ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA: ÇELTİKÇİ
Şu sıralar şairin bu sözü tam benlik. Neden mi? Yılda üç-beş kez gittiğim/gidebildiğim köyüme, şimdilerde bir-iki kez ancak gidebiliyorum. Mazeret ne peki? İş, güç mü? Maddiyat mı? Sağlık sorunları mı? Hayır, hiçbiri değil! O halde ne peki? Bu biraz uzun anlatım ama ben kısadan kesip, anlatacağım…
Efendim; bir menzile at sürmek ve bir istikamete doğru koşturmak için, oraya seni çeken bir şeyler olmalı. İşte, eskiden beni köyüme çeken (gurbette mecburi iskâna tabi olduğum halde), köyüme yılda üç-beş kez getirip-götüren bahaneler çoktu. Başta anam, babam, kardeşlerim, akrabalarım. Sonra çocukluğumun geçtiği çevre; dere, tepe, köprü, çeşme vs… Hatta çocukluğumda üzerinden geçtiğim taş basak, eğri-büğrü tarla yolları, sığır ardından gittiğim süslü dağ yamaçları, çocukluğumun büyük bölümünün geçtiği tarlamız Tepe köy mezrası. Ne bileyim; köyümün rüzgârı bile başka gelirdi bana. Dağlardan esen o mis gibi çam kokulu, yayla rüzgârını içime çektiğimde, ayaklarımın yerden kesildiğini hatırlardım da, boşlukta saatlerce kelebek misali uçardım.
Peki, o halde şimdilerde neden azaldı köye gitmelerim. Of, şu sebebi bahaneler o kadar çok ki, hangisini anlatsam. En iyisi sıradan bir kaçına değineyim. Bir kere her bayramda, her tatilde yolumu gözleyen kara gözlü, vefakâr anam yok artık! Yolumu gözleyip, hasretimi çeken, yanına vardığımda da, hiç oralı olmayan, uzaktan zoraki ‘hoş geldin’ diyen babam da yok! Kardeşlerimin çoğu ise, sudan sebeplerle dargın bana. Ben büyükleri olduğum halde, ayaklarına giderim de bir ‘merhaba’ demezler. Yolda, izde görseler tanıyamayacaklar artık! Çünkü en azından çeyrek asırdır ne görüşür, ne konuşuruz. Akrabalık desen hak getire! Hem kaç akrabam var ki! Başkalarının akrabası çok, benim yok! Ne dayı-amca, ne hala-teyze var. Bir tanesi yok köyde. Uzaktan akrabalar var ama sayısı bir elin parmağı kadar. Hâl böyle olunca, şehirde kalabalık içinde yalnızlık çeken ben, köye gidince yalnızlık içinde yapayalnız kalıyor, taşlaşıyor; taş gibi ağırlaşıyorum. Yüreğim ne kadar acı çekiyor, analı-babalı eski çocukluk günlerimin köyünü, ne kadar özlüyorum anlatamam! Gurbette hasretlik çeken yüreğim temelli perişan oluyor! Gerçi iki kardeşimle konuşuyor, görüşüyorum. Yeğenlerimle çocuklaşıyor, birlikte hoşça vakitler geçiriyorum. Ama hiçbir şey, eskisi gibi değil işte! Eskiden bindiğim araba köye yaklaştıkça, yüreğim kafesinden çıkmaya çalışan bir kuş gibi delicesine çırpınırdı. Gizli bir elin yüreğimi yerinden tutup çıkaracağını hissederdim. Şimdi nerde o eski heyecan, o eski günler! Çok gerilerde kaldı!
Ha, siz yine de bunları söylediğime; yazıp-çizdiğime bakmayın. Altı aydan beri köye gidemedim ya, onun karamsarlığında yazıyorum belki de. İçim içime sığmıyor. Köy hasreti aç bir fare gibi içimi kemiriyor. Yüreğim kabına sığmıyor! Geceleri gözüme uyku girmiyor. Askerliğin son günü gibi; haftalar günleri, günler saatleri kovalıyor! Lâkin kış bir türlü geçmiyor. Nazlı baharın yüzü bir türlü görünmüyor. Her yıl Mart’ın yarısında gelen kırlangıçlar da bir türlü gelmiyor. Oysa bu günlerde kesin gelirlerdi, nerde kaldılar!* Peki beni tutan, elimi-kolumu bağlayan bir neden mi var? Yok, ama kendi kendime bir sürü bahaneler uyduruyorum. Yok, şimdi havalar soğukmuş. Köye gittiğime-gideceğime pişman olurmuşum. Yok, kırlar-bayırlar yeşil elbiselerini giymemiştir. Ağaçlar kupkuru, daha çiçek açmamıştır. Gidip de ne yapacaksın? Zaten köyde tanıdık çehre kalmadı üç-beş kişiden başka. Sen ise, köyün içinden çok dışını geziyorsun. Dışındaysa ne var şimdi şu kış gününde. Hele bir cemreler düşsün, Nevruz geçsin, havalar iyice ısınsın. O zaman gidersin daha iyi olur. Bak Mayıs’ta Hıdrellez var. Hıdrellez’de köyde hayır var. Hem yapılan hayıra katılır, hayır işlersin. Hem de havalar ısındığı için toprağın üstünde yuvarlanır, toprağı koklarsın.
Sabahları çiy tanelerinin yol kenarındaki otların yapraklarını ıslattığında, sen de yanan yüreğini/bağrını ıslatır, serinlersin.
Bu tür sudan bahanelerle şimdilik kendimi oyalıyor, kışı geçiriyorum. Ama o bahanelere bir türlü “yaşlandığımı, belki de gitme sebebim ondan birazcık azalmıştır”ı bir türlü ekle(ye)miyorum nedense! Yalnız bu yazının yayınlandığı günlerde, İlkbaharın Mayıs’ında olacağız. Gül yüzlü, gül kokulu Mayıs’ında. Havaların iyice ısındığı; toprağın çiy, dağların kekik koktuğu, yüreğimin iyice yerinden koptuğu, Mayıs ayında olacağız. Ben o Mayıs’ta, köyüm Çeltikçi’de yapılan bahar şenliğinde, Hıdrellez Hayrı’nda olacağım. Köy namına yapılan bu bahar şenliği ve Hıdrellez Hayrı çok güzel olur. Köyün yeşil düzlüklerinin birinde ve gürül gürül çeşmelerinin aktığı bir meydanda; sıra sıra kazanlar kurulur. Uzak-yakın birçok misafir gelir. Kazanlarda, bir gün önce kesilen hayır ve adaklık etlerinin buğusunda; keşkekler, mis gibi güveçler pişer. Bununla da kalınmaz, nohutlu pilavlar, tuzsuz taze köy peynirinden höşmerimler pişer. Kokusunu ta uzaklardan duyar, tok bile olsanız ne elinize, ne midenize söz geçiremezsiniz! Topluca yemekten sonra, dualar edilir. Türlü eğlenceler düzenlenir, oyunlar oynanır. Köy kızları ayrı bir ağaçta salıncaklar kurar, türkü-mani söyleyerek, sırayla salıncakta sallanırlar. Köy gençleri ayrı bir dalda salıncak kurup, kızlara nazire yaparcasına, onlardan daha hızlı sallanırlar. Akşamın nasıl olduğunu, günün nasıl eridiğini kimse anlayamaz.
İşte böyle bir neşenin, coşkunun ortasında olmayı, akrabaları görmeyi, mis gibi oksijen kokan dağ havasını içime çekmeyi, dere boylarında ıslık çalıp, kuş sesleri dinlemeyi, yeşil dağ yamaçlarından rengârenk çiçekler toplamayı, köy yolunda akşam serinliğinde ağılına dönen bir sürünün ardına takılıp türkü söylemeyi, bilseniz nasıl da iple çekiyorum.
Eh, siz de bu güzellikleri yaşamak istemez miydiniz? O zaman buyurun birlikte düşelim yollara ve hep bir ağızdan söyleyelim köye varışta; “Orda Bir Köy Var Uzakta…” diye.
İsmail GÖKTAŞ
İZMİR
(FOTO: METEOR)