
“Terslerse, başka yollar denerdim.” dedi Bay Tecrübe, gayet umursamaz bir edayla. Püf püf duman savuruyordu.
“Ne gibi?”
“Ne bileyim? Daha özenli giyinmek gibi… Sıradan olmamaya çalışmak gibi…” Sanki kolaymış gibi... Öyle birden bire... Sihirli değnek vardı sanki garibin elinde!
“Görsel olarak gerekenler, onlar. Fakat ben, kökende köy çocuğuyum. Bursalı gençler gibi olmam mümkün değil. Kılık kıyafet, saç baş… Hem, böyle şeyler bende yamalık gibi durur. Düşünsene! Saçları uzatmışım, bıyıklar şöyle, favoriler böyle… Çekmişim kot pantolonu… Yürüyüşüm başka, duruşum başka… Altı aval, üstü şaval… Altyapı yok bende, dede! Temel yok! Ne yapayım?”
“Otur dur, o zaman! Ne uza, ne kısal! Yerinde say!” sandalyesinin yönünü değiştirdi, yirmi derece kadar dönüp, ona yan yan bakmaya başladı. Onu gayet iyi tanıyordum. Küçümsüyor, kızdırıyor, hırslandırıyor; bütün bunları, onun yararına, bilhassa yapıyordu. Derslerini ihmal etmesine kızıyor, onu kendisini her yönden geliştirmeye sevketmeye çalışıyordu.
“Kolay mı zannediyorsun? Benim yerine kendini koy! Sen, bir İstanbul çocuğusun. Benim gibi mi?”
“Kendini yetiştirmeye çalışacaksın! Mademki artık köyünde değilsin, kalkıp buralara gelmişsin… İçinde bulunduğun topluluğa bir şekilde ayak uydurmaya çalışacaksın! Hele hele mektebi asayım deme! Seni isteyecekse de istemez!.. Onu bunu bırak, derslerine dört elle sarılıp, kısa zamanda iyi bir yerlere gelmeye bak!.. Haytalık etme!..” Tavrının ağırlaştığını, hakaret halini aldığını fark eden dede tekrar ona döndü. Yumuşayacağa benziyordu. Bu çocuk gönüllülüğü, anında değişivermeleri beni öldürecekti!
“Şaptan olur mu şeker?” diye boynunu büktü bizimki. Garibanlığını düşündü muhakkak ki. "Her şey paraya dayanıyor." diyebildi.
“Yanlış anlama, oğlum! Ben sana, “Zibidileş!” demiyorum. “Biraz çaba göster, tercih edilen ol!” diyorum. Mademki onu bu kadar seviyor, kazanmak istiyorsun…"
“Ne gibi bir çaba? Daha nasıl çabalayayım?”
“Ne bileyim? İlk etapta, şu derslerine dört elle sarıl! Ne olursa ondan olacak! Bunu iyice aklına koy!.. Bir taraftan da kitaplar okuyarak, güzel konuşan kişilere kulak vererek diksiyonunu düzelt! Radyo dinle mesela. Ne kadar düzgün konuşan spikerler var! Kılık kıyafet paraya dayanırsa da ucuzları da var. Bir atla bir deve değil ki! Öyle değil mi? Neler neler yapabilirsin! Mesela, yürüyüşünü daha tesirli hale getirebilirsin. Bunlar, önemsiz gibi görünür ama karşı taraf için çok önemlidir. Bak! Benim bir kız arkadaşım vardı. Uzaktan uzağa bir oğlana sevdalandı. Adını sanını dahi bilmediği, araştırıp soruşturarak hakkında malumat topladığı bir insandı. Aylarca onu izledi. Yakışıklı çocuktu. Kelle kulak yerinde… Üst baş o biçim! Bir gün, pazaryerinde karşılaşmışlar. Bizimki, yavaşça yanına yaklaşmış, yan tezgâhtaki meyvelerle sebzelerle ilgileniyor gibi yapmış. Bir gözü bir kulağı onda… Delikanlı ağzını bir açmış, bir konuşmaya başlamış ki felaket!”
“Ne olmuş?”
“Olanlar olmuş! Öyle bozuk bir Türkçeyle konuşuyormuş ki! Kızcağız, sükût-u hayale uğramış. O platonik sevda, bir anda dibe vurmuş.”
“Olamaz!..”
“Olmuş işte! Biz de şaşırdık! Nedenini sorduk: “O nasıl konuşmaydı öyle! “Gırh sehiz” diyen bir adam, hayalimdeki adam olamaz! Çok kaba bir insanmış!”
“Doğuludur.”
“Yok, Adanalıymış.”
“Zamanla değişirdi. Sabretseydi keşke! Yazık olmuş! Her şey dil değil! Belki çok iyi özellikleri de vardı. Öyle değil mi?”
“İstanbul ağzı başkadır, bambaşkadır! Herkese örnek olarak gösterilmiştir. Sen ben, biz yadırgamayız. Yerinde yöresinde öyle konuşuluyordur. O tarafın insanı fark etmez bile. Belki tercih sebebidir. Fakat bir İstanbul kızının kabul edebileceği bir özellik değil.”
“Ne oldu yani? Yani her şey bitti mi?”
“Bitti zahir. Bizimkinin ayakları suya erdi. Yara aldığı yerden kan kaybetmeye başladı, sevda. Zamanla bitti gitti. Görüyor musun, dil ne kadar mühim!”
“Şaştım kaldım şimdi ben bu işe, dede ya! Ne diyeceğimi bilemiyorum.”
“İşte evlat! Davulun sesi uzaktan hoş gelir. Dışından baktım, yeşil türbe; içine girdim, tövbe estağfurullah, tövbe! Yani her şey dışından göründüğü gibi değil.”
“Şimdi benim için o da mı öyle? Yani dıştan gördüğüm gibi değil, öyle mi?”
“Bilemem. Belki dıştan göründüğü gibi kibar bir kız… Diksiyonu da iyi… Bakalım, sen de onun için öyle misin?”
“Ben kendimi fark edemem ki! Bana göre benim konuşmam normal…”
“Bir de ona sormalı! “
“Ya beğenmezse? Yani o dediğin kız gibi…”
“Bu, sadece dil için böyle… İnsanda aranan özellikler sadece dil değil ki! Kim bilir daha neler aranmaktadır! Öyle değil mi?”
“Bilemem ki dede! Öyledir herhalde.”
“Hayat çok acımasız, oğul! Çok acımasız, çok!.. Belki diploma arıyordur, belki para, mevki, rütbe… Belki sadece yakışıklılık, şıklık… Bilemeyiz ama bildiğim bir şey varsa, bütün bunların tamamını elde etmeye bakmak lazım! Aksi halde, kaşığımızda ne çıkarsa ona razı olmak zorunda kalırız.”
“Gerçekten beğenmek kolay da beğenilmek ne kadar zor! Ben köyümde bunlardan habersizdim. Kasabaya okumaya gittim. Bütün amacım, üniversiteyi kazanmaktı. Bunun için var gücümle çalıştım, uğraştım, başardım. Şimdi seninle konuşunca…”
“Gerçeğin yüzü çok soğuk, değil mi?”
“Herkes öyle mi acaba? Yani herkes bütün bunlara mı dikkat eder?”
“Evet, herkes… Tamamına değilse de çoğuna… İnsan evladı çok zor yetişiyor, evlat!”
“Dede, ben gideyim. Birazdan çıkar.”
“Ne yapacaksın? Yine uzaktan takip etmeye devam mı?”
“Devam… Başka türlü olması mümkün değil! Sabah, evden çıkmadan köşe başındayım; öğleyin, işten çıkmadan o kahvede… İşe gidiş gelişlerinde görüyorum, fark ettirmeden izliyorum. Onunla ilgili tüm hislerimi gizliyorum.”
“Yılan hikâyesi… Gönlünün peşinden git bakalım, nereye kadar gideceksin!”
“Bilmem ki dede! Belki de ölümüme!”
“Yok artık! O ne biçim laf öyle?”
“Hepimiz, adım adım ölüme gitmekte değil miyiz?”
“Öyle ya! Sen istersen gidebilirsin. Benim daha acelem yok!”
“Elbette, dede! Önde biz varız! Sen daha çok gençsin! Göreceğin günler, alacağın muratlar var.”
“Murat dedin de evlat… Alakasız ama aklıma Murakıp geldi. Allah da her halimizi gözlemekte… O, her yerde her an hazır nazır… Bütün yarattıklarını murakabe etmekte...”
“Murakabe?”
“Er Rakîp… Allah’ın sıfatlarından… “Hâfız, Hafîz ve Şehîd” anlamlarına yakın, bazılarıyla aynı anlamda kabul edilmekte... Allah, kullarının yaptıklarını zabt ve murakabe etmektedir, hepsine muttalidir, her şeyi bilir, gözetir, evrende olan bitenden anında haberdardır. Rakîb’tir, her yarattığını kontrolünde tutar ve korur. Bunları ilmi ve hıfzıyla yapar.”
“Murakıp, ‘denetçi’ demek… Korumak, bekçilik yapmak anlamında... Onu biliyorum da… Ben gideyim, dede! Canım tezlendi! Çıkıyordur! Yetişeyim!”
“Haydi bakalım, deli çocuk! Selametle…” Ok gibi fırladı! Ey, aşk!.. Hey gidi aşk, hey!.. Kendi aramızda devam ettik.
“Herkesin iki yanında hazır ve gözcü olan melekler, iyi veya kötü, her türlü ameli kaydederler. Onlarla mı gözetir?” diye sordu Işıl.
“O, öyle bir Hâkim’dir ki bütün suçlar, huzurunda işlenmekte, her hale tanık olmaktadır!” dedi Mahir.
“Sadece yapılanlar değil, tasarlananlara da tanık olmaktadır. Üstelik niyetleri de bilmekte, her an her yeri ve her şeyi birden kontrolü altında tutmaktadır.” diye devam etti, Ahmet. Orçun:
“Bunun bilincinde olan günah işleyemez, daima iyilik, doğruluk ve dürüstlük içinde olur, yapmakta olduğu güzel işleri daha da iyileştirmeye, mükemmelleştirmeye gayret eder. İbadetinde de diğer zamanlarda da ihsan içindedir.” diyecek oldu, Işıl sohbete su kattı:
“O ne demek? İhsan’ın içinde mi?”
“Ya, başlama yine! Ciddi bir şeyler konuşuluyor, burda!” diye kızdı, Orçun. O aldırmadı:
“O zaman anlamını söyle de biz de bilelim!” diye, diretti.
“Hah şöyle! Hizaya gel!.. İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmektir. Çünkü biz O’nu göremiyorsak da O bizi görmektedir.” derken, Define lafı ağzından aldı:
“Murâkabe, Allah’a bağlanarak çile dolduran kimseler için de kullanılır. Onlar murakabe ederler. Yani, sürekli Rakîb olan Allah’ı düşünerek, akıllarını fikirlerini ve kalplerini sadece O’nunla meşgul ederler. Bu öyle bir haldir ki marifetten ortaya çıkar ve devamına ölüm bile engel olamaz!” Konu kolayca bitecek gibi değildi. Öğle vaktiydi. Çay ve tost kokuları bahçeyi sarmıştı. Galiba çok acıktığımız için sabırsızlanmıştık. Konuşma adabı, sıra falan kalmamıştı. Herkes birden konuşmaya başladı. Sesler birbirine girdi. Uyarılar işe yaramadı. O karmakarışık sözler arasından anlayabildiklerim:
“Murakabe, takip yani… Görme, gözetleme, gözleme…”
“Bunlar farklı sözcükler… “
“Farklı tabi… Basir’dir, görür. Rakib’dir, murakabe eder. Yani gözler, gözetler.”
“Ne kadar çok şeyi bir arada ve aynı anda yapmakta! Hayret ki ne hayret!..”
“Hayret ender hayret!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 312
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.