- 932 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GARİP VARDI
Veli’nin efendi, masum, garip yapılı, kimseye zararı olmayacak kadar olgun bir dayısı vardı. Onun aklı çok az erer, daha yedi - sekiz yaşlarındaydı. Sağlığında bir veya iki kez görmüştü. İlginç hallerde gördüğünden hafızasında saklıdır, hiç silinmezler. Hâlâ o hatıraları ile hatırlıya biliyor.
Hastalandığını duydu. Tabi o zaman şimdiki gibi doktor nerde! Arabanın çok seyrek geçtiği yola ulaşmak için yaklaşık bir km dağ, bir km de ova yolu geçmek gerekiyordu. Dayısını sal yaparak bir kaç kez zamanın meşhur doktoruna götürdüler. Dayısına bir kaç defa da gerçek mi, üfürükçü müydü bilmem, hoca getirildi. Dayısı suçsuz öldürdüğü kara köpeğini hasta yatağında çok sayıkladı. Hasta yatarken de birkaç defa Veli dayısını ziyaret etti. Dayısı hastalığından bir türlü kurtarılamadı.
Aynı yılın baharında yayladaki Veli’nin ailesine ait çadırda, dayısının hanımı, kendilerinden ve diğer komşulardan altı kişi yağmur sonunda oluşan ılıman havada, yanan ateşin etrafında ateş böcekleri gibi oturuyorlardı. Veli’nin en küçük ablası, o da On yaşlarında, eşeğin üstünde ağlayarak, o zamanlar daha yeni kurulan mahallelerinden geldi, ağlamaktan sesi kısılmış, gözleri kızarmıştı, “dayım ölmüş” diye mırıldandı. Ölümün ne demek olduğunu ikisi de bilmiyordu. Çadırda bulunanlar hep şok oldular, dayısının hanımı zaten acı habere hazırlıklıymış, ağlamaya başladı. Yanlarına ellerini vurarak ağlaya, ağlaya bir tepe ötedeki çadırına doğru gitti.
Aynı gün en az yedi-sekiz km uzaklıktaki yayladan, Veli ve dört kişi yola çıktı, cenazeyi seyretmeye. Mahallenin içinden mezarlığı seyrettiler. Çocukluk aklı, geri geri durmayı, topluma karışamamayı, aptallığı o günlerden öğrenmişti her halde Veli. Küçük bir mahallede yetişmenin faturasıydı bu Veli için. Evladı yaşayacağı çağa uygun yetiştirmeli. Çünkü gelen her gün geçen günleri aratıyor.
Birine halen hamile altı çocuğu ile Veli’nin dayısının hanımı dul kalmıştı. Yetimlerini yetiştirip hepsini iş, güç sahibi yapıncaya kadar yengesinin cahil haliyle ne çektiğini bir kendi, bir Allah bilir. Kadıncağız ahlâksız tekliflere bile maruz kalmıştı. Daha neler, neler… Davar, inek sürüsü ve yalnızlık, belki de ömrünün tamamını gösteriyordu. Belli mi, çektiği sıkıntılar çekeceğinin yanında lafı bile olmayacak kadar az olabilirdi.
Üçüncü evladı, ikinci oğlu Ramazan, Devlet Parasız Yatılı imtihanını kazanıp öğretmen lisesine gitmişti. Ondan bir yıl sonra Veli de aynı okulu kazanıp gidince çok yardımı olmuştu. Aynı yaşta olmalarına rağmen Veli’ye ağabeylik yapmıştı. Ramazan tatile geldiği yaz aylarında da oğlak sürüsünü güderek ailesine yardım ederdi. Gerçi okulda her yıl birkaç dersten ikmale kalırdı ama olsun, çok alçak gönüllü bir çocuktu. İlkokulda aldığı eğitim sebebiyle de orta halli bir öğrenciydi. Orta boylu, esmer tenli, tombul, dolunay yüzlüydü. Malum dini bilgilerin gizli, saklı bilgili ya da bilgisiz kişilerce öğretildiği ülkemizde Veli gibi Ramazan da bir hoca önü ne oturup Sübühaneke duasını öğrenmiş insan değildi. Hatta yeni gençlik dönemiydi, gusül abdestinin nasıl alı- nacağını belki de o da Veli gibi bilmiyordu. Veli ile çok iyi anlaşırlardı, bayramlarda bile sırada arka arkaya olurlardı, doğum tarihi sırasına göre dururlardı. Hatta sıradakilere ölüm sırası da böyle gelse diye şakalaşırlardı. İlkokulda zaten bu bilgiler verilmiyordu, ortaokulda da daha yeniydiler. Yaz tatilindeydi. Bir gün Rama- zan’ın yediği teneke kutudaki gül reçelinden zehirlendiği haberi yaylada duyuldu. O zamanın meşhur doktorlarına birkaç kez götürüp getirdiler. Hareketlerinde farklılıklar vardı, delirdi dendi, biraz normale dönünce de maddi tedaviye devam edilmedi. Manevi tedavi zaten düşünülmedi. Kendine mahalle arkadaşları Ramo diye lakap takmışlardı. Ramazan’ın kısaltılmışı. Birde malum köy yerinde lakapsız insan pek bulunmaz ya.
Ramazan’ın durumu normaldi, ancak konuşması biraz fazlalaşmıştı, her konudan laf ederdi, bilsin, bilmesin ahkâm keser, fetva verirdi. Veli gibi biraz çenesi düşüktü ama olsun. Kesinlikle art niyetli olmazdı. Gani gönüllüydü. Düşe kalka liseyi bitirip, fakülteye gitti. O okulda da zamanında Sübühaneke duasını dahi bir hocadan öğrenmemenin faturasını çok ağır ödedi. Belki de çoğu zaman harçlığı gönderilmiyordu. Gönderiliyorsa da yokluktan düzenli olmadığı için Ankara gibi yerde neye yetecekti? Bazı yıllar işyerlerinde (lokantalarda bulaşıkçılık) çalışarak okumaya çalışırdı. Beş yıllık okulu dokuz yılda zorla bitirebildi.
Ramazan’ın öğretmen olarak ücra bir Anadolu okuluna tayini çıktı. Oradan oraya, idareci bulamadıkları okullara göndererek iyi niyetinden çok faydalandılar. Hele uyanık öğretmenler bir donunu soymadılar. Onlardan çektiğini kimseden çekmedi. Kendisinde bir türlü evlenmeye karşı istek olmazdı. Ne zaman yanında konu açılsa söz değiştirirdi. Çocuklara özlemini yeğenlerine yardım ve diğer çocukları çok severek telafi ederdi. Yeğenlerini anne ve babalarından çok severdi. Çocuk ruhlu biriydi, hiç kimseyi, yer de gezen karıncayı bile incitmek istemezdi. Hayvana taşı vurasıya değil de korkutmak amacıyla atardı. Maddi imkânsızlıklar sebebiyle okuyamayan öğrencilere çok yardım ederdi. Maddi sıkıntısı olan tanıdıklarına hemen yardımda bulunurdu. Geri alıp, alamadığı meçhul olduğu gibi belki de çok parası battı gitti. Bilen yok ama bir sermaye bırakmış olabilir…
Hatta bir defasında küçük kardeşinden evlenmesinin bedeli olarak On iki adet yirmi iki ayar bilezik elinde öğretmen arkadaşı ile ortak araba almak için gidiyordu. Onun temiz kalpli olduğunu bildiği için (sanki malum olmuş gibi) Veli arabasıyla Ramazan’ı götürürken bütün kalbiyle çok yalvarmıştı, dinletememişti. Araba alındı ama bilezikler geri dönmedi. Döndüyse de elinde harçlık oldu gitti. İyi niyetinden yararlanan binlerce uyanık(!) elbet bir gün mutlaka tekrar uyanacaklar!... Uyandıklarında da Ramazan’a getiririler her halde.
Çocukluğundan gençliğine ağzına sigara almamış, alkolün olduğu hiçbir yere yaklaşmamıştı. Temiz bir hayat yaşamıştı. İncinmesinden korktuğu için bir yaprağı, gülü, çiçeği dalından koparmazdı. Onun yüzüne bakan kesinlikle çok sağlıklı olduğunu sanırdı. Düğün ve eğlencelerde aynı Veli misali ortaya çıkıp kolunu kaldırmazdı, alışmamıştı. Zaten hayatın keskin çarkları arasında ezilmesinin yegane sebebi zaten sosyal faaliyetlerde geri durmasıydı. Biraz resim yapmaya ve aylık dergileri okuma merakı vardı.
Kardeşlerinin işlerine dört elle sarılırdı. Bütün yeğenlerinin okuması için çok çaba sarf ederdi. Okul kayıtlarını yaptırır, gerekirse okullarını kardeşlerinin bile haberi olmadan değiştirirdi. Onurlu bir kişiliği olduğu için kızsa fazla bağırıp, çağıramaz dertlerini kendi içine mahkûm ederdi. Yaşadığı yarım asırda gözün den bir damla yaş çıktığını gören olmamıştı, ağlayamazdı. Yüzü mosmor kesilirdi. Bir sıkıntısı olduğunu onu çok iyi tanıyanlar yüzüne bakarak anlardı fakat sorsan fazla açıklamaz, laf geçiştirirdi.
Melek gibi bu değerli insanın ağzından tek küfürlü kelime çıktığını kesinlikle duyan, gören olmamıştı. Kızdığı zaman sıradan kelimeler söyler, yinede kırıcı olmamaya çalışırdı.
Bir tanıdığı yeni göreve atansa hemen ona çiçek yaptırıp gönderir, belki de onu ilk kutlayan olurdu Yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı. Kimseyi selâmsız geçmemeye çalışırdı. Ama onun ne kadar temiz bir kal be sahip olduğunu bilmeyenler veya art niyetliler devamlı alaya alırlar, ona gülerler, kuyusunu kazarlardı.
Kirlenen çamaşırlarını anası elinde yıkar onun temiz ve ütülü elbise ile gezmesi için gerekeni yapmaya gücü yettiği, becerebildiği kadar çalışırdı. Hepimiz gibi annesini azarlasa da annesi sineye çeker, duymazdan gelir, “bende ölürsem buna bakan olmaz” diye üzülürdü. Ama kimin kime bakacağını sadece Allah biliyor.
Gerçekten garip bir yolcuydu şu fani dünyada Ramazan. Din dersi öğretmeni olduğu, Allah “Cinleri ve in sanları imtihan için yarattım” dediği halde pek cin, şeytan işine inanmazdı veya meyil vermezdi.
Memurluk hayatında ne kadar ağır hasta olsa da sevk almazdı. Yalnız yaşayan yaşlı annesi bir gün “ay oğlum iki ekmek bari alıp gelsene, eli boş gelinir mi her gün?” dediğinde, “ben kendimi zor getiriyorum, bacaklarım ağrıyor” dedi. Daha fazla bir şey demeden susmayı tercih etti.
O ağrıyan bacakları Ramazan’ı artık taşıyamaz olduğunda da iş işten geçmişti. Bütün tahliller yapıldığın da kanserin son safha da olduğu tespit edildi. Kanserliler koğuşuna yatırıldığı halde hastalığının kanser olduğu- nu düşünemeyecek kadar saf ve temiz kalpli bir insandı.
Maddi tedavisi devam ederken baba evindeki özel odasında Ramazan’ın şahsi notlarını ve Veli’nin kendisine ait lise dönemi hatıra defterini Ramazan’ın küçük kardeşi ile beraber karıştırdılar. Okuduğu kitap ve dergilerden devamlı notlar tutardı. Kısa olan bu notlarını hikâye, roman, deneme, şiir vb. şeklinde değerlendirseydi stresini atması için daha faydalı olurdu. Ama yapmıyordu aslında yapacak keşfedilmemiş bir kabiliyeti vardı, kelime hazinesi çok zengindi. Hatta bir notunda “Zamanın acımasız hastalığı kansere karşı tedbirli olmak lazım ” diye yazmış. Kendini götürecek hastalığın acısı o günlerde içine doğmuş sanki. Malum bazı olaylar saf ve temiz kalpli (deli sanılan) kullara malum olurmuş. Veli’nin hatıra defterine “Veli öldükten sonra yaşamak istiyorsan bir eser bırak” yazdığını okuduğunda, Veli bu isteği emir kabul ettiği için, vasiyeti acaba yerine getirebilir miyim diye soğuk soğuk terledi. İnşallah Allah mahcup etmez diye de içinden samimiyetle dua etti. Çünkü o is- tek Veli için emir niteliğindeydi. Bu tavsiye ile yeniden doğdu. Ölen ruhu onunla yeniden dirilmişti sanki. Onun iyileşmesi için Allah’a çok yalvardı ama boşuna.
Devam eden maddi tedavisinin yanında Ramazan’ın küçük kardeşi ile Veli manevi tedavi yollarını da araştırdılar. Arabası olmayan en küçük kardeşi mahalle imamının arabasını emanet aldı. Arabası olan kardeşleri onun için bir arabayı bile çok görmüşlerdi daha ölmeden. Emanet arabayla sis ve boranlı, sarhoşların kuralsız araç kullandığı yüksek dağları aşıp geçerken ne çektiklerini, nasıl çıkıp indiklerini yine Allah biliyor. Virajlı ve bakımsız dağ yolunda harareti yükseldikçe arabanın, aman bozulmasa diye onlarda duanın hararetini artırıyorlardı. Bereket versin bozulmadan emanet arabayı geri iade edebildiler.
Üfürükçü olmadığından emin oldukları bir hocaya ulaşıp görüştüklerinde fazla bir bilgi vermedikleri ve oda fazla soru sormadığı halde “Otuz iki-otuz üç sene önce pis yere basmış, cinler bağlamış” dediğinde beyinleri duruyor, şok oluyorlardı. Matematiksel hesabı yaptıklarında ipin ucu nereden nereye çıkıyordu. Bu tarih zehirlendiği sanılan tarihe denk geliyordu.
Sonunda altın kalpli bir garip daha kayıp gitti. Arkasında milyarlık ikramiye, evler, yetişkin bahçeler ve gözü yaşlı garip bir anne bırakarak. Onu sevdiğini sananlar hızlı götürdüler, az sonra da dağılıp gittiler.
Onun iyilik ettiklerinden sadece belki bir kaçı her yıl dini bayramların arifelerinde kabrine uğruyordur. Nerdeyse çevresinde ve çok geniş olan kapsamı alanında iyilik etmediği kimse yok gibiydi, nafile. Şimdi sadece onu en çok sık ziyaret eden garip annesi ve annesinin kabri üstüne döktüğü buğday tanelerini yemeye gelen, atılacak yemleri dört gözle bekleyen sayısız serçe kuşları ve birde onu hiç unutmayan boynu bükük Veli..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.