KAYIP RUHLAR KRALLIĞI
Kayıp ruhlar krallığı…
Âşık olup da kaybeden var mı kendini Mecnun misali? Çöle vuran, perperişan, tabana kuvvet yürüyen, akla ziyan pejmürdeleşen, insanları yok sayan, çalışmayı hiç eden, eşi dostu iç eden, sayıklamayı esas alan, manasız manasız temaşayı ifa eden, olur olmaz zamanda ve yerde durmadan gülen, ayakları yere basmayan uçar gibi adım atan, teşbihte hata olmaz ama var mı böyle bir insan etrafınızda… Var ama yok, yok ama cismaniyet olarak var… Ruhaniyet hakka teslim, hak bilir.
Kayıp ruhlar krallığında ikamet ediyorum. Ne kadar hayalet var ortada dolaşan, ne kadar gardı düşmüş ruh var ortada uçan… Üzülüyorum tutup ellerinden ama eller yok oluyor nagehan… Tutup gözyaşlarını silmeye çalışıyorum mendilim havada asılı kalıyor hemen. Ruhumdan bir tutam ruh katmak istiyorum KAPALI bir moda giriyor aniden.
Kayıp ruhlar krallığı… İnsan bataklığı…
Kayıp ruhlar kenti… Başkenti varsayın yalnızlığın, edepsizliğin, gönülsüzlüğün ve akılsızlığın…
“Gezdim Halep Şam ,
Eyledim ilmi talep ,
Meğer ilim bir hiçmiş ,
İlla edep illa edep” der Yunusum… Edebini zayi eden her şeyini kaybeder. İlla edep
derken kudema ruha, bugüne bakıp ruhunu yitiren bir soğuk memat görüyorum ortalıkta dolaşan. Ahlak yok olmuş, terbiye aranır olmuş, edep rafa kalkmış, hürmet Allah’a emanet olmuş, saygı revan olmuş başka iklimlere, sevgi hakkın rahmetine kavuşmuş, şefkat taşa isim olmuş, merhamet göçe tabi olmuş, hakkaniyet tehcire tabi tutulmuş onlardan geriye ruhumuz kalır mı?
Kayıp ruhlar başkenti… Edebi olanla edebi olmayanın farkı… Biri hayatiyken diğeri memati…
Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kafile zor tabiat koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam eder. Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden dururlar.
Taşıdıkları yükleri yere indirir ve hiç konuşmadan beklemeye başlarlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen Batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremez, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek isterler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekler.
Bu anlaşılmaz durumu, yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade eder: "Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor."
Ruhlarımız geride kaldı ey ahali!
Dönüp bakan var mı?
Tarihin o altın sayfalarında özünü arayan var mı?
Aşkın kitabında ismini gören var mı?
Bir millet ruhunu kaybederse vay haline? Kendisini kendisi yapan unsurlara ehemmiyet göstermezse ve kaale almazsa bunu, yok olsa evladır.
Gazetelerde sürmanşet: “Ruhumu kaybettim hükümsüzdür” İtiraz eden olur mu? Bir kişi ruhunu yitirirse mevta addedilir ya toplum ruhunu kaybederse ne denir? Kalpten ve beyinden yoksun kalırsa; soğuk ve sert bir taş gibi hareketsiz kalırsa, bir odun misali sadece vurma ve yakma işini hâllenirse, içi kof bir ceviz gibi olursa, yitirirse ruhunu ve peşinden gitmezse kıymetlilerinin ahiri ne olur bu toplumun?
Kayıp ruhlar sokağı…
Duvar dibinde oturursa bir çocuk ve hep orada kalırsa öyle hissiz ve donuk… Uzanmazsa bir el kendisine… Yönelmezse bir nazar, çevrilmezse bir şefkat, gitmezse bir merhamet işte orada ruh uçup gitmiştir. Orada insanlık ölmüştür. Tez selası verilsin ademiyetin. Defnedilsin bütün insanlık katillerinin cesedi…
Kayıp ruhlar sokağında oturuyorum. Ne de kalabalık ne de yalnız ruhlar istila etmiş burayı… Adım başı bir ruh, ama ezgin, bitkin ve dingin.
Ne kaçamak bir bakış ne ufacık bir sesleniş ya da serzeniş… Başlar öne eğik, gözler yere sabit, ruhlar ürkek bir ceylan misali… Su gibi akıp gidiyor habire… Ne kadar ruh biriktirmiş bu sokak, ne kadar yalnızlık toplamış, ne kadar ilgisizlik görmüş, ne kadar sahipsiz kalmış…
Kayıp ruhlar bahçesindeyim…
Ne kadar insan aşkına karşılık bulamamış, ne kadar insan divaneliğe iltica etmiş, ne kadar insan dem vurmuş mecnunluktan. Say say bitmez, bir kumbara misali ne kadar aşk biriktirmiş bu insanlar. Gülleri solmuş, bülbülleri susmuş, suları kurumuş, güneşi düşmüş bu bahçenin. İlkbahar sonbahar olmuş, yaz kışa dönmüş.
"neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır
bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan" Kase-i fağfur, Çin porseleninden yapılmış bir kâsedir. Hamuru çok ince olduğu için ufacık bir temas bile kâseden çok ses çıkmasını sağlar. Bir dokun bin ah işit deyimi de işte buradan türemiştir. Can biriktiren cam gibi ha kırıldı ha kırılacak… Can testisi ne de inliyor, su yolunda kırılmadan dayak yiyiyor.
Kayıp ruhlar mezarlığı…
Ne kadar kalp yaralı, ne kadar göz yaşlı, ne kadar gönül darbeli… Hepsini canlı canlı defnetmişler aşkın kabrine… Üst üste kalpler defnedilmiş, ruhlar dizilmiş kat kat… Meyyit üstüne meyyit konulmuş, mezar üstüne mezar kâgir mi kâgir, beton mu beton… Ölü mü ölü, kayıp mı kayıp, bu ne kadar ayıp!
Kayıp ruhlar yazısı burada hatmi kelam eyliyor.
Sizleri de kayıp ruhlar kervanına katmayı arzu ediyorum.
Kayıp ruhlar bu fani dünyada kendilerine ayıp edilmiş ruhlardır; ezilmiş bir şekilde böcek muamelesine maruz kalmış, itilmiş ortamdan kollarından çekilip, horlanmış ortasında insanların, dışlanmış dostlukların kıvamında, sevilmemiş âşıkların dergâhında, saygı gösterilmemiş makamın koltuğunda, yalnız kalmış, biçare kalmış, ezik ve fakir olmuş her zaman…
Kayıp ruhların avukatıyım.
Tanığıyım zamanın ve azığıyım insani olanın.
Kayıp ruhların avcısıyım.
YORUMLAR
Sanırım benzetmelerin yoğunluğunda ana fikri yakalayamadım ben. Kayıp ruhlardan onlara zulmedenleri mi sorumlu tutuyoruz yoksa hayat çok hızlı akıyor ve insan o hengamede kendi kendisinin ruhunu mu geride bırakıyor? Kime bunca sitem?
Kzılderili öyküsü çok hoşuma gitti bu arada.
Emeğiniz için teşekkürler.